Vus’at O. Bener – Dost Yasamasiz

İkindiye doğru dükkânına uğradım. Kasap Ali dostumdur. Eline geçen parayı içkiye yatırır. Kör kedisini yanından ayırmaz. Bir yanda et parçalar, fukara kadınlara on kuruşluk ciğer doğrar, ötede kanlı ellerini pis önlüğünde temizleyerek rakısını gırtlağına aktarır. Yalnızdı. Geniş ağzını elinin tersiyle silerek buyur etti. Her zamanki gibi hatır sormadan, kulpsuz fincana rakı doldurup uzattı. Büyükçe bir yudum alıp bıraktım. Su aranıyordum, testiyi gösterdi. Bardağa ne oldu? Omuz silkti. Dizine kıvrılmış kedisini okşayarak: Körün işi, dedi. İyi oldu. Zorum yok zaten bardakla. Daha bir çökmüş.


Uykusuz, akı kirli sarı, kapakları sulu gözleri donuk. Bugün paralı olmalıydı. “Kulüp”tü içtiği, ama baktım, şişe yarım. Epey oldu galiba başlayalı. — Yo! İsteğim yok pek. Vurgun bu. Dün düğün vardı da mahallede. Hasan Ağa yollamış. Biraz evvel geldi. Yeter mi bize? Yenisini aldıralım istersen. İyi ya. İştahın varsa. Senin yok mu yani! Güldü. Bir iki buçukluk uzattım: Tamamla üstünü. Yoksa kalsın.

O kadar mı öldük! Köşe başındaki bakkalın çırağı, karşı kaldırımda, sırtını duvara vermiş uyukluyordu. Seslendi: Hey Bapko! Kalk ulan. Bana döndü: “Yeni” mi olsun? Hepsi bir. Karıştırmayalım ha, ağzımızın tadı bozulmasın. Kepenklere son ışık vuruyor. Sinekler koyulaşan duvarlara yapışmış kımıldamıyorlar. Yoldan geçen eli çıkınlı, siyah başörtülü kadınlara bakıyordum, seslice güldü. Ne güldün? Başını salladı. Hiç. Nasıl hiç? Bakıyorum, hayatından memnunsun da. İyisindenmiş seninki. Bizim karı dokuz canlı. Dört tane de piç… İçmezsin de ne halt edersin. Cevap vermedim. Çengele takılı bir öküz yüreğinden toprağa kan damlıyordu.

“Memnun muyum? Azap içindeyim. Çok çekti zavallı. Ne kadar hayata bağlıydı. Bense kurtuluşu ölümden bekliyordum. Beklediğim de oldu. Ne maskaralık! Kendime değil, ona ölümü yakıştırmak…” Çocuk gözüktü. O kalkmadan ben davrandım. Ses çıkarmadı. İlk kadehi Bapko’ya verdim. Bir solukta boşalttı. Eyvallah ağabey. Uzattığım birkaç leblebiyi ağzına atıp çıktı. Bizim karı, çoktandır görünmedin ya, boyuna seni sordu. Aşık mıdır nedir sana! Hiç böyle konuştuğunu duymamıştım. Bu da nereden çıktı? Kirli dişlerini meydana vurdu: Pek mi saçma laf ettik! Aldırma yahu, şaka… Bırak Ali.

Böyle şaka olmaz. Bilirsin iyi kızdır Naciye. İyi midir? Bana ne iyiyse. Haydi çekmene bak. Sıra sende. Ben şu mumu bulayım. İçimden küfrettim. “Herifte kalp denen şey yok.” Karım gömülürken beraberdik. Hoca berbat bir sesle anlamadığım şeyler söylüyordu. Tabutun testereyle kesilmesi sırasında kulağıma eğilip: “Bu iyi işte. Çabuk çürür ölü” dediği zaman bile, bugünkü kadar canımı sıkmamıştı. Dahası onu, bütün ötekilerden daha dürüst bulmuştum. Üst üste birkaç kadeh içtim. Kafam buğulandı.

Mum ışığının duvara çizdiği gölgeler sallanıyor. “Herifte kalp denen şey yok.” Karısının ince yüzü gözümün önüne geldi. Her gittiğimde ne yapacağını şaşırır. Biraz yumuşak yüz görse. Ona baktım, dalgın gibi. Ne o, neden konuşmuyorsun? Hiç. Düşünüyorsun da. Karın mı geldi aklına? Gücenme, yüreğin pek yufka. Kadın yüktür yük. Atmaya bakmalı. Böyle düşünmeye hakkımız yok. Sen de az mı şikayet ederdin, unuttun galiba? O başka. Ne olursa olsun, kimse kimsenin yükü değildir. Aklım ermez.

Değil mi ki, acımak var bu dünyada, bitti, bırak… “Merhamet kötü şey, ondan kurtulmak lazım,” demişti, bir gün de. Ekledi: Olmaz. Bak ben acımam işte kimseye. Sen hiç gördün mü benim dükkâna dilenci sokulduğunu? Assınlar kendilerini be! Görsün herkes. Ne diye ben onlara acımaya mecbur olacakmışım? Sustuk. Vakit geçmiyor. Saat daha dokuz buçuk. Dilim dişime dokundukça sinirleniyorum. İçten içe sızlıyor. “Allah belasını versin. Hayat mı be! Şimdi ben zevk mi alıyorum, bu adamla oturup içmekten? Sıkıntı işte. Keşke eve gitseydim. Kitaplar. Yerin dibine batsın kitaplar! Ne öğrettiler bana? Sökebildiler mi içimdeki huzursuzluğu? İçmek gerek. İyi ama, bu sürüp gitmez ki böyle.

Ben, şu, hem kasap, hem kasap ruhlu herif, içiyoruz da ne oluyor? Hiç. Öyle. Hiç değilse düşünmediğimiz, beklemediğimiz şeyler olsa… “ Duvardaki gölgemi gözetlediğimin farkına vardım. Başımı yana çevirince uzadı. Polis hafiyelerine benzedim. Demin daha biçimliydi oysa. “Biçimli bir adam! Tuhaf.” Mum sönmeye yüz tutuyor. Bitişik evden bazan belirli tiz, bazan kalın, boğuk sesler yansıyor. Kavga ediyorlar galiba. Mum gidiyor ha, var mı başka? Yok. Ee? Uzaktan hafifçe dükkânı aydınlatan elektrik direğini gösterdi. Vazgeç, birer daha atalım da, gidelim Ali. Sen oturmak istiyorsan başka. Ama evden beklerler bana kalırsa… Eliyle anlamsız bir işaret yaptı.

Hadi sağlığına. Öyle olsun. İkimiz de terliyoruz. Sesler hafifledi. Tavandan bir şey düşer gibi oldu. Örümcekmiş. İleri geri sallanıp duruyor. Kalk Niyazi bey. Gidiyor muyuz? Gidiyoruz, bizim eve. Ben pek iyi değilim. Hoş gör, başka zaman. Erken daha. Otururuz bahçede. Hadi yürü. Kalktı, kolumdan çekmeye başladı.

Biraz sarhoş oldu galiba. Ben de kalktım. Otururken anlaşılmıyor. Üstüste içtik de ondan. Hadi, davran. Peki, peki. Hafifçe sallanıyorum, ya da sallandığımı sanıyorum. Şişenin mantarını özenle sıkıştırdı, yan cebine soktu. Kör kedisini karnı ortasından koltuğuna kıstırdı, çıktık. Eminim o da beni sarhoş sanıyor. Koluma girdi, yürüyoruz. İçkiliyken gelişigüzel adım atmak hoşuma gider. Bazan, ufak çukurlara bir boşluğa düşer gibi yalpalarla inip çıkıyoruz. Tek tük gelip geçenler biraz sonra kafalarını geri çevirip bakıyor olmalılar. Zararı yok.

Onu hemen bırakmak doğru olmaz. Huyunu bilirim. Dükkâna döner ve sızıncaya dek… Niyazi bey. Söyle… Ben fena adam mıyım? “Bu içlilik de nereden çıktı!” Herhalde ikimiz de pek iyi değiliz. Yok, yok, sen fena adam değilsin. Ama ne çıkar… Öyle hiçbir şey çıkmaz. Biraz daha ağır gidelim. Bak caddeye çıktık. Yavaşça kolumu bıraktı. Evlerinin önüne gelince ayrılayım dedim, tutturdu: Olmaz Niyazi Bey. Bahçede oturacağız biraz daha. Zaten canım sıkılıyor, karıdan çıkacak sonra acısı. Uzatma. Ve kapıyı tekmeledi. Garip bir uyuşukluk içindeyim.

İçeriden nalın tıkırtıları duyuluyor. Zayıf bir ışık, kapı aralığından sızdı. Girdik. Aa! Niyazi ağabey siz miydiniz? Nasıl oldu böyle. Buyrun. Sorup duruyordun, getirdim işte ağabeyini. Hadi şimdi durma. Bahçede oturacağız. Bardak getir. Bir şeyler bul. Feneri bize bırak… Tahta masanın yanındaki demir sandalyelere iliştik. Hava öyle durgun. Yerde cam kırıkları parlıyor. Gök yıldızlı. Şu Kutup Yıldızı nerede acaba? Hey, hadi be! İki bardak getir evvela.

İçeriden seslendi: — Geliyorum. İnsan bir haber gönderir. Ne bileyim ben… Her gelişimde kendine çeki düzen verir, yeni basma entarisini giyer. Bu kez de öyle oldu. Bardakları bırakırken: Kusurumuza bakma artık, ağabey, dedi. Hoş geldiniz. Haberim olsaydı. Biraz ciğer var onu getireyim bari. Salata da yapayım. Bırak Naciye, zahmet etme. Zaten… Getireyim, götüreyim! Lafı bırak yahu, getir işte ne varsa. Kinli bir bakış fırlatıp uzaklaştı. Bardağı yakaladım. “Şu içkiler daha sert olsa…” Mezeler geldi. O da bir sandalye çekip yanımıza ilişti.

Nasılsınız? Gözükmediniz hiç. Acılı gününüzde gelecektim, bizim adam bırakmadı. Teşekkür ederim Naciye. Gelmediğin daha iyi. Nasıl çocuklar? Eh, iyi işte. Sustuk. Gene o sıkıntılı hava. “Çekip gitmeli” dedim, “Manasızlık. Ne işim var benim burada…” Çabuk gevşedim. Bir aralık Naciye’nin her zamanki hayran bakışlarını üstümde duydum. Bir şeyler söylemek gerek: Çocuklar yattı galiba. Ne yapıyor Mustafa? Yüzünü buruşturdu: Eline geçeni kırıp geçiriyor, ne yapacak. Ali, sesli bir of çekti, gözlerini yumdu, sonra hırıltılı bir gülüşle önündeki bardağı yarısına kadar doldurarak karısına uzattı: Al iç şunu. Sarhoş musun sen. İstemem, çek elini.

İç diyorum be! Numara mı yapıyorsun. Gördün ya Niyazi Bey. Baktım, pek isteksiz görünmüyor. İstesem alacak. Gülümsedim, aldı. Vallahi hatırınız için ağabey. Alışık bir tavırla nefes almadan içti. Birden dikiverdin ama, gözlerin de sulandı, dedim. Zararı yok. Biz de üçleyelim mi Ali? “Ne zavallılık. Bu kadının da umutları vardı elbet. Karımın olduğu gibi. Kabahat kimde? Uyuşamadık işte. Hangimiz kurtuldu? Bana ne. Duyuyor mu bir şey? Toprağı bol olsun.

Değer mi çekmeye. Sanki yaşamak…” Kerpiç duvarın üstünde iki gölge kımıldadı. Yapraklar hışırdıyor. Ali gene sıkıntılı bir ses çıkardı: Kör olası hava, es biraz. Boğulacağız neredeyse. Sigaram bitmiş, var mı sende Niyazi Bey? Uzattım. Naciye’ye de ver bir tane. Al al bırak kibarlığı… Hani bir şarkın vardı senin, onu da söyle ağırdan. Nazlanmadı. Kurşuniye çalan gözlerinde garip bir parlaklık belirip söndü. Kırgın, dokunaklı bir sesle başladı: “… Öyle karanlık gece ki ruhum, olmuyor sabah… “ “Olsa ne çıkar? Senin de için sıkılıyor Naciye. Ne bakıyorsun. Hakkın var, çekilmez. İrili ufaklı dört çocuk. Bu kaba, ahmak herif.

Düşmüşsün bir kere. Laf, bana ne düşmüşse? Bütün dertlerin tasası bana mı ait?” Beğenmediniz ağabey. Yok canım, çok güzeldi. Emin ol. Hakikaten. “Sevindi. Ben aptalım. Bir yıldan beri dikkat etmedim. Ettim ama. Saf değil. Bir kadından bu kadar saflık beklenmez. Belli olmaz da. Olur a! Hadi canım geç. Farkındayım, sarhoş diyorsun. Değilim.

Yanılmam ben.” Amma da içiyoruz be. Kaç saat? “Ne herif.” On bire geliyor. İyi. Açıktır Nuri. Ben şimdi gelirim. Kalkıyordu. Naciye önüne geçti: Şaşırdın mı sen? “Bırak gitsin işte.” Çekil, şimdi tokadı yersin ha. Göğsünden itiyor. “Hayvan.” Aralarına girdim. Ali kendine gel. Haklı, geç oldu, vazgeç.

Böyle yapacaksan şimdi giderim. Telaşlandı: Sen otur, Allahını seversen, darılırım bak. Hatırımı kırma. Karısına döndü: Yürü, yatak ser yukarıya. O kadar mı öldük Niyazi Bey. Tahta kapı gürültüyle kapandı. “Ne yapmalı?” Otursana Naciye, nereye gidiyorsun? Durdu. Yatak içinse zahmet etme. Kalacak değilim. Neden? Ali kızar sonra. Otur dedim ya. Sandalyenin arkalığına iyice yaslandım. “Öyle karanlık gece ki ruhum… Çekiniyor gibi.” Ağabey uyuyor musun? Yo. Konuşmuyorsun da.

Niye söyledin bu şarkıyı Naciye? İçini çekti: Hiç. Ne bileyim. Çok dokundu bana. Sahi mi? Ciddi söylüyorum. Alay etme. İçeriye kulak verdi: Uyandı galiba kız. Bakayım şuna. “Ne yapar? Bekliyor. Hiç bugünkü kadar… “ Damarlarımda tuhaf bir kıpırtı başladı. “Ne yapar? Deliliği bırak. Ya sandığım gibi değilse. Fırsatçı sersem. Hadi canım, pek önemli değil. Bu vaziyette haklıdır. Sana ne.

” Çabuk döndü. Önümdeki bardağı bana sormadan alıp, içti. Uyudu mu çocuk? Uyudu, su verdim. İyi, çocuklarını düşünüyorsun! Ben mi? Hiç bile. Neden? Vız gelir bana çocuklarım. Ya. Alay etme benimle. Gelsene sen biraz yanıma. Yaklaştı. “Ne demeli? Amma sakin.” Beni dinle. Sabırlı ol. Geçer bunlar. Güldü. Gülünecek söz elbette.

“Çek arabanı haydi. Kalk. Anlamadım mı sanki, budala. Gideceğim ama.” Bana müsaade. Gideyim artık. Gidiyor musun? “Laf işte. Boşuna gayret.” Gidiyorum. Eve mi? Nereye olacak? Ali’ye ne diyeyim? Bekledi, bekledi gitti, dersin. Yürüdüm. Peşimden geldi. Kapının mandalına uzanıyordum, gene güldü. Durdum. “Ahmak.

” Ben sarhoş değilim Naciye. Biliyorum. Çekil kapıdan. Titriyordu. Damarlarımdaki kıpırtı birden artıverdi. İlkin silkindi, sonra elindeki fener ayağının dibine düştü. Haydi çekil şimdi. Bu kadarı yeter. Suçlu suçlu önüne bakıyordu. Bir şey demedi. Çıktım. Daha on beş adım atmadan pişman olmaya başladım. “Keşke ısrar etseydim. Dönsem. Olmaz.

Niye? Ali’yi beklerim. Neredeyse gelir. Yolda karşılaştım derim.” Döndüm. Kerpiç duvarın karanlık köşesine gizlendim. “Yak şimdi bir sigara. Ne sıcaktı dudakları. Ahmak, şimdiye kadar anlamalıydın.” Yarım saat geçmiş olmalı. İleriden bir gölge göründü. Belli, adamakıllı sarhoş. Kapıya boş bir çuval gibi yığıldı. Koştum. Ali’yi sürükleye sürükleye içeri aldık. Sedire uzattık.

Söyleniyor. Uzamış sakalı, iri patlak gözleri, kıvrım kıvrım boynu üzerinde yana yatmış koca kafası iğrenç. Yüzünde derin çizgiler, acayip bir anlam var. Naciye deminkinin tersine, yalnız kalışımızdan sıkılır gibi. Bir kahve pişireyim mi, açılırsınız. “Sınız. Niye sınız!” Başımı salladım. Sofa karmakarışık. Tavandan örümcek ağları sarkıyor. Arada koşuşan farelerin tıkırtıları işitiliyor. Kahvem geldi. Fincanı uzatırken elinin titrediğini gördüm. Gidecek misiniz? Cevabını beklemeden ekledi: Yukarıya bir yatak sereyim isterseniz. Fena olmaz. Yorgunum zira.

“Sedirdeki korkunç yaratığın yanında bu kadın! Canlı ve arzulu, nasıl yatar? Ona yaşayabileceği en güzel bir aşk gecesi verebilirim.” Sen nerede yatacaksın? Bakışları öyle bir bulandı. Sert bir sesle: Burada, dedi. “Laf, numara yapıyor. Pekala!” Tahta döşemeye serdiği yer yatağına elbisemle uzandım. Az sonra kapı açıldı. “Gelecek tabii!” Kıpırdamadım. Başucuma sürahiyi bıraktı. Niye geldin? Ses çıkarmadı. Yavaşça ayağımdan iskarpinlerimi çekti. Lambayı kısıp dışarı çıktı. “Nazlanıyor! Birazdan. Kimbilir ne zevk almıştır. Hayatında hiç böyle öpüldü mü acaba?” Soluğum sıklaşmaya başladı. Ağzım kurudu.

“Saçlarını yavaş yavaş okşarım!” Dakikalar geçtikçe sinirlerim geriliyor. “Ayıldı mı yoksa Ali? İmkansız, körkütüktü. Amma garip kadın. Darılttık mı yoksa? Muhakkak uyanıktır. Sabırlı ol oğlum. Aşağıya insem? Ya ayıksa? Aldırma. Bahane kolay…” Doğruldum. Ceketimi çıkardım. Tahtalar gıcırdıyor. Çarpıntı içinde merdiven başına gelebildim. Kısık idare lambası eşiğe konmuş. “Görülmüyor ki sedir. Aldırma.” Pek sakınmadan indim. “Gözlerim bir alışsa.

Yok mu ne? Bir şeye çarpmasam bari.” Elimle yavaşça yokladım. “Kalkmış. Tuhaf şey. Nasıl kalktı bu?” Ayaklarımın ucuna basa basa yatak odalarına yaklaştım. “İnliyor. Öyleyse Naciye çekti içeri. Tokmağı çevirsem. Uyumuyorsa görür. Görmez, oda karanlıktır. Öksürsem?” Öksürdüm. Gene ses yok. “Yürü be. Bu kadar mı alçaldın?” Bir kez daha umutsuz basamakta durup çevreyi dinledim. “Yatmalı.

” Uyandığımda ortalık yeni ağarmıştı. Ağzımda çiriş tadı, başımda tortusu dibe çökmüş bir ağırlık, midemde eziklik. Gaz kokusu odayı kaplamış. Sızıncaya değin geleceğini ummuştum, yalnız oluşuma şaşar gibi bir halim var. “Akşam olanlar.” Garip bir pişmanlık duygusu içindeyim. “Rezalet!” Kapı kapalı, iyi biliyorum, açık bırakmıştım oysa. Anladım. Geldi. Ben sızdıktan sonra herhalde. “Enayi, sızmasaydın işte. Bırak bırak kimseye görünmeden gitmeli.” Pantolon buruşmuş. Gömleği atıvermişim. Demek epey sarhoştum akşam.

Ellerim tozlu gibi. “Bu da ne?” Dörde bükülü bir kâğıt parçasıydı. İskarpinleri çekince altından çıktı. “Bunun için geldin demek!” Okudum. Acemice bir yazı. Güç söküyorum. “Niyazi Bey: “Beni fena kadınlardan sandınız. Teessüf ederim. Evet, daha bize ilk geldiğiniz günden beri sizi delice sevdim. Ne yapayım elimde değildi. Bu gün anladım ki siz de beni seviyormuşsunuz. Fakat sonra… Ama affediyorum. Yalnız bana kavuşmanız; şunu iyi bilin ki, ancak evlenmemiz şartıyla olur. Ben, nikah altındayken sizin olmam. Eğer maksadınız benimle evlenmek değilse kendimi intihar ederim.

İnanmazsın, yaparım bak. Çocukları hiç düşünme. Yeter ki sen iste. Kabul ediyorsun değil mi? Senin vicdanından şüphe etmem. Oturduğumuz ev benimdir. İstemezsen satarız. Öyle sevinçliyim ki. Artık bu cehennem azabından kurtuluyorum. Akşam aşağıya indiğinde uyanıktım. Çok isterdim ama. Sana hizmetçi gibi bakarım Niyazi Bey. Acele cevabınızı bekliyorum.” “Kendimi intihar ederim” tümcesini okurken elimde olmadan güldüm. “Zavallı basit kadın. Ben seninle nasıl evlenirim!” “Kabahat bende.

Temizle bakalım şimdi. Ne mendebur talih be. Birinden kurtul, birine çat. Şu kadınlar kuş beyinli. Hiç düşünmüyor ki…” Mektubu buruşturup cebime soktum. Endişem artmaya başladı. Çıkardım. “İnanmazsın yaparım bak.” “Yapar mı yapar.” Tavana baktım. “Şu salıncak halkasına ipi takabilir.” Sallanışı gözümün önüne geldi. Sırtım ürperdi. “Hadi canım palavra. Kolay mı o kadar? Aklınca… Bir daha görünmeyiveririm, olur biter.

Vakit erken. İsabet. Daha kalkmamışlardır. Çekip gitmeli. Ya dediğini yapıverirse? Bana ne? Daha görür görmez sevmiş! Laf. Tuhaf, mecbur muyum yani? Ben de amma yumuşak kalpliyim.” Kararsızlığıma içerliyorum. Bir sigara yaktım. “Düşüneyim biraz. Acele etmemeli. Bu sefer de acırım arkasından. Büyütüyorum işi. Oyalarım. Birdenbire olmaz dememeli.” Ferahlar gibi oldum.

Belki o da kalkmıştır. Giyinip aşağıya indim. Mutfaktaydı. Girdiğimi sezdi. Bir şey arar görünüyor. Sesimi yumuşatmaya çabaladım: Erken kalkmışsın Naciye? Döndü. Rengi uçuk. Heyecanını belli etmemeye çalışıyor. Çay mı hazırlıyorsun? Kıpırdamadı. Yavaşça yanına yaklaştım: Sakin ol Naciye, okudum mektubunu. Elini tuttum. Öyle bir güvenerek sıktı: Kızdın mı bana? Çenesini okşadım: — Ne münasebet. Kızar mıyım sana? Ama oturalım da öyle konuşalım olmaz mı? Çekingen, suçlu bir tavırla dinliyordu. Sen çocuk değilsin Naciye. Söz ne demek bilirsin.

Başını salladı. — Emin ol, ben de seni severim. Fakat. Bazı mecburiyetler var ki… İnsan ne kadar istediğini yerine getirmeye çalışsa olmuyor. Nasıl anlatayım… Arkasını getiremedim. Yardım etti. Anladım, arada başkası var. Soluk aldım. İyi tahmin ettin. Yalnız söz vermiş olsam gene neyse. Yüzü değişiverdi. Ortada tamiri imkansız bir hadise de var! Anlamadı. Yani onu almaya mecburum. Yoksa… İnanmadı. Anladın değil mi? Kim bu kız? Tanımazsın Bursalı.

Durakladı: Çocuk da var mı? Başımı eğdim. Düşündü. Acır gibi yüzüme baktı. Sonra kırık bir sesle gülerek: Eh ne yapalım, dedi. Üzülme. Şaşırdım. Yineledi: Ne yapalım, sağlık olsun. Ver mektubumu öyleyse. Uzattım. Darılmadın ya. Yo niye darılacakmışım? Gözlerinde kesin bir anlatım vardı. Kuru, acı, koyu bir anlatım. Bak bir delilik edersen… Cevap vermedi. Buruşturulmuş kâğıdı ocağa attı. Dışarıdan Ali’nin bağırtısı duyuldu: Naciye, kahvemi getir.

Istakoz İlçeyi ortasından bölen yol, bulanık bir göl suyunda karşı yakayı tutmuş bir salın ya da mavunanın geride bıraktığı iz gibi. Belli belirsiz. İki yana kırışan ölü kıvrımlara atılı atılıvermiş evler. Bir kamyon hızla geçmesin, yıkılacaklarından ürkerim. Her çatı oynar, her tavan akar. Kafes kafes ardında suskun kadın başları, sarı çocuk başları. Musalla taşında her gün ölü. Minaresinde aynı kulak burgulayan ağıt-ses. Fırsat bulmayayım, soluğu iskelede alırım. Susuz Karınca deresinin tahta köprüsü, kambur ağaçlar, sürülmüş tarlalar, az kumluk, deniz. Çok yakın. Zeytinlik, kıyı birbirine bitişik. Gümrük Muhafaza Memuru Ziya Efendi, sabahsa “Hüdaverdi” motorunun, ya da “Serdengeçti”nin Rizeli kaptanıyla sohbettedir. Kaptan Köstence seferini kimbilir kaçıncı kez anlatır; bir ızgara çipuradan tadarak, bir kaçak dut rakısından yudumlayarak. Sohbetin sonunda iş bitmiş yük inmişse, ayaklarının yarısı kemirile kemirile kopup göçmüş iskelenin bordasında kucaklaşılır, kaptan cömerttir, görgülüdür, gümrükçünün bahşişini unutmaz verir.

Bazan acemiler de çıkmaz değil; küçük motorların gemicileri, bu iskeleye ilk seferciler. O zaman: “Siftahı edelim aslan!” demesi gerekir ki Ziya Efendi’nin, işte buna fena halde tutulur. O gün suratından geçilmez artık. Her şeyden yakınır. Bir zeytin ağacının elli kuruşa satıldığı yıllarda aklının nerede olduğunu sorar. “Yangınım buna!” dediği denize bile tükürür. İskeleye, dişleri dökük bir beygirim var, onunla giderim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir