Vus’at O. Bener – Kapan

Gogol’ün ünlü öyküsüyle ilgisi yok, deve tüyü, kolunu Nihal’in okşadığı paltomun çalınması öyküsünün. Bakıştık. Arka bahçeye açılan pencereyi açık bırakan kim? Önemli mi? Biricik, hem hayli pahalıya patlayan paltomu almış götürmüş biri. Pervazda çamurlu ayakkabı izleri. Pencerenin yüksekliği bir metre bile değil. Zıpladın mı odadasın. Suçlamaya kalkmadık birbirimizi. Polise bildirmenin sonuç vermeyeceği açık. Kapıcı Musa’yla bitişik dairemiz. Daire sözü de laf ola. Sığınakmış da bozulmuş iki odalı, sobalı oturulacak mekân oluşturulmuş. Ağız arasam mı? Kışa giriyoruz, üstbaş nafile. Adamcağız şeytana uymuş olabilir. Doğrudan sen mi aldın denir mi? Dolaylı yoldan, “kim olabilir acep?” falan demeye kalmadı, öyle bir karşı çıktı ki, öldürecek sandım! Çaresiz sineye çekeceğiz. Ne ki, oldukça yıpranmış pardösümden başka kışı atlatacak başka paltom da yok.


Düşman kesildi üstelik Musa. Çöpümüzü bile almıyor. Odun, kömür kırma işini de bana bıraktı. Ne yapalım, katlanacağız. Derken, aradan birkaç ay geçti sanırım. Soğuklar bastırdı. Musa’nın sırtında biraz eprimiş bir palto belirdi. Benim deve tüyü paltomu sattı, yerine bunu aldı Hergele Meydanından, dedim içimden. Kalkıp göz göre göre benim paltomu sırtına geçirecek değildi ya… Derken, bir gece– gece yarısına doğru kapımız yumruklandı. Açtım. Musa’nın iri memeli, hantal karısı Zehra. Ağlıyor. “Bak hele bey, Musa kör oldu zaar.” Ev sahibi kaynak yapılacak bir şey vermiş buna. Musa da demircinin kaynak makinasını –gözlerini koruyan nesneyi gözlerine takmadan kaynağı yapmış.

Yanmış gözleri. Gelip geçerken tabelası gözüme ilişmişti. Op. Dr. falan. Göz uzmanı. Musa girdi koluma. Yakındı muayenehanesi adamın. Tırmandık merdivenleri. Dua etmeliymiş bana. Sabaha bıraksaydı, kör olurmuş gözleri Musa’nın. İlaçlar sürüldü. Bantlandı. Yirmi dört saat açılmayacak. İnşallah kurtulur.

Kurtuldu Musa. Yine de kuşkulandığım için bağışlanmadım. Hep asık kaldı suratı. Biraz yumuşadı o kadar. Dönüşsüzlüğe Övgü Nietzsche Ağladığında’yı okuyorum günlerdir. Hâlâ umutsuzluğun doruğunda değilim. Oysa İpin Ucu’nda umudun nice soytarı, aldatıcı olduğunu belirtip, oyunun kahramanlarına buluşlarını alkışlatmıştım. Nietzsche ile bunca yakınlaştığımdan önce. Kendimle savaşta hep yenilgiye uğradım. Doktor Brauer de sonuçta Sigmund Freud’un uyguladığı hipnoz yöntemi sonunda geriye döndü. Mathilde’ı, çocuklarını, tüm başarılı yaşamını hiçe sayıp, kendini doğrulamayı, özgürlüğün anlamını bulmayı imgelemişti. Zamanın boyutsuzluğunu, geriye ya da ileriye işlemezliğini ileri sürüyor, tüm akılcı ya da duygusal seçimlerin yinelenmekten ibaret kalacağını savlıyordu filozof. Doğru. Tastamam. Nereye varılacak? Varılamayacak bir yere, demiştim ben de.

Yeniden, ta baştan başlansa da, kendi istencimizle yaşayamayacağımızı ben de iyice biliyorum. Yaşam bir deha işi değil. Bir sürgün, köle düzeni. Kurtuluşu ummak safdillik. İntihar seçimi bu yüzden gerekli. Ne ki yürek isteyen bir eylem. Hep tasarladım salt. Kendiliğinden oluşmasına bel bağlıyorum. Lucretius: “Ölüm ben varken yok. Ben yokken de onun var olması anlamsız,” demiş galiba. Nasıl inanabilir, bekleyebilirim. Hemen tüm yazarların ölüm beklentisine bel bağladıkları gerçek. Virginia Woolf, Ernest Hemingway , daha niceleri. Bitti’yi algıladıklarında bu yolu seçtiler. Gerçekten yürekliydiler.

Bencileyin zayıf, korkak değil. Doktor Brauer hipnozla saplantılarını yenmiş görünüyor. Daha kırk yaşında birdenbire yeniden kurmayı kurgulamışken yaşamını. Yenildi sonunda. Bilmiyorum. Nietzsche, böyle bir yenilgiye boyun eğmeyecek sanırım. Yarın cuma. Cumartesi döneceğim karanlığıma. Bay Muannit Sahtegi’nin Notları’nda, ölümü beklerken, gece gündüz içeceğini yazmıştım. Olanakları sınırlı. Bunu da beceremeyeceği doğal. Kimi dostlarımın sabahtan başladıklarını söyledikleri günü anımsıyorum. Hiç de kınamamıştım. Doğruydu eylemleri. Salı günü karım gelecek.

O alacak dizginleri eline. Ben bir doğa çarpığı, köpek dürtüsüyle boyun eğmek zorundayım koyduğu yasaklara. Susayım en iyisi. Uyumaktan başka çarem yok. Uyandığımda acılara katlanmayı sürdüreceğim yaşadıkça. Ya Herru Ya Merru Yakınmaları artınca babamın, komşu doktoru çağırdım eve. Titiz muayene sonucunu koridorda söyledi bana. Kalın bağırsakta eline bir sertlik gelmiş. “İnşallah feçes tıkanıklığıdır, ama çift yanlı bir röntgen çektirseniz iyi olacak,” dedi. Babam sevmezdi doktorları, yine de baktım önerimi olumlu karşıladı. Yıllardır röntgen filmlerimizi çektirdiğimiz dost uzmana gittik. Film sonucuyla ilgili raporu okuyunca altüst oldum: Carsinoma. Güneş’e anlattım durumu, sonra da doktorumuza ilettim raporu. Çatıldı kaşları. Sözünü sakınmadı.

“Üç aylık ömrü var, iyi bir operatöre başvuralım, yaşlı, ameliyat tehlikeli, yine de sanırım başka yol yok. Eğer yayılmamışsa tümör kurtulabilir. Bu konuda çok başarılı bir operatör dostum var. Görsün bir kez. Siz bilirsiniz, söylemeyin isterseniz kendisine, yıkım olur. Hatta anneniz de bilmesin.” Sinan Paris’te. Saklamaya karar verdik. Bir basit ameliyat olasılığını gizlemedik yine de. İnanmış göründü. Saf saf sordu: “İlaçla eritilemez mi?” Operatörün muayene odasında, babam paravana arkasında giyiniyor. Doktor oldukça anlaşılabilir bir sesle “İdam mahkûmu”, demez mi? Sinirlendim: “Aman doktor, ne yaptınız, duymuş olabilir.” Eliyle umursamaz bir işaret yaptı. “Sanmam. Karar sizin.

” Çıktık. Elim, ayağım buz. Önemsemez tavır takınmaya çabalıyorum. Babam dingin bakışlarını yüzümde durdurdu. “Bir taksi çağır oğlum. Şöyle Çankaya’ya çıkalım. Ankara’yı tepeden görmek istiyorum.” Uzun uzun seyretti Ankara’yı. “Hey koca Ankara. Bir yıkık kasaba, ne hale geldi. Anlatmıştım, Ankara’yı boşaltma günlerindeki kargaşayı. Güç bela bulduğum bir yaylıyla İç Anadolu’ya kaçışımızı. Neyse ki panik durdu. Dedenleri Niğde’de bulmuştum. Ne üzülüyorsun oğlum.

Kader neyse o olur. Ya herru, ya merru! İyi kötü bir ömür sürdüm. Üçünüzün de mürüvvetini gördüm sayılır. Gidelim.” Yıl 1965. Yılbaşı yaklaşıyor. Güneş’le gülücüklü görüntüler sergiliyoruz. Evde kutlamayı düşündük yeni yılı. Gece bir hayli şaklabanlık yaptım. Babamın sesini kaydettik teybe. Bira da içirdik bir bardak. “Tebşir iderim! Çok güzel bir rüya gördüm. Bir büyük orkestra çalıyordu. ‘Sibelius’ dedi biri. Anlamadığım halde coşkuyla dinledim.

Sinan’a yazalım bir plağını göndersin.” Filmleri, bir başka ünlü operatöre de gösterdim. Tanı aynıydı. Ameliyat öneriyor. Güneş’le anlaştık. Sinan’ı çağıracağız. Uzunca bir telgraf hazırladım. Çektik. Ayrıca telefonla da görüşebildik. Hemen izin almış, geldi. Kış bastırdı. Doktorumuzun önerdiği operatöre yaptırmayı uygun gördük ameliyatı. Bir özel hastaneye yatırıldı adamcağız. Nöbetleşe kalacağız yanında Sinan’la. Ameliyat günü geldi, çattı.

Bekleşiyoruz. Belki bir buçuk saat sürdü ameliyat. Hemen hemen dörtte birini almış kalın bağırsağın operatör. Safra kesesinden de kocaman bir taş çıkarmış. Odasına götürülürken, Sinan: “Temyiz bozdu kararı,” dedi, “umarım kurtardık.” Sıkıntılı geceler başladı. Oda çok sıcak. Babam durmadan “Pencere açın, boğuluyorum,” deyip duruyor. Üşütüp zatürree olacak, korkuyoruz. Odaya bitişik tuvaletin penceresini açtım. Biraz serinlik geldi. “Açtım baba. Bak serinledi oda.” Israrla açtırmak istiyor odanın penceresini. Durmadan tahliller yapılıyor.

Serum veriliyor. Üçüncü gecenin ertesinde, bayağı bir düzelme oldu. Operatör, “Tavuk suyu verebilirsiniz,” bile dedi. Odaya bakan genç, çok güzel bir hemşire. Babamın ellerini okşuyor. Babamın yüzü yumuşuyor. “Ah, ah!” diyor sadece. Hemşirenin gözü Sinan’da. Kaç yaşındaydı o zaman? Otuz altı olsa gerek. Çok yakışıklı. Sinan da hoşlandı kızdan. Arada kaçamak bakışlarını yakalıyorum. Bir teknisyen var. Sevdalı olsa gerek kıza. Sinirli sinirli dolaşıp duruyor koridorda.

Derken bir söylenti çıkardığını öğrendim. Dayandım odasına. Verdim veriştirdim genç adama. Çıkmadı dışarı, sustu. Aldığım tahlil sonuçlarını doktorlara iletiyorum. Operatör, “İyilik aldatıcıdır. Beşinci gece tehlikelidir,” dedi. İçim daraldı. Bir tuhaf alet. Emme basma tulumba gibi. Babamın göbeğine bağlanmış hortumu, bağırsaklara giden suları boşaltıyor. Güneş çok tedirgin. Son tahlil raporunda üre miktarı yüksek görünüyor. Doktorumuza götürelim. Gece saat on iki sularında doktoru evinde buldum.

Yüzü bozuldu. Yine de umut kırıcı konuşmadı. “Böbrekler zorlanıyor,” demekle yetindi. O gece ben nöbetteydim. Annem, “Bu gece ben de kalayım yanında,” dedi. Kerevet gibi yatağa yatırdım. Çok yorgun zavallı, sızdı. Gece yarısına doğru, babamın soluk alışlarını beğenmedim. Operatörün asistanını aradım telefonla. “Oksijen tüpünü odasına çıkaralım mı?” önerimi olumlu karşıladı. Sabaha karşıydı. Babam hafif sesle, “Oğlum kaldır beni,” dedi. Doğrulttum yatağında. Fısıltıyla: “Geçti candan Galip Dede yahu,” dedi. Bu sözleri yinelerdi sık sık.

Ölümü çağırıyor. Kucakladım, yanıbaşındaki arkalıklı sandalyeye oturttum. Bu ara kolundaki serum şişesi yere düştü. Patladı. Uğursuzluk belirtisi. Sandalyenin arkalığına dayadım başını, son soluğunu verdi hemen. Yüreği, fişi çekilen bir buzdolabının susması gibi sarsılarak durdu. Haykırarak fırladım koridora, hastanenin başhekimi doktor koştu. Karnı inip kalkıyordu hâlâ babamın. Koluna bir iğne yaptı direnmem üzerine. “O inip kalkma karnındaki gaz birikiminden. Başınız sağ olsun. Yapılacak bir şey yok.” Kaldırıp yatağına uzattım babamı. Getirilen tülbentle çenesini bağladım, göz kapaklarını sıvazlayıp kapattım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir