Gerard De Villiers – 20 Hayber Gecidi

Peşaver otobüs garında nöbet tutan görevli polis memuru gara henüz gelen üzeri nikelajlı ve resimli otobüslerden inen yolcuları dikkatle süzüyordu. İçlerinden biri dikkatini çekti. Bu şalvar gibi bol pantolonu, dizlerine kadar inen ipekli entarisiyle Pakistan giysileri içindeki bir hippiydi. Kıyafetini başına takdığı takkeyle tamamlamıştı. Simsiyah uzun yağlı saçları omuzlarına kadar iniyordu. Hippi omuzunda asılı duran bez çantasıyla polisin önünden geçerken, memur adamın yüzünün beyazlığını, simsiyah sakalını ve tıpkı bir delininki gibi sürekli kırpışan gözlerindeki karanlık ifadeyi farketti. Yabancı adam sinirli sinirli sigara içiyordu. Polis memuruna belli belirsiz bir tebessüm ettikten sonra otobüs garının kalabalığına daldı. Memur adamı gözleriyle izledi, ama durdurmadı. O sadece hırsızlıkları önlemekle görevliydi. Bu hippi Afganistan’dan gelen bir kamyon şoföründen biraz haşhaş almış olmalıydı, bu da onun sorunu değildi. * ** John Davidson yeni bir sigara yakmak için durunca etrafa bir göz gezdirdi. Demiryoluyla depoların önündeki tren raylarını birbirinden dikenli tellerle ayırmışlardı. Birçok kamyon yüklenmekle meşguldü, bir 5 kısmı ise kızağa çekilmiş tamir olmayı bekliyordu. Şoförlerin bazıları ise bir halı parçasının üzerine yatmış kamyonlarını onarmaya çalışıyordu.


Afganistan’a giden yol buradan başlıyordu. John Davidson, çay kartonları yüklü römorklu bir Mercedes’in yanında brandaların üzerine oturmuş esrar çeken kamyon şoförüne gıpta ederek baktı. Adam Kabil etabını aşma cesaretini göstermişti! Keskin virajlarla derin uçurumları atlatarak dokuz saatlik Hayber Geçiti’ni geçti. Sonra da Afganistan üzerindeki Torkham ile Celâlâbâd sınır bölgesini aşmıştı. Burası eşkiyaların sürekli pusu kurdukları tehlikeli bir yerdi. Bundan sonra da Afganistan’ın başkentine kadar sürecek olan ter döktürücü virajlarla dolu yolu kat edecekti. On beş kamyon yük almaktaydı. Kabil’in ihtiyacını karşılayan bütün çay ve sebzeler Peşaver ile îndus Vadisi’nden geliyordu. John Davidson aradığı aracı bulmak için römorklu kamyonun etrafını dolaştı. Alnındaki terleri sildi. Saat akşamın altısı olmasına rağmen hâlâ sıcaklık kırk dereceydi. Havadaki kuraklık insanın cildini kurutuyordu. Genç hippi ayaklarını sürüye sürüye resimlerle süslenmiş kamyonların arasında dolandı. Gösterişi seven şoförler kamyonlarının saçtan yapılmış olan kapılarını değiştirip yerine oymalı ahşap kaplamalı kapılar taktırmışlardı! Hiç kimse John Davidson’u farketmemişti. Terden rengi sararmış takkenin altındaki Avrupalı yüzü görebilmek için çok yaklaşmak gerekiyordu.

Şoförlerin ve kamyonların arasında zikzaklar çize çize yükleme ambarının arkasına kadar geldi. Heyecan ona birkaç saniye için bunaltıcı sıcağı unutturmuştu. Kalas yüklü eski bir Bedford gölgelik bir köşeye park etmiş duruyordu. John Davidson bir kâğıt çıkarıp plakasını kontrol etti: 8261, 6 bir de Dari* harfleriyle Kabil yazılıydı. Kamyonun şoförü yere çömelmiş kendine çay demliyordu. Koca burunlu, sakallı, genç bir adamdı. John Davidson şoförün yanına oturdu. — Selamünaleyküm. — Aleykümselam, diye mırıldandı genç şoför bir süre adamı inceledikten sonra. Hippi konuşmasına Afganca devam etti: — Kabil’den mi geliyorsun? — Evet. — Geleli çok oldu mu? — Bir saat. — Ya mücahitler? Şoförün yüzü buruştu: — Celâlâbâd’dan sonra oradaydılar, ama onlara iki bin beş yüz Afgan parası vermek yetti. Sınırla Celâlâbâd’ın arasında Sovyetler Birliği artık yol kontrolü yapmıyordu. John Davidson başını salladı ve şoförün bardağa çay doldurmasını bekledi. Şoför demliği hippiye uzattı: — Tohai shang?* — Baleh.

* Hippi bir yudum içmek için bardağı ağzına götürdü. Her zamanki gibi çay yine çok sıcak ve şekerliydi. iki adam konuşmadan çaylarını içti. Pakistan’da hiç acele edilmezdi. Bilhassa önemli işlerde. Şoför bardağındaki çayı bitirince John Davidson kayıtsız bir sesle sordu: — Chardeh’den yükünü aldın mı? Burası Kabil’in güney mahallelerinden biriydi. — Evet, dedi Afganlı. Şoför bu soruya şaşırmamıştı. John Davidson yere (*) Afganistan da konuşulan bir dil (•) Kırmızı çay? C) Evet 7 tükürdü. Burada İngiliz terbiyesini tamamen unutmuştu. Aklı başında olduğu zamanlar kendisinin bir pislik olduğunu ve bir pazar yerinin çöpleri arasında ölüp gideceğini biliyordu. Britanya konsolosu Londra’ya dönebilmesi için ona bir bilet vermişti, ama o bu bileti satmıştı… Beş yıldan beri Kabil, Peşaver ve Keşmir arasında dönüp duruyordu. Her gün biraz daha yıpranıyordu. Hippiyi hafif bir korku sarmaya başlamıştı. Almaya geldiği arkadaşı Bryan neredeydi acaba? Bir sigara daha yaktı ve bir nefes çektikten sonra şoföre doğru eğildi.

— Yola çıkmadan önce, Şehzade Market’de birisiyle randevunuz yok muydu? Afganlı ona sert bir bakış yöneltti, bardağına biraz çay koyup yere döktü, sonra yeniden doldurdu. John Davidson sinirli sinirli zayıf ve beyaz yüzünü kaşıdı. Bryan onu niçin beklememişti? — Evet, dedi şoför. Şehzade’de birisini gördüm. — Nerede? Afganlı karşısındakine şaşkın şaşkın baktı, bardağındaki çayı içip bitirdi ve mikrop dolu pis bir bezle bardağını silmeye koyuldu. — Bilmiyorum, nereye gittiğini bana söylemedi… Yardım ettiği için pişman olmaya başlamıştı. Sorunlar ona göre değildi… John Davidson sinirli sinirli sigarasından bir nefes çekti. — Onu yanına almadın mı? Bryan’ın Peşaver’e kadar kalaslar arasında saklanması gerekiyordu. Bu tarafa gelirken sınırdaki kontroller pek sıkı değildi. Afganlı hayır anlamına başını salladı. —Hayır, bana bir paket verdi. Bu sana mı? — Evet, dedi hemen hippi. — Nasıl bilebilirdim ki? dedi adam çekinerek. John Davidson şalvarının içinde bir şeyler aradı ve 8 on rupilik bir kâğıt para çıkardı şoföre uzattı: — Bu senin. Pakistanlılara ve Afganistanlılara göre tüm yabancılar kendileri gibi fakir görünseler bile cepleri altın doluydu.

Afganlı parayı alarak ayağa kalktı ve kamyonuna gitti. Çay paketleriyle dolu bir kutu çıkarttı. John Davidson onu izliyordu. Kutuyu alarak eliyle şöyle bir tarttı. Çok ağır değildi. Şoför artık onunla ilgilenmiyordu bile, üzerinde çay içtiği halı parçasını katlamakla meşguldü. John Davidson, Bryan’ın gelmeyişinden şüphelenerek Bedford’un arkasında, gözlerden uzak kuytu bir köşede yere çömeldi ve kutunun ipini kopardı. O anda etrafa mide bulandırıcı bir koku yayıldı. Hippi futbol topu büyüklüğündeki cismin sarılı olduğu bez parçasını açtı ve naylonla kaplanmış olan yuvarlak cismi kutudan dışarı çıkardı. Kırk derece sıcağa rağmen birden buz gibi duşun altına sokulduğunu sandı. Bir anda ağızı kurudu ve boğazına bir şeyler tıkandı. Elinde tuttuğu şey bir insan kafasıydı. Çok temiz ve düzgün bir şekilde kesilmişti. Gözleri hâlâ açıktı. Bu arkadaşı Bryan’ın kafasıydı.

* ** Hippi birkaç saniye gözlerini elindeki iğrenç şeyden ayıramadı. Arkadaşının kellesini uçuran kişi bu işi büyük bir titizlikle yapmıştı, çünkü plastik torbada hiç kan lekesi yoktu. Birkaç obur sinek hemen paketin etrafını sarıverdi. John Davidson korkarak kafayı kutunun içine koydu sonra paketi Bedford’un altına itti ve tir tir titreyerek ayağa kalktı. Bakışları kendisini izlemekte olan bir adamınkilerle karşılaştı. Bu sırık boylu ya bir Afganistanlı ya da bir Pakistanlıydı. Arkasındaki demiryolunu kapatan tel 9 örgülü duvara yaslanmıştı. Hippi öyle telaşlandı ki, adama bile dikkat etmedi. Adam onu doğru bir adım attığı sırada, John Davidson’un az önce garda gördüğü polis memuru Bedford’un yanından çıkıverdi. Bu garip kılıklı yabancının ortadan uzun süre kayboluşunu merak etmiş olmalıydı. Eğer bir kaçakçılık olayını ortaya çıkarabilirse oldukça yüklü bir bahşiş alabilirdi… John Davidson çareyi kaçmakta buldu. Demiryolundan epey uzaklaştıktan sonra yavaşladı. Bir dolmuş çevirdiğinde bacakları tir tir titriyordu. Yolcuların ortasına oturunca kalp atışları biraz yavaşladı. Birden kamyonun yanından kendisini izleyen dev adamı hatırladı.

Kafayı kesinlikle görmüştü. Kelle bulunacaktı ve polis kendisini suçlayacaktı. John Davidson daha önce bir kez Peşaver Cezaevi’ne girmişti, bunu tekrarlamaya da hiç niyeti yoktu. Korkudan midesi bulanmıştı, kusmak istiyordu. En iyi arkadaşı Bryan ölmüştü. O da kendisi gibi bir pislikti, fakat her ikisi de Liverpool’da doğmuştu. Hatta aşağı yukarı aynı sokakta. Neler olmuştu? Şimdiye dek tehlikeli ve gizli olmayan ufak tefek işler yapmıştı, ama işte şimdi birdenbire hayatı sona erdirilmişti. Pazarın giriş kapısında dolmuştan indi. Demiryolunun üzerindeki köprüden geçti, Dean’s Hotel’e gitmek üzere Şah Pehlevi’ye saptı. Kendisine para veren adama olanları bildirmesi gerekiyordu. Dean’s de bir telefon kulübesi vardı. John Davidson hızlı adımlarla dolanıp duruyordu, her zamanki normal kalabalıktan başka bir şey göremiyordu. Çekçek arabalarının, otomobillerin ve at arabalarının klakson sesleri başını ağrıtmıştı. * Cemal Şeddi hiç telaş etmeden sakin sakin otobüs ıo garından çıktı.

Kızgınlığını gizlemeyi çok güzel başarıyordu. Şu sersem polis memuru olmasaydı Kabil’deki kelleye bir tane daha ekleyecekti. Şalvarının içinde uzun ve jilet gibi keskin bir bıçak vardı. Bir çekçek arabasının sürücüsüne seslendi. — Beni Friend’s Hotel’e götür. Dar iskemlenin üzerindeki iri cüssesini aklınca gizlemeye çalıştı. Sonra alnından akan terleri silmek için başındaki türbanını çıkardı. Burada, Peşaver’de sıcaktan ölüyordu, oysa Kabil’ de hava daha serindi. Fakat artık seçme hakkı yoktu. Urduca* ve İngilizce kelimelerinden oluşan şu Pakistanlıların lisanını anlamakta çok güçlük çekiyor ve bu gürültülü sıcak şehirde son derece rahatsız oluyordu. Kendisini teselli etmek için elini cebine soktu ve sıkı sıkı sakladığı yüz rupilik banknotları elledi. Cebindeki bu servetin dışında istediği tek şey görevini bir an evvel tamamlayıp ülkesine dönmekti. Dört yıl önce Cemal Şeddi çok fakir bir adamdı. Kabil pazarında hamallık yaparak geçimini sağlamaya çalışan bir hazara* idi. Gün geçtikçe daha ağır yükler taşımak zorundaydı.

Yatacak yeri bile olmadığı için dükkân köşelerinde veya sokaklarda uyurdu. Sonra bir gün iyi yürekli bir adam çıktı. Hemşerisi olan bu adam ona, Afganistan Komünist Partisi Parcham’ a yazılırsa parlak bir geleceğe kavuşacağını vaat etti. Okuma yazması olmayan Cemal Seddi’nin politikadan hiç mi hiç haberi yoktu, ama beş bin Afgani * kaçırılacak gibi değildi, partiye yazıldı. Dostu bir hafta sonra görevli olarak gelmiş ve ona günde yüz Afgani kazanacağı bir iş teklif etmişti. Bu iş çok basitti, cezaevinde çalışacak ve suçluları konuşturaC) Pakistan’ın resmi dili (*) Afgan ırkından olan ve diğer kavimler taralından hor görülen Moğollar (‘) Afgan para birimi 11 na kadar dövecekti. Suçluların çoğu Cemal’in de nefret ettiği Afganlılardı. Onun için yeni görevini memnuniyetle kabul etmişti. Bu nedenle ülkesini savunmak için çarpışan ve yakalanan zavallı Afganlı askerleri kıyasıya dövüyor ve ağızlarından onlara yardım edenlerin ve arkadaşlarının adlarını almaya çalışıyordu… Attığı dayakların izi kalıyordu. Çünkü Cemal’in renkleri seçme yeteneği yoktu. Her beş mahkûmdan biri konuşamadan ölüyordu… Fakat genelde amirleri Cemal’den çok memnundu. Bir kez bir Sovyet üsteğmeni tarafından taktir bile edilmişti. Birkaç ay sonra pazarın arka kapısında bir yabancıya rastlamıştı. Cemal’e bir şişe Pepsi ısmarlayan bu adam Afgan direnişçilerinin başına ödül konduğunu haber vermişti. Tek kurtuluş yolu mücahitlere katılmaktı.

Onlara bir “Douchka” * götürse suçlarını affederlerdi. Kendi durumunun ne olduğunu pek bilemediğinden karşısındaki adam onu hainlikle itham edince Cemal aşırı derecede sinirlenerek ve tahrik olarak adamı oracıkta boğuvermişti. Olayı anlattığında KGB’nin Afganistan’daki resmi gestaposu Khad tarafından içtenlikle kutlanmıştı. Cemal’in ünü öyle yayılmıştı ki, Kabil’den ayrılmak zorunda kaldı. İki yıldan beri Cemal Şeddi Khad’ın hesabına çalışmak üzere Afganistan’da sürekli dolaşıyordu. Üstelik komandolar da peşindeydi. Bu tehlikeden de yeni haberi olmuştu. Konuşturmak için dövdüğü bir mahkûm da onun şöhretinin yaygınlığından söz etmişti. Cemal hemen dostuna içini dökmüş ve kendisini korumalarını istemişti. O zaman şefleri ona bir teklifte bulunmuştu. Pakistan’da Sovyetler Birliği yararına yapılacak acil ve tehlikeli bir görev vardı. Eğer Cemal bu işin üstesinden (•) Sovyet yapıtı makineli tülek 12 gelebilirse ona Kabil’in yakınındaki Sovyet Merkezi’nde sakin bir görev verilecekti. Yalnızca tankları bekleyecek ve onların bakımını yapacaktı… Artık bir daha işkence ve tatsız işler olmayacaktı… Peşaver’e işte bu amaçla gelmişti…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir