V. C. Andrews – Yıldızlar Geçidi 3 – Ice

ALTIDAN biraz daha büyük bir yaşta olduğum zamanlarda, ilkokul öğretmenim Bayan Waite, okuldan sonra beni yanına çağırıp, eğer hiçbir soruya cevap vermemeye, konuşmamaya ve dilsiz gibi davranmaya devam edersem, sonunda beynimde söylenmesi gereken tüm düşüncelerin gitgide büyüyerek kafamı patlatacaklarını söylerdi. “Tıpkı bir yumurta gibi!” “Beyninde düşüncelerini saklı tuttuğun koca bir depo var. İçinde o kadar çok bölüm var ki…” derdi bana. “Onları dışarı çıkartmalısın, bunu yapmanın tek yolu ise konuşmak. Beni anlıyor musun Ice?” Bayan Waite adımı söylerken hep yüzünü buruşturuyor, dişlerini nefretle sıkarcasına konuşuyor, adımı söylemiş olmak onda soğuk bir etki bırakıyordu. Annemin, ilkokul hayatım boyunca katıldığı ilk ve son öğrenci-veli görüşme gününde, Bayan Waite, adımın neden lce olduğunu sormuştu. Orada, küçük sı5 V. C. ANDREVVS ramda oturmuş, ellerimi birbirine geçirmiş (her sabah gün başladığında yapmamızı istedikleri gibi), konuşmalarını dinliyordum. Bayan Waite son derece rahat konuşuyordu sanki benden değil de bambaşka birinden bahseder gibiydi. Bu durum beni utandırmıştı, dikkatimi pencerenin pervazında sabırsızca ileri geri yürüyen serçeye çevirdim. Serçe gerçekten de daha ilgi çekiciydi. Bizim varlığımızdan rahatsız olmuştu. Bir sürü insanın bu odaya toplanmış, gürültülü sesler çıkararak onun güzel şarkısını neden böldüğünü anlamıyordu. “Bu bir isimden çok takma ad gibi.


” diyordu Bayan Waite küstahça. “Başka bir ismi yok mu? Gerçek ismi ne?” “Ice onun gerçek ismi.” Annem sinirlendiğinde, konuşurken dudaklarını büzüştürürdü. Simsiyah gözleri öfkeden parlıyordu. Bu bakış ve ses tonu sınıftaki bazı öğrencilerden bile daha ufak tefek olan Bayan Waite’ın gözünü korkutmaya yetmişti. Kısacık boylu, incecik bir kadındı. Geriye yaslanıp sandalyesine gömüldü, önce bana ardından anneme baktı. Annem gözlerini dikmiş, dövecek gibi bakıyordu. “Kızımın gerçek ismi nedir, diye sorarak ne demek istiyorsunuz? Ne demek bu?” “Şey… Ben sadece… Merak ettim.” diye mırıldandı, durumu düzeltmeye çalışıyordu. “Demek istedim ki, diğer öğrenciler bazen tatsız şakalar yapıyorlar, bu yaştaki çocukların ne kadar alaycı olduklarını bilirsiniz bayan Goodman, bunlardan rahatsız olabilir diye…” ICE “Hiç merak etmeyin, kızım bunlarla baş edebilir.” dedi annem kendinden ve benden emin bir şekilde. Sonra da ayağa kalktı, “Bu kadar mı?” “Oh, hayır, lütfen hemen gitmeyin, rica ederim.” Annem derin bir nefes aldı, kadınsı omuzlarını yukarı kaldırdı. Mükemmel vücuduyla gurur duyuyordu ve okul görüşmesine gelirken bile sutyen giymiyordu.

Beni doğurduğunda on sekiz yaşında olmasına, içki ve sigara içmesine rağmen hâlâ lise son sınıf öğrencisi gibi görünüyor. Cildi bir kahve tanesi renginde ve pürüzsüz. Uzun boylu, koca kara bıyıklı, iri yapılı bir adam olan babamın daha otuzuna gelmeden saçında beyazlar çıkmaya başlamış, çocuk yaşta ya da kızı yaşında biriyle evlenmiş olmakla suçlanmıştı. Bu her zaman annemin hoşuna gitti. Ama aslında babam, onun genç kız gibi giyinip, davranmasından rahatsız olur. Annem onun çevresinde ağlarını örer, kötülüğünü gösterir ve bir sürü kötü söz, sivri kayalar gibi, babama doğru uçmaya başlardı. “Beni neyle suçluyorsun Cameron Goodman? Ha? Ne demeye çalışıyorsun? Sokak kızı gibi mi görünüyorum? Söylesene?” Babam ellerini kaldırır, başını sallayarak bir adım geri atar. “Ne istersen yap.” der. Ben köşede dikilmiş, olanları izlerken annem bu sefer bana döner, “Ya sen? Neden öyle bakıyorsun?” Hiçbir şey söylemem. Ona biraz bakarım ve her ne ile uğraşıyorsam, işime geri dönerim. V. C. ANDREVVS Bu tartışmalara şahit olmak veya seslerini işitmek hoşuma gitmez. Henüz şiddetli, gürültü-patırtılı kavgalar etmiyorlardı, ama zaman ilerledikçe ona da başlayacaklar.

Hissedebiliyorum bunu. Philadelphia’daki evimizin karanlık köşelerine ve gölgelerine saklanmış, rahatsız edilmeyi bekleyen yarasalar gibi. İlerde hemen her gün, bize saldırmak için fırsat kollayacaklardı. “Kızım hakkında söyleyeceğiniz başka bir şey var mı? Size terbiyesizlik mi yapıyor?” diye sordu annem. “Hayır, hayır Bayan Goodman, hatta kızınız gördüğüm en kibar çocuk.” “O zaman?” Bayan Waite bana baktı ve gizli bir şey söyleyecek gibi anneme doğru eğildi. Ama tam aksine benim de duymamı istiyordu. “Günümüzde bu kadar terbiyeli bir kızınızın olması ne büyük şans. Gençlerin çoğu görgü kurallarından habersiz. ” Annem, gözlerini şüpheyle koskocaman açarak sordu, “O da ne demek?”. “İyi, örnek davranışlar sergiler ve büyüklerine saygılı… Günümüz gençliğinin çoğu disiplinsiz ve kaba.” Annem, başını onaylarcasına sallayarak yanıtladı, “Bilmez miyim hiç… Özellikle de şu Edith Merton yok mu… Ice’a hep ondan uzak durmasını söylüyorum. Öyle bir kızla arkadaşlık ederek yalnızca kötü alışkanlıklar kazanabilir. Edith’in sigara içtiğini biliyorum. Öyle değil mi Ice?” İCE Doğrulamak için kafa salladım.

“Üstelik dokuzunda henüz…” Her ikisine de dik dik baktım, annem Edith Mer-ton’un yaşını bilmişti. “Söylemeye çalıştığım şeye gelince Bayan Goodman, Ice’ın bu kadar terbiyeli bir kız olması çok güzel, ancak fazla içine kapanık.” “İçine nasıl?” “Yani iletişim kurmakta ve kendini ifade etmekte çok isteksiz. Bu beni endişelendiriyor ve onunla birçok kez konuştum. Demek okul dışında bundan söz edilmiyor.” dedi Bayan VVaite, gözlerini bana dikerek. “Tamam işte biz de okuldayız.” dedi annem gülerek, “Öyle değil mi Ice?” diyerek bana göz kırptı. “Ne demek istediğinizi tam anlayamadım Bayan VVaite, benden ne yapmamı istiyorsunuz ki?” “Eğer iletişim kurmakta ve kendini ifade etmekte bu kadar isteksiz davranmayı sürdürürse, okul psikologu tarafından yapılacak bir teste girmesini isteyeceğim.” diye uyardı Bayan Waite. “Hem bu, o kadar da kötü bir şey değil.” diye çabucak ekledi. “Bununla ilgilenmemiz gerek.” “Psikolog mu?” Annem yanaklarını şişirip dudağının bir köşesini ısırdı. “Yani sizce aklıyla ilgili bir sorun mu var?” “Bir şey onun içindeki her şeyi içerde kilitli tutuyor.

” diye üsteledi Bayan Waite. “Sorununun teknik adı seçilmiş dilsizlik.” V. C. ANDREWS Annem kafası karışmış bir şekilde yüzünü buruşturdu, “Seçilmiş mi?” “Oy kullanmak gibi bir şey mi kastediyorsunuz?” “Kesinlikle. Böyle olmayı kendi seçiyor.” Annem kaşlarını kaldırdı. Onları hep kalem kalınlığında tutardı ve hemen her gün alırdı çünkü kaşların, yüzün en önemli parçası olduğuna inanırdı. Bu onun için dinî bir tören gibiydi. Makyaj masasına oturur, bir tütsü yakar, ya mırıldanarak ya da sevdiği New Age müzikleri dinleyerek başlardı. Altımızdaki güzellik mağazasındaki kız ona, yüzündeki stres kırışıklıklarını böylelikle ortadan kaldırabileceğini söylemişti. Annem, aynaya bakar ve yüzünün her santimetresini kontrol ederdi. Küçük oval aynası onun mihrabıydı. “Dilsiz olmayı mı seçiyor? Bunu da nereden çıkardınız?” “Çünkü fiziksel bir özrü ya da dille ilgili bir sorunu yok. Başka bir şekilde anlatmak gerekirse, böyle olması için açık hiçbir neden yok.

” “O halde neden o psiko-şeyi görmesini istiyorsunuz?” “İlerlemesini sağlamak ve onun bu kadar içine kapanık olmasına neden olan her neyse, alt etmesine yardımcı olup olamayacağımızı görmek için.” Bayan Waite dikkatlice ve bu kez gerçekten bir fısıltı gibi sordu, “Peki, evde ne durumda?” “Evde de iyi bir kız.” dedi annem bana bakarak. Tehdit eder gibi ekledi, “Biliyor ki daha iyi olabilir.” Bir balonu havayla doldurup sonra havanın dışarı çıkmasını sağlamış gibiydi. Kafasını salladı. “Dilsizlik seçimiymiş. Bu kız ne zaman isterse o zaman konuşur ve özel- ICE likle de şarkı söylenmesi gerektiğinde asla susmaz. Kilisenin çocuk korosundaki en iyi şarkıcı olduğunu biliyor musunuz? Papaz bana binlerce kez onun hakkında güzel şeyler söyledi.” “Aaa… Gerçekten mi?” diye sordu Bayan Waite, gözleri şaşkınlıktan kocaman açılmıştı. Bana, sanki orada olduğumu yeni fark etmiş gibi baktı. “Şarkı mı söylüyor?” “Papaz ona ‘melek sesli’ diyor. Bizim ailemize çekmiş, benim annem de kilise korosunda şarkıcıydı.” dedi annem övünerek ve kararlılıkla. Hızla yaptığı hareket, pencere pervazındaki serçenin uçmasına neden oldu.

“Ice…” diye seslendi annem. Kafamı kaldırıp ona baktım. “Okulda daha çok konuş. Duyuyor musun? Beni çıldırtma şimdi.” Ona bakmayı sürdürdüm. “Bakın şu kıza. Korkmuş gibi mi? Hayır. Peki, sinirli gibi mi? Hayır. Görmüyor musunuz Bayan waite? Damarlarında buz dolaşıyor. Olabileceği kadar soğuk. Asla ağlamaz, tokat yese bile. Bebekken de çok ağlamazdı. İşte bu yüzden ismi ona yakışıyor, sizin ne düşündüğünüzün bir önemi yok.” dedi ve saatine baktıktan sonra ekledi “Gitmeliyim, haydi.” Sinirli bir şekilde başını sallayan ve alt dudağını ısıran Bayan VVaite’a baka baka onu takip ettim.

Büyük olasılıkla bu görüşme onun en kötü öğretmen-veli görüşmesiydi. V. C. ANDREWS Konuşmaktaki isteksizliğim derslerimi etkilemiyordu. Kötü bir öğrenci değildim. Tüm yazılı çalışmaları ve yazılıları başarıyla yapıyordum. Bir şeyi ezberden okumam gerektiğinde bunu isteksizce yapıyordum; her ne kadar yalnızca isteneni söylesem ve sesim neredeyse duyulmayacak kadar alçak çıksa da en azından yapıyordum. Bayan Waite, sık sık; benim soru sormak için asla elimi kaldırmamamdan yakınırdı. Tuvalete gitmem gerektiğinde, sadece ayağa kalkar ve tuvalete gitmek üzere çıkardım. “Önce sormalısın.” derdi Bayan VVaite. Benim konuştuğumu duymayı o kadar çok istiyordu ki sormadan çıkmama izin vermemeye başladı ancak çok kısa zamanda, benim çişimi tutmanın acısını konuşmanın acısına tercih ettiğimi anladı. Istırap dolu gözlerimi ve sandalyemde nasıl kıvrandığımı görünce sonunda çıkmama izin verdi ben de alelacele gittim. Ancak okuldaki geleceğim hakkındaki düşüncelerine gelince Bayan VVaite açıkgörüşlüydü. Okul yılının başlamasıyla sınıf arkadaşlarımın beni rahatsız etmeye başlamaları asla uzun sürmezdi.

Konuşmaktaki isteksizliğim, sessizce okumam ve anlatmam kısa sürede meraklı ve eleştiri dolu bakışları üzerime çekerdi. İsmim ve davranışlarım, bana eziyet edenlere, her an uygulanabilecek bir sürü işkenceyle dolu bir olanak sunardı. Sınıfımdan birinin “Onun adı Ice, çünkü tüm kelimeler onun ağzında donar.” dediğini kaç kez duyduğumu hatırlamıyorum. Bir keresinde, yedinci sınıftayken, bir grup kız beni ICE bir dakika boyunca konuşturmaya karar vermişler. Kızların soyunma odasında, öğretmenimizin hasta bir öğrenciyle ilgilenmek için gitmesiyle bana saldırdılar, eşofmanlarımı zorla çıkardılar ve giysilerimle etrafımda dönmeye başladılar, konuşmadığım sürece beni tutmakla tehdit ediyorlardı. Thelma Wiliiams, kolunu kaldırıp saatine bakarak saymaya başladı. “Konuş. Konuş.” diye bağırıyorlardı. “Yoksa bütün kıyafetlerini camdan aşağı atarız, seni de koridora iteriz.” “Konuş!” Ağlıyordum ve debeleniyordum, ama asla vazgeçmiyorlardı. Sonunda gözlerimi kapadım ve eski bir ruhanî siyah şarkısı söylemeye başladım. “Ruh, ‘Şarkı söyle!’ dediğinde şarkı söyleyeceğim, Ruh, ‘Şarkı söyle!’ dediğinde şarkı söyleyeceğim, Ruh, ‘Şarkı söyle!’ dediğinde şarkı söyleyeceğim, Ve Tanrı’nın ruhuna itaat edeceğim! Dua edeceğim, bütün gece dua edeceğim, Bütün gün melekler beni izler, Tanrım. Bütün gece, bütün gün Tanrı’nın ruhuna itaat etmek! Bağıracağım, bağıracağım, bağıracağım, Ruh bana bağırmamı söyledikçe.

”‘ “Susturun şunu.” diye bağırdı Thelma Wiliiams. O da kilise korosundaydı ve ilahilerimizden birini okumama dayanamamıştı. Aslında bu olay, onu ve diğerleriV. C. ANDREWS ni korkutmuştu, kollarımı ve bacaklarımı bırakmışlardı, eşyalarımı getirip ayağıma attılar. “O deli. Kendi haline bırakın.” dedi Carla Thompson. Bu söz birçoğunu tatmin etti ve beni bir süre yalnız bıraktılar. Yaşım ilerledikçe içine kapanıklığım azalmıştı, ama asla sınıfimdaki diğer kızlar kadar konuşkan olmadım. Bir keresinde, bir başka öğretmenim sessizliğime dikkat çekince, adı Balwin Noble olan bir çocuk -çok iyi piyano çalardı, okul koromuzun piyanistiydi- “Sadece daha önemli bir anda gerekebilir, diye ses tellerini koruyor.” dedi. Ona doğru baktım ve düşündüm, belki de öyleydi. Belki de doğal olarak yaptığım bir şeydi.

Kelimeler çevremde uçuşurlardı, bana sinekler gibi fark edilmez, kuşlar gibi önemliymişler gibi gelirdi. Sadece kendi sesimi duymak için konuşmazdım, kendimi önemli göstermek için konuşma ihtiyacı duymazdım. Sessizlik genelde iki yanı keskin bir kılıç gibiydi. Kendimi görünmez kılıyordum, unutulmak istediğimde bunu hemen hemen başarıyordum. Bazen, konuştuğumda, söylediğim her kelime bir mücevhermiş gibi geliyordu. İnsanlar, öğretmenim ya da arkadaşım bile olsalar, beni daha çok dinliyorlardı çünkü daha az konuşuyordum. Sonuçta, Bayan VVaite’ın düşündüklerinin ikincisi de gerçekleşti. Dokuzuncu sınıftayken okul psikoloğunu görmem istendi. Annem ve babam da gelmek zorunda kaldılar. Annemden tekrar gelmesi istendi. Annem ICE istemedi, ama müdürün zoruyla tekrar geldi. Sonra psikologla yaklaşık altı kez görüştüm. Genel olarak o soru soruyordu. Ben ya bilmezden geliyordum ya da verebildiğim kadar kısa ve basit cevaplar veriyordum. Psikolog Doktor Lisa’nın, benim kendimi görünmez kılmaya çalışmamın nedeni olarak annemin anne olmak istememiş olmasını ve benim varlığımın ona sürekli anneliğini hatırlatmasını gösteren teoriyi anlayabilecek kadar zekiydim.

Kabul etmeliydim ki çok daha küçükken, annem yeni arkadaşlarına benim aslında onun kızı olmadığımı söylediği zamanlarda elimden geldiğince sessiz otururdum. Yalan söylerdi, benim, herkesle birlikte olan en küçük kızkardeşinin çocuğu olduğumu, bana birkaç yıllığına bakacağını söylerdi. Beni de yanında götürmekten nefret ederdi; annemin arkadaşlarıyla alışverişte ya da sinemada olduğu çoğu zaman, babam evde kalıp bana bakardı. Özellikle ben çok küçükken ailece yaptığımız şeyleri parmakla sayabilirim. Ne zaman babam bizi yemeğe götürmeyi teklif etse, annem hemen şikâyet ederdi, “Yanımızda, restoranda uzun bebek iskemlesinde oturan çocukla nasıl bir gece gezmesi bu? Sen ya da ben sürekli onu doyurmaya çalışıyor olacağız. En iyisi bir çocuk bakıcısı çağıralım.” Annem, çocuk bakıcısına da asla çok özen göstermezdi. Yangın çıkarsa beni dışarı taşıyabilecek kadar güçlü ve sıcak bir vücudu olan ve telefon edebilen herhangi biri yeterince iyi sayılıyordu. Sık sık odamda sessizlikle baş başa bırakılıyordum, uyku saatimden V. C. ANDREWS saatlerce önce zorla yatağa gönderiliyordum. Bakıcıların çoğunun kız ya da erkek arkadaşları vardı. Yedi yaşındayken Nona Lester’ın, erkek arkadaşının göğüslerini okşamasına ve elini eteğinin altına sokmasına izin verdiğini gördüm. Benim orada bulunmam onlara seyirci varmış gibi geliyordu, bunu çok eğlenceli buluyorlardı. Tüm bunlar bende seçilmiş dilsizliğe mi neden oldu? Bunların hiçbirinden bahsetmedim.

Hepsini kendime sakladım, sanki kötü tadı olan bir ilaç yutmuşum da tadının yeniden ağzıma gelmesini engellemeye ça-lışıyormuşum gibi. Tabii ki bazıları geri geldi. Rüyalarımı delip geçen kâbuslarda geri geldiler, yatağımda dönmeme, ağlayarak ve sayıklayarak uyanmama neden oldular. Bazen ağlayışım, gece çalışmadığı zamanlarda babamı uyandırır, odama gelmesini sağlardı. Annem asla gelmezdi. Düşünüyorum da şüphesiz o zamanlar da asla ses çıkarmazdım. Zaten ses neyi değiştirirdi ki? Sessizlik selamlardı beni; sessizliği selamlardım. Bir başkasını izlemek gibiydi. Karanlık geri çekilirdi. Kâbus treni dururdu. Başımı yastığa gömer, derin bir nefes alır, gözlerimi tekrar kapardım. Müzik içime girerdi, kafam bir konser salonuna dönüşene kadar zihnimin her boşluğunu doldururdu. ICE Koskoca bir orkestra çalardı ve ben şarkı söylemeye başlardım. Sesim tüm çirkin sesleri aşardı. Araba klaksonlarını duyamazdım, birbirine bağıran ya da korkuyla çığlık atan insanları duyamazdım.

Tüm bunların çok üstünde yolculuk ediyordum, notaların üzerinde duruyordum. Müzik kelimelere ruh vermişti. O halde onları müziksiz kullanmanın anlamı neydi? Gerçek hayatın, herkesin konuşmak yerine şarkı söylediği bir opera ya da bir müzikal gibi olmasını diliyordum. Operadaki Hayalet isimli müzikalde olduğu gibi. Öyle bir durumda annem dilsizliği seçerdi. Birçok mutsuz ve vasat insan da bunu tercih ederdi. Bu insanlar genelde kendi ses tonlarından nefret ederler. Ben etmem. Ben sadece onu özel olarak saklarım, kanatlarımın içinde bekletirim, müzik için bekletirim. 1 ANNEMİN PLANI NE zaman dairemizde yalnız kalsam -ki bu sık başıma gelirdi-, eğer çok sessiz durursam yan dairelerde oturan diğer ailelerin seslerini duyabilirdim. Sesler, ince duvarlar ve bacalar boyunca yolculuk ederdi. Sadece kulağımı duvarın üzerinde gezdirerek bir odadan diğerine geçebilirdim. En çok banyoları ve mutfakları dinlemeyi seviyordum. Kulağımı duvara yapıştırıyordum ve bir apartman daireleri senfonisi dinliyordum. Yaklaşık olarak radyoda istasyon değiştirmek gibiydi.

Sürekli savaş durumundaymış gibi olan, kavga eden, şikâyet eden, bağıran ve tehditler savuran aileler vardı. Yumuşak bir şekilde konuşan, gülüşleri duyulan hatta bazen şarkı bile söyleyen aileler vardı. Ve sık sık, Edgar Allan Poe’nun kısa öyküsündeki gibi ağlayan, hatta hıçkırıklara boğulan birinin sesleri gelirdi. Tabii ki televiz- V. C. ANDREWS yonları ve hip-hop müziği de duyabilirdim. En az yarım düzine beyaz aile vardı binamızda; ama müzikleri bizimkinden çok farklı değildi, üstelik onlardan da sık sık kavga, ağlama ve bağırış sesleri gelirdi. Dairelerin senfonisine benim dikkat ettiğim kadar dikkat eden bir başkası var mıydı bilmiyorum. Başkalarını dinlemek için gürültü yapmakla fazla meşguldüler ve evlerinde nadiren sessizlik dolu saatler geçirirlerdi. Erkenden öğrendim ki sessizlik insanları korkutur veya en azından onlara çok büyük bir rahatsızlık verir. Okul arkadaşlarıma verilen en büyük ceza onları, her türlü iletişimden uzak kalmaya ve susmaya zorlamaktı. Kıpırdanıp dururlardı, sanki içlerinde örümcekler varmış da karınlarından midelerine doğru ne varsa kemirerek ilerliyormuş gibi yüzlerini ekşitip kafalarını aşağı eğerlerdi. Onların kurtarıcısı teneffüs zili çaldığında her yöne doğru patlayan konfetiler gibi gürültülü bir şekilde dağılırlardı, birbirlerini bastırmak ister gibi yüksek sesle konuşmaya başlarlardı, bazıları o kadar bağırırdı ki boyun damarları patlayacak gibi belirginleşirdi. Annem o zamanlar da farklı değildi. Eve girer girmez, ağlayarak ya televizyonu ya da radyoyu açardı ve “Neden bu ev morg gibi?” diye söylenirdi.

Eğer kız arkadaşlarıyla içmişse dans eder ve gülerdi. Yemek hazırlarken ona katılmamı isterdi. Eğer yardıma gitmezsem ya da isteksiz davranırsam beni garip olmakla suçlardı ve bu yönümü babamın ailesinden aldığımı söylerdi. “Sana verdiğim isim kadar yakışan isim görmeICE dim.” derdi. “Yüzünde bir gülümseme görebildiğim tek an kilisede şarkı söylediğin zamanlar. Rahibe mi olacaksın ne? Uyan. Toparla kendini. Gülümse biraz şekerim. Babana çekmediğin ya da Tania Gotchuck gibi kemikli bir yapın olmadığı için çok şanslısın.” Ellerini kalçalarına koyar, “Benim burnuma ve benim ağzıma sahipsin, yüzün bana çekmiş.” derdi, dört yanı aynalarla çevriliymiş gibi kendi etrafında dönerek. Annemin kendine bakmak için aynaya ihtiyacı yoktu. Bunu yapmak için masadaki bir bardaktan veya herhangi bir metalden yararlanır, birden yüzündeki bir noktaya odaklanır, sonra da çabuk yaşlanmaktan şikâyet ederdi. Hiç de o kadar çabuk yaşlanmıyordu.

Korkuyla fark ettiği birkaç kırışıklık ya da bir tek beyaz saç teli gözlerinin histerik bakışlarla, sesinin panikle dolmasına yetiyordu. “Başka bir çocuğumuz olsaydı, kendin hakkında bu kadar endişelenmezdin.” derdi babam, “Hem bu sana ilgilenecek daha önemli bir şey verirdi.” Salonumuzun ortasında bir fişek bile yakmış olmalı, hatırladığım kadarıyla, babam daha çok çocuk istiyordu, en azından bir oğul istediğini biliyordum. Ancak annem, beni doğurmanın onu ve kalçalarını yarım inç daha şişmanlattığını ve başka bir çocuk doğurmanın onu, ‘burada gezinip duran o şişko, paytak paytak yürüyen, arkalarına takılmış bir sürü sümüklü veletle uğraşan morslar’a benzeteceğini söyledi ve ekledi “Yoo, ben yapamam. Bir ya da iki kişiyle uğraşmak için bile henüz çok gencim.” V. C. ANDREWS “Zaten seni tek mutlu eden de bu Lena…” dedi babam, “Tüm dikkatleri üzerine çekmek.” Bunu bir suçlama ya da bir eleştiri gibi söylememişti. Sadece gerçekleri söylediğini düşünüyordu. Bunun üzerine annem, hemen o her zamanki tiradlarından birine başladı,- zaten babam, diğer erkekler anneme bakmasınlar diye onun şişman ve çirkin olmasını istiyormuş. “Beni eş olarak yanında dolaştırmaktan gurur duyuyorsun Cameron Goodman. Arkadaşlarının arasında, yanında ben varken, bir horoz gibi nasıl kasıldığını biliyorum. Beni bir mücevhermişim gibi yanında taşımana izin verdim ve bundan hiç de gocunmadım.

Ne diye şikâyet ediyorsun anlamıyorum ki?” “Şikayet etmiyorum Lena, ama ilgilenmemiz gereken yeni hayatlar var. Bizden geçti artık. Bir çocuğumuz var. Ve biraz da bu ailenin üzerine düşmeliyiz.” dedi babam kilisede dua edercesine ellerini açarak. “Sana yüzlerce kez söylediğim gibi Cameron Goodman, aldığın bu maaşla bir çocuk daha yapamayız.” diye yanıtladı annem ve tartışmayı kısa kesmek için arkasını dönüp gitti. Bu hiç de adil değildi, hatta bir özür bile sayılmazdı. Babamın maaşı iyiydi. Her zaman da iyi olmuştu. O zamanlar, dokuzuncu caddede büyük bir mağaza olan Cobbler’s marketlerinin güvenlik şefiydi. Orduda askerî polis olarak çalışmış, oradan ayrıldıktan sonra güvenlik alanında çeşitli yerlerde çalışmaya devam etmişti. Çok uzun boylu ve iri yapılıydı, ama ona bu işi sağICE layan yalnızca fiziği değildi. Diğer insanları yönetebilecek, duyarlı ve açık fikirli bir adam olduğu düşünülürdü. Eminim ki sakinliği ve sabrı annemle geçinebilmesine çok yardımcı oldu.

Her zaman ne yaptığını biliyor gibi görünürdü, sinirini genellikle kontrol ederdi, ama bazen öfkesinin onu yönetmesine izin verirdi. Aslında kendi gücünden, yapabileceklerinden de korkardı biraz. Ne ilginçtir ki, annem ondan asla korkmazdı, babam, bakışlarıyla çok üstüne gittiğini hissettirse de asla çekinmezdi. Onu babama bir şeyler fırlatırken, iterken hatta onu tekmelerken bile gördüm. Bir ağacın gövdesi gibi, sabit, dokunulmaz ve katıydı. Bu annemi daha da öfkelendirirdi. Ancak, sonunda, istediği tepkiyi alamamanın verdiği rahatsızlıkla geri çekilirdi. “Soğuk karakterinle aynı babana benziyorsun.” diye suçladı beni, bir savcı edasıyla uzun ve düzgün işaret parmağını bana doğru uzatarak -çünkü ona göre, dışa-dönük ve heyecanlı olmamak gerçekten bir suçtu. “Damarlanna buz ondan gelmiş. Kesinlikle benden gelmemiş evlat, ben sıcaklık doluyumdur. Bu gözlere doğruca bakan erkek erir.” dedi.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir