Michael o bilinçsiz top sesleriyle uyandı. Her sabah şafak sökmeden önceki karanlıkta uygulanan utanç verici bir törendi bu. İki tarafın dağlara yerleştirdiği top bataryaları, savaş tanrılarına kurbanlarını vahşice sunuyorlardı. Michael karanlıkta, altı battaniyenin ağırlığı altında yatmayı sürdürdü, çadırın aralığından atışların ışığını garip bir şafak gibi seyretti. Battaniyeler ölü teni gibi soğuk, üstelik de yapış yapıştı. Hafif bir yağmur çadırın üstünü dövüyordu. Michael soğuğu yatağın içinde bile hissediyordu ama yine de yüreğinde bir umut ışığının kıpırdandığını duydu. Böyle bir havada uçamazlardı. Sonra bu sahte umut çabucak silindi. Michael topların sesine bir kere daha kulak kabarttı. Bu sefer daha bir dikkatle dinliyordu. Mermilerin sesine göre, rüzgârın ne taraftan estiğini hesaplayabilmekteydi. Yine lodosa çevirmişti hava. Sesleri biraz maskeliyordu böyle olduğu zaman. Michael ürperdi, battaniyeleri çenesinin altına kadar çekti. Hafif rüzgâr onun tahminini onaylıyormuşçasına birden kesildi. Çadırı döven damlalar seyrekleşti, sonra büsbütün durdu. Çevre öylesine sessizleşmişti ki dışardaki elma bahçesinde ağaçlardan damlayan suların sesi duyuluyordu. Derken rüzgâr bir kere daha esti, elma ağaçlarının dalları, sudan çıkıp silkinen köpek gibi sallandı, bol miktarda suyu bir anda çadırın üzerine döküverdi. Başucu masası gibi kullandığı çantanın üzerinde duran altın saatine hiç uzanmamaya karar verdi. Onun da vakti gelecekti nasılsa. Battaniyelerin altında kıvrıldı, duyduğu korkuyu düşündü. Savaş hepsine etki yapıyordu ama içinde yaşadıkları ve öldükleri koşullar onların bu konuyu konuşmasına izin vermiyordu. Hatta dolaylı olarak imada bulunmalarına bile izin vermiyordu. Michael düşündü. Acaba dün gece Andrew’la karşılıklı viski içip otururlarken, bu sabahki görevlerini tartışırlarken ona açık açık, ‘Andrew, bu yapacağımız işten öyle korkuyorum ki, ödüm patlıyor,’ diyebilse, şimdi kendini daha rahat hisseder miydi? Karanlıkta kendi kendine sırıttı, Andrew’un böyle bir söz karşısında ne kadar utanacağını düşündü. Oysa Andrew’un da aynı korkuyu kendisiyle paylaştığını biliyordu. Bunu gözlerinden okuyordu. Yanağında durmadan atıp duran o sinirden anlıyordu. Andrew o sinirin seğirmesini durdurmak için üzerine ikide bir parmağıyla bastırma huyunu edinmişti. Eski ve tecrübeli olanların her biri böyle ufak tefek acayiplikler yapıyorlardı. Andrew’un yanağındaki o sinirden başka, bir de bebek emziği gibi emip durduğu o boş sigara ağızlığı vardı. Michael uykusunda dişlerini öylesine gıcırdatıyordu ki, sesinden kendi bile uyanıyordu. Sol elinin başparmağının tırnağını ta dibine kadar yiyor, sağ elinin parmaklarına da ikide bir ateşe dokunmuş gibi üflüyordu. Korku hepsini biraz delirtmişti. Çok içki içmeye zorluyordu onları. Bu kadar içki, normal bir insanın reflekslerini mahvetmeye yeterdi. Ama onlar normal insanlar olmadıklarından, alkol görünüşe göre onları pek etkilemiyordu. Görüşlerini zayıflatmıyor, ayaklarını dolaştırmıyordu. Normal insanlar zaten ilk üç hafta içinde ölür giderlerdi. Ya bir orman yangınındaki ağaçlar gibi alev alev düşerler, ya da o yumuşak, hamur gibi, yeni sürülmüş toprağa öyle bir hızla çarparlardı ki, kemikleri kırılır, parçalanan uçağın orası burası vücutlarına saplanırdı. Andrew ondört aydır hala sağdı… Michael da onbir aydır sağdı. Bu süre, savaş tanrılarının bu tür tahta ve tente bezinden yapılmış uçaklarla uçanlara tanıdığı normal ömür süresinin birkaç katına eşitti. Bu yüzden böyle tikler ediniyorlar, gözlerini kırpıştırıyorlar, her yediklerinin yanında viski içiyorlar, yüksek sesle kahkahalar atarak gülüyorlar, şafak vakti gelince de yataklarında böyle korku içinde yatıp ayak seslerini dinliyorlardı. Michael birden ayak seslerini duydu. Demek vakit onun sandığından daha geçti. Çadırın dışında Biggs bir çamur birikintisine basınca galiz bir küfür savurdu, çizmeleri çamurda cılk cılk ses çıkarmaya başladı. Çadırın ilikli düğmelerini açmaya çalışırken elindeki fenerin sallandığı belli oluyordu. Sonunda kapıdan içeriye kafasını uzattı. «Günaydın, efendim…» Sesi neşeliydi ama bağırmamaya dikkat ediyordu. Bitişik çadırlarda bu sabah uçmayacak subaylar kalıyordu. Onları uyandırmakta anlam yoktu. «Rüzgar güneybatıdan esiyor efendim. Hava da çok güzel açıyor. Cambrai tarafında yıldızlar pırıl pırıl.» Biggs elindeki tepsiyi başucundaki çantanın üzerine koydu, çadırın içinde dolaşıp elbiseleri toplayıp, katlamaya koyuldu. «Saat kaç?» Michael uykudan yeni uyanma numarası yapıyordu. Geriniyor, esniyordu. Çünkü Biggs’in o korku dolu saati anlamaması, yani destanın lekelenmemesi lazımdı. «Beş buçuk, efendim.» Biggs Michael’ın gece çıkarıp attığı giysileri katlamayı bitirmişti. Dönüp geldi, kalın bir porselen fincan içindeki kakaoyu uzattı. «Lord Killigerran kalktı, yemekhaneye gitti bile.» «Herif demirden sanki,» diye homurdandı Michael. Biggs bu arada yatağın yanında, yerde duran boş viski şişesini alıp tepsiye koydu. Michael kakaoyu içerken Biggs de traş suyunu hazırladı, aynayla lambayı tuttu, Michael yatağında oturur durumda, usturayla traş oldu. Battaniyeleri omzuna sarmıştı. Üst dudağını traş edebilmek için burnunun ucunu havaya kaldırırken, «Bahis nasıl?» diye sordu. «Binbaşıyla birlikte defteri kapayacağınıza üçe bir veriyorlar. Yaralanma yok.» Michael usturayı silerken ihtimalleri düşündü. Bahisleri yöneten çavuş savaştan önce Astor ve Aintree’de de bahisçilik yapmıştı. Şu an için vardığı karara göre Andrew da, Michael da bugün öğlene kadar ölmüş olacaklardı. Yaralı iniş ihtimali yoktu. «Biraz zor, ne dersin, Biggs?» diye sordu Michael. «Yani ikimiz birden, ha?» «Ben sizden yana biraz para koydum, efendim,» diye kasıldı Biggs. «Aferin, Biggs. Benim için de bir beşlik yatır.» Altın saatinin yanında duran para kesesine doğru işaret etti. Biggs oradan beş tane gümüş sterlin çıkardı, cebine attı. Michael her zaman kendisi için bahse girerdi. Bir güven veriyordu bu ona. Bahsi kaybederse üzülme fırsatı bulacak değildi zaten. Biggs, Michael’ın pantolonunu lambanın tepesindeki açıklığa dayayıp ısıttı, sonra uzattı. Michael battaniyelerin altından fırlayıp pantolonun içine daldı. Geceliğinin eteklerini de toplayıp pantolonun içine soktu. Biggs bu arada, pilot yeri açık bir uçakta, o soğukta uçacak bir insanı sıcacık giydirmenin pek zor sürecini kolaylaştırmaya çalışıyordu. Geceliğin üzerine bir ipek yelek, onun üzerine iki tane balıkçı kazağı giyildi. Daha sonra bir deri yelek, en üste de ordunun verdiği koca palto. Uçağın kontrol düğme ve kollarına dolaşmasın diye paltonun etekleri kesilmiş, kısaltılmıştı. Michael artık öyle kat kat giyinmişti ki, çizmelerini giymek için eğilemez olmuştu. Biggs onun karşısına çömeldi, önce ipek çorapları, sonra iki çift yün av çorabı giydirdi, yanık renkli ceylan derisinden, Afrika’ya ısmarlanıp getirilmiş uzun çizmeleri de ayağına geçirdi. Çizmelerin bu yumuşak tabanından Michael uçağın pedallarını rahatça hissedebilmekteydi. Ayağa kalktığında, incecik, adaleli vücudu onca giysinin altında biçimini kaybetmişti. Kollan yanına bitişmiyor, penguen kanatları gibi açık duruyordu. Biggs çadırın kapağını açtı, tuttu, sonra elma bahçesinin içinden yemekhaneye kadar giden yolu feneriyle aydınlatarak ona eşlik etti. Ağaçların altındaki diğer karanlık çadırların önünden geçerlerken Michael herbirinin içinden küçük öksürükler, kıpırtılar duyuyordu. Hepsi uyanıktı. Ayak seslerini dinliyor, onun hesabına korkuyorlardı. Belki bir yandan da bu sabah uçanın kendileri olmayışından ötürü rahatlık duymaktaydılar. Elma bahçesinin sonuna geldiklerinde Michael bir an durup gökyüzüne baktı. Kara bulutlar kuzeye doğru çekiliyor, yıldızlar ortaya çıkıyordu. Şafağın belirmesiyle onların da rengi solmaya başlamıştı bile, Bu yıldızlar hala yabancı geliyordu Michael’e. Gerçi bazı kümeleri tanıyabilmeye başlamışsa da, bunlar onun sevgili güney yıldızlarına benzemiyordu. Nerede o Güney Haçı, Achernar, Argus ve diğerleri… gözlerini tekrar indirdi, Biggs’in ve ışığını zıplatarak uzaklaşan lambanın peşinden tekrar ilerledi. Yemekhane diye kullandıkları yer eskiden bir fabrikaya aitti. Burayı boyamışlar, yıkık çatısına tenteler germişlerdi. İçerisi sağlam ve sıcaktı. Biggs kapıda durup yol verdi. «Dönüşünüzde kazandığınız onbeş sterlin hazır olur, efendim,» diye mırıldandı. Michael’a asla iyi şans dilemezdi. Böyle bir davranış, mümkün olan en kötü şansı getirirdi çünkü. Şöminede bir ateş gürleyerek yanıyordu. Binbaşı Lord Andrew Killigerran ateşin tam karşısına oturmuş, çizmeli ayaklarını şöminenin önündeki mermere uzatmıştı. Yemekhane görevlisi kirli tabakları topluyordu. Michael’ı selamlamak için amber sigara ağızlığını düzgün beyaz dişleri arasından çekti. «Herhalde yulaf ezmesi, üzerine erimiş tereyağı ve bal, sonra da süt ve yumurta…» Michael ürperdi. «Döndüğümüz zaman yerim.» Midesi gerilimden kaskatı kesilmişti. Mutfaktan gelen kokular daha da beter etki yapıyordu. Andrew’un amcası genelkurmayda olduğundan, bağlı bulunduğu birlik kibar ailelerin mutfağında bulunabilen her şeye sahipti. Biftekler, balıklar, yumurtalar, peynirler, jambonlar, konserve meyveler… bir de harikulade viski. Viskinin telaffuzu zor bir adı vardı. Damıtma tesisinin sahibi olan ailenin soyadından geliyordu. Andrew yemekhane onbaşısına, «Yüzbaşı Courtney için bir kahve,» diye seslendi. Kahve gelince elini içi kürklü uçuş ceketinin cebine daldırdı, bir küçük şişe çıkardı, kahvenin içine bolca bir miktar döktü. Michael ilk yudumu ağzında tuttu, dilinin çevresinde dolaştırdı, kokulu içkinin dilini yakmasına izin verdi, sonra yuttu, boş midesi bir anda ısındı, alkolü kan damarlarında hissediverdi. Masanın karşı tarafından Andrew’a gülümsedi. «Sihir,» diye fısıldadı boğuk bir sesle, sonra elinin parmaklarına üfledi. «Hayat suyu, dostum.» Michael bu ufak tefek adamı hiç kimseyi sevmediği kadar çok seviyordu… kendi babasından da, hatta bir zamanlar hayatının en önemli varlığı olan Sean Amcasından da daha çok. Hep böyle olmuş değildi ama. İlk karşılaşmalarında Michael, Andrew’un süslü, hemen hemen kadınsı yakışıklılığından kuşku duymuştu. O uzun, kıvrık kirpikleri, dolgun dudakları, derli toplu, ufak tefek vücudu, zarif elleri, ayakları, kibirli tavrı pek güven vermemişti genç adama. Birliğe geldikten kısa süre sonra bir akşam, Michael yeni arkadaşlarına BokBok oyununun nasıl oynandığını öğretiyordu. Onun talimatı üzerine takımlardan biri yemekhane duvarının tam önünde bir piramit oluşturacak biçimde birbirinin omzuna çıktı, ikinci takım karşı taraftan koşarak gelip kendilerini bu piramidin üzerine atarak onu yıkmaya uğraştı. Andrew önce oyunun büyük bir gürültü içinde son bulmasını bekledi, sonra Michael’ı bir kenara çekip şunları söyledi. «Gerçi senin ekvatorun güneyinde bir yerlerden gelme olduğunu biliyoruz, bu yüzden de siz sömürge halkına hoşgörülü davranıyoruz ama… yine de…» O günden sonra aralarındaki ilişki mesafeli oldu, soğuklaştı. Yalnızca birbirlerini uçarken ve ateş ederken izlemekle yetindiler. Andrew çocukluğunda nişan almayı öğrenmişti. Michael de aynı şeye Afrika gökleri altında çalışmıştı. Uç boyutlu gökyüzünde Sopwith Pup uçaklarıyla uçarken, uçağın dengesiz platformundan Vickers makinelisiyle ateş etme işine, eski bilgilerini ikisi de başarıyla uygulayabilmekteydiler. Daha sonra birbirlerinin uçuş tarzını gözlemlediler. Uçma bir yetenek işiydi. Buna doğuştan sahip olmayanlar ilk üç hafta içinde ölürlerdi. Sahip olanlarsa, biraz daha uzun süre sağ kalırlardı. Bir ay bittiğinde Michael hala sağdı. Yemekhanedeki BokBok oyununun gecesinden beri Andrew onunla ilk defa olarak konuştu. «Courtney, yarın benimle kanat kanada uçuyorsun,» dedi, o kadar. Cephe boyunca, sıradan bir keşif uçuşuydu. Birliğe bir gün önce katılan iki yeni arkadaşı da ilk defa işe çıkaracaklardı. Çocuklar İngiltere’den yeni gelmeydi. İkisinin toplam ondört saatlik uçuş tecrübesi vardı ki, o da eğitim sırasında edindikleri tecrübeydi. İkisi de onsekiz yaşındaydı. Pembe yanaklı, heves dolu gençlerdi. Andrew onlara, «Akrobasi öğrendiniz mi?» diye sordu. «Evet, efendim,» dediler bir ağızdan. «Her ikimiz de çemberden geçtik.» «Kaç kere?» Parlak bakışlarını utançla yere eğdiler. «Bir kere,» diye itirafta bulundular. «Tanrım!» diye mırıldandı Andrew. Sonra sigara ağızlığını ses çıkara çıkara emdi. «Peki ya stcl?» İkisi de şaşırmışlardı. Andrew elini alnına şaklatıp inledi. Michael anlayışh bir sesle, «Stal?» dedi. «Hani uçuş hızınızı kesiyorsunuz, uçurtma birden gökyüzünden düşer gibi inmeye başlıyor.» Başlarını iki yana salladılar, yine bir ağızdan, «Hayır, efendim, kimse bize bunu göstermedi,» dediler. Andrew, «Hunlar[1] bayılacak size,» dedi. Sonra hızla devam etti. «Talimat numara bir. Akrobatikleri, çemberden atlamaları, o fasafisoyu unutun, yoksa siz orada sırtüstü dönmüş durumdayken Hun bir atışta kıçınızı burun deliklerinden fırlatır, anlaşıldı mı?» Çabucak başlarını salladılar. «Talimat numara iki. Beni takib edin, ben ne yapıyorsam onu yapın, el işaretlerime dikkat edin ve işaretle verdiğim emirlere anında uyun, tamam mı?» Andrew miğferini kafasına geçirdi, üzerine kendi simgesi olan yeşil bir fular bağladı. «Haydi, gelin çocuklar.» İki acemiyi aralarına alıp Arras cephesinden 10.000 kadem yüksekliğinde bir kere geçtiler. Sopwith Pup uçaklarının Le Rhone motorları seksen beygir gücünün tamamını kullanarak kükrüyordu. Göklerin kralıydı bu uçaklar. İnsanoğlunun o güne kadar yapabildiği en kusursuz savaş silahıydı. Mac Immelmann’ı yenen, Fokker Eindekker’leri gökyüzünden düşüren silahlardı. Hava güzeldi. Çok yükseklerde pek az kümülüs vardı. Görüş mesafesi o kadar iyiydi ki, Michael çift kişilik Alman Rumpier keşif uçağını on mil uzaklıktan hemen farketti. Fransız hatları üzerinde dönüyor, Alman bataryalarının ateşini arka yörelere doğru yönlendiriyordu. Andrew da Rumpler’i Michael’la aynı anda görmüştü. Kaygısız bir el hareketi yaptı. İki acemiye bu uçağa ateş etme şansını vermek niyetindeydi. Michael kolay av karşısında hiçbir, ekip komutanının böyle kenara çekilip yenilere yol açtığını görmemişti. Ne de olsa, insanın kaç uçak düşürdüğü terfilere de, madalyalara da giden yol demekti. Ama o da başını sallayıp öneriyi kabullendi, iki genç pilotu yavaşça hedefe doğru alçaltırken bir yandan da onlara aşağıdaki Alman uçağını göstermeye çalıştılar ama, çocukların gözleri bu işlere alışkın olmadığından, ikisi de bir türlü göremiyordu. Şaşkın bakışlarla yanlarındaki iki usta pilota bakıp durmaktaydılar. Almanlar altlarındakilere bomba yağdırmakla öyle meşguldüler ki, tepeden yaklaşan tehlikeyi farkedemediler. Birden Michael’ın tarafındaki genç pilot sevinçle, rahatlamış gibi sırıttı, parmağını karşıya doğru uzattı. Sonunda görebilmişti Rumpler’i, Andrew yumruğunu kafasının üzerinde indirip kaldırdı. Eski bir süvari komutuydu bu. «Saldır!» demekti. Genç pilot hızını kesmeksizin burnunu aşağıya doğru dikti. Sopwith o kadar ani bir kükreme ve çılgın bir hızla atıldı ki Michael çift kanatların arkaya kıvrıldığını, kanat diplerinin kırıştığını görünce yüzünü buruşturdu. İkinci acemi de arkadaşını aynı tehlikeli biçimde izledi. Michael’a, bir zamanlar bir erkek zebra’ya saldıran iki yeni yetme aslan yavrusunu hatırlatıyorlardı, Afrika’dayken izlemişti o olayı. Aslan yavruları şaşkınlıktan durmadan birbiri, üzerine devriliyor, zebra da onlardan rahatça kaçmayı başarıyordu. Acemi pilotların ikisi birden bin metre uzaktan ateşe başladılar, bu güzel uyarı karşısında Alman pilot başını kaldırıp baktı ve tehlikeyi gördü. Sonra zamanını ayarlayıp ikisinin burun altına dalıverdi. Gençler kurbanlarının yarım mil ilerisine, boşa ateş ederek ilerlediler. Michael çocukların kafalarının sağa sola döndüğünü, Rumpler’i tekrar bulabilmek için boş yere arandıklarını görüyordu. Andrew başını hüzünlü hüzünlü iki yana salladı, Michael’ın önü sıra alçalmaya başladı. Rumpler’in kuyruğuna doğru süzüldüler. Alman pilot aniden sol tarafa yatıp dönerek tırmanışa geçti, arkadaki arkadaşının onlara ateş etmesine olanak tanıdı. Andrew ile Michael birlikte aksi yöne döndüler, onları sarınmaya çalıştılar. Alman pilot manevranın başarısızlığa uğradığı anda uçağını doğrulttu, Sopwith’ler bir anda onun sağına geçtiler. Andrew öndeydi. Otuz metreden Vickers’iyle kısa bir ateş etli, Almanlardan arkada olanı birden eğildi, iki kolunu yana açtı, Spandau makinelisinin kendi kendine olduğu yerde dönmesine yol açtı, .303 mermiler onu parça parça etti. Alman pilot dalmaya çalıştığında Andrew’un Sopwith’i üzerinden geçerken neredeyse Rumpler’in gövdesine değecekti. O sırada Michael geldi. Dalmakta olan Rumpler’in deflesyonunu hesapladı, uçağı sanki şotganla nişan alıyormuş gibi hafif sola kaydırdı, sağ elini Vickers’in tetiğine basıp kısa bir ateş etti. Rumpler’in gövde bezinin, tam pilot yerinin altından yırtıldığını gördü. Adamın vücudu o yırtılan yerin tam üzerinde olmalıydı. Alman başını çevirmiş, yirmi metrelik bir mesafeden dosdoğru Michael’a bakıyordu. Gözlük camları ardındaki gözlerinin şaşkın bir mavi olduğunu gördü Michael. O sabah traş olmamıştı besbelli. Çenesi altın renkli kısa tüylerle kaplıydı. Kurşunlar girdiği anda ağzını açtı, parçalanan ciğerlerinden gelen kan dudakları arasından çıktı, Rumpler’in arkasındaki dumanları pembeye boyadı. O sırada Miçhael yükselerek uzaklaştı. Rumpler tembel tembel sırtüstü dönerken iki ölü, kayışlarına asılı kaldılar, sonra hep birlikte yere doğru düşmeye başladılar. Boş bir tarlanın orta yerine çarptılar, tente bezinin parçalanıp yığıldığı görüldü. Michael, Sopwith’ini Andrew’unkinin kanat hizasına döndürdüğünde Andrew ona baktı, başını bir kere salladı. Sonra işaret etti, gözden kaybolan Rumpler’i hala şaşkın bakışlarla arayıp duran iki genci toparlamak için yardım istedi. Bu iş ikisinin de sandığından daha uzun sürdü. Gençleri tekrar sağ salim koruma altına alıp da dönüş yoluna koyulduklarında, Andrew da, Michael da daha önce uçmadıkları kadar batıya kaymış olduklarını farkettiler. Ufukta Michael, Somme nehrinin kıvrılan, kalın, parlak, yılan gibi ışığını görebiliyordu. Ona arkalarını döndüler, tekrar doğuya, Arras’a yöneldiler. Sürekli yükseliyor, yukardan bir Fokker Jagdstaffel’in saldırısına uğrama ihtimalini azaltmaya çalışıyorlardı. İrtifa kazandıkça altlarında kuzey Fransa’nın ve güney Belçika’nın manzarası da açıldı. Tarlalar yeşilin düzinelerce tonundaydı. Aralara yeni sürülmüş yerlerin koyu kahverengisi de karışıyordu. Savaş hatlarını görmek güçtü. Bu kadar yüksekten bakınca, kur şunların dövdüğü o ince arazi şeritleri önemli gözükmüyordu. O sefalet, o çamur, o ölüm bir hayaldi sanki. İki tecrübeli pilot gökyüzünü araştırmaktan bir an bile vazgeçmiyorlardı. Bu arada, altlarındaki boşluğu da gözden kaçırmıyorlardı. Bakınırken başları durmadan sağa sola dönüyor, gözleri bir an hareketsiz kalmıyor, odağı hiç kısalmıyor, önlerinde dönüp duran pervanenin kendilerini hipnotize etmesine izin vermiyorlardı. Buna karşılık iki acemi iyice rahatlamış, başarılarından pek memnun durumdaydılar. Michael ne zaman onlardan yana baksa, neşeyle el sallıyorlardı. Sonunda Michael onlara, gökyüzünü araştırmalarını hatırlatmaya çalışmaktan vazgeçti. Verdiği sinyalleri nasılsa hiç anlamıyorlardı ki! 15.000 kademe varınca o yüksekliğe yerleştiler. Sopwith’ler için ideal yükseklikti bu. Alçaktan uçarken Michael’ın içini saran o tedirginlik, ilerde Arras kentini görünce geçti. Tepelerindeki kümülüsün içinde Fokker falan olmadığından emindi artık. O kadar yüksekten uçamazlardı Fokker’ler. Cephe hatlarında bakışlarını bir kere daha dolaştırdı. Mons’ un hemen güneyinde iki Alman gözlem balonu vardı. Altta bir grup tek kişilik dost DH2’ler de Amiens yönünde ilerlemekteydi. Demek yirmi dördüncü birliğe ait uçaklardı bunlar. On dakikaya kadar ineceklerdi. Michael bu düşüncesinin sonuna varmaya fırsat bulamadı. Bir anda çevrelerindeki hava parlak renklere boyanmış uçaklarla ve Spandau makinelilerinin sesiyle doluverdi. Michael iyice şaşaladığı halde tepkisi refleks yoluyla oldu. Sopwith’i maksimum dönüşe soktuğu sırada, köpek balığı biçimini andıran, üzeri siyahlı kırmızılı karelere boyanmış bir uçak, üzerindeki sırıtan kafayla birlikte armasını parıldatarak Michael’ın burnu önünden uçup geçti. Yüzde bir saniye geç kalsa Spandau’ları Michael’ı tarayacaktı. Ses yukardan geliyordu. Michael her ne kadar inanamasa da, Sopwith’lerden yüksekteydi bu uçaklar. Bulutun içinden çıkmışlardı. Kan kırmızısına boyalı bir tanesi Andrew’un kuyruğuna takılıp birlikte oturup viskili kahve içebiliyor, uçma zamanını beklerken birbirinden güç alıyor, birbirini rahatlatıyorlardı. Michael sessizliği bozarak, «At bakalım,» dedi. Gitme zamanı yaklaşıyordu. Andrew cebinden bir gümüş sterlin çıkardı, havaya attı, masaya düşünce avucunu üzerine kapadı. Michael, «Yazı,» dedi, Andrew elini çekti. Andrew, «Böyle talihin!» diye homurdandı, ikisi birlikte paranın üzerindeki sakallı George V resmine baktılar. «Ben ikinci atışı alıyorum,» dedi Michael. Andrew itiraz etmek üzere ağzını açtı. «Ben kazandım, istediğimi isterim.» Michael tartışmaya daha başlamadan son vermek için ayağa kalktı. Balonlara karşı uçmak, Afrika’nın uyuyan yılanlarını avlamaya çıkmak gibiydi. İki kişi giderdi o avlara da. Birinci adam hayvanı uyandırır, sokmak üzere boynunu S haline getirip doğrulmasına yol açardı. Ama yılan uzun, kıvrık dişlerini ikincisinin baldırına geçirirdi, Balonlarla da durum aynıydı. Yer savunma mevzilerini birinci adam uyaracak, ikincisi onların tüm hışmıyla yüzyüze gelmek zorunda kalacaktı. Michael ikinci yeri bilerek seçmişti. Yazıturayı kazanan Andrew olsa, o da aynı şeyi yapardı. Yemekhanenin kapısında omuz omuza durdular, eldivenlerini ellerine geçirdiler, ceketlerinin önünü iliklerken gökyüzüne baktılar, top seslerini dinleyip rüzgarı ölçmeye çalıştılar. Michael, «Sis vadilerde asılı kalacak,» diye mırıldandı. «Rüzgar sürüklemeyecek onu… henüz.» «Sen dua et,» dedi Andrew. Giysilerinin verdiği zorluğa rağmen ağaçların dibine, Sopwith’lerin durduğu yere doğru ilerlediler. Bu uçaklar ne soylu gözükürdü bir zamanlar Michael’ın gözüne… şimdi ise, o koca döner motorlarıyla ön görüşü tıkayan hantal halleriyle ne kadar çirkin gelmekteydiler. Mercedes’in motoru Albatros’ta böyle yüksek durmuyor, hiza tutturuyordu. Burnu köpekbalığınınki gibi inceydi. Bunlar o sağlam gövdeli Alman uçaklarının yanında öyle dayanıksız, öyle entipüften şeylerdi ki! «Tanrım! Ne zaman bize gerçek uçak verecekler!» diye homurdandı. Andrew cevap vermedi. Kendilerine vaadedilen SE5a’ lan bekleyip dururken karşılıklı az yakınmamışlardı. O zaman belki de Alman Jasta’larıyla denk durumda çarpışabileceklerdi havada. Andrew’un Sopwith’i, fularına uysun diye parlak yeşil bir renge boyalıydı. Gövdesinde pilot yerinin arkasına rastlayan kısma ondört beyaz halka boyanmıştı. Bunlar pilotun onaylanmış zaferlerini temsil etmekteydi. Uçağın adı da yazılıydı gövdede: «Uçan Zıpkın.» Michael ise kendine parlak sarı rengi seçmişti. Gövde üzerinde bir kanatlı kaplumbağa resmi vardı. Alnını kaygıyla kırıştırmış duran hayvanın altında, «Bana sormayın… ben burada işçiyim,» diye yazıyordu. Bu resmin ardında da altı beyaz halka vardı. Yer ekiplerinin yardımıyla alt kanada tırmandılar, sonra pilot yerine geçip oturdular. Michael ayaklarını yerdeki pedallara bastı, onları sola ve sağa itti, bir yandan başını çevirip durumu kontrol etti. Sonra, gece sabaha kadar son uçuşta kopan bir kabloyu değiştirmeye uğraşmış olan teknisyene bir zafer işareti yaptı. Adam sırıttı, uçağın önüne doğru koştu. «Düğmeler kapalı mı?» diye seslendi. «Düğmeler kapalı. Michael pilot yerinden eğilmiş, dev motora doğru bakıyordu. «Çek benzini!» «Açıyorum!» Michael benzin pompasının kolunu çevirdi. Teknisyen pervaneyi çevirirken karbüratörün benzini emme sesi duyuldu. «Düğmeyi aç! Kontak!» «Düğme açık!» Pervane bir daha çevrilince motor ateşlendi, çalışmaya başladı Egzos deliklerinden mavi dumanlar püskürdü, havada yanan kastor yağının kokusu duyuldu. Motor homurdandı, tekledi, bir daha aldı, sonunda o düzenli temposunu buldu. Michael uçuş öncesi kontrollarını tamamlarken midesi gurulduyor, karnı kosik sancılarla kasılıyordu. Castor yağı motorları yağlamakta, ama o egzos havasını solumak da hepsinin barsaklarını bozmaktaydı. Eskiler zamanla bunu kontrol etmeyi öğreniyorlardı. Yeterince içildiği takdirde, viskinin bu durumu gemleme gücü müthişti. Acemiler her uçuş seferinden suratları kıpkırmızı, kötü kokular içinde döndüklerinden, onlara, «dibi tutmazlar» diye isim takılmıştı. Michael gözlüğünü ayarladı, Andrew’e baktı, birbirlerine başlarını salladılar, Andrew levyeyi çekti, meydanın ortasına doğru ilerledi. Michael onu izledi. Teknisyen sol kanadın ucunda koşuyor, elma ağaçlarının arasındaki çamurlu, dar şeride girebilmesi için ona yol göstermeye çalışıyordu. Andrew önü sıra havalanmıştı. Michael da hızı artırdı. Sopwith hemen o anda kuyruğunu kaldırdı, ön görüş durulaştı, Michael daha önceki duygularının sadakatsizliğinden ötürü vicdanının burkulduğunu hissetti. Güzel bir uçaktı aslında. Bununla uçmak bir zevkti. Kalkış pisti diye kullandıkları şeridin yapış yapış çamuruna rağmen uçak çabucak yükseldi, yüz kademe vardıklarında Michael de Andrew’un peşi sıra vaziyet aldı. Sağ taraftaki Mort Homme köyünün kilise kulesini görebilecek kadar ağarmıştı ortalık. Tam karşısında meşe ve dişbudaklarla dolu, T biçimindeki alan yatıyordu. T’nin bacağı, birliğin kalkış pistiyle bir hizadaydı. Kötü havalarda iniş için çok güzel bir seyir işaretiydi bu. Ağaçların ötesinde, sisler içinde, pembe damlı şato görünüyordu. Onun ardından da bir tepe vardı. Andrew hafif yana kıvrılıp tepeye doğru yöneldi. Michael ona uydu. Pilot kabininin kenarından karşıya bakıyordu. Orada olacak mıydı acaba? Çok erkendi henüz. Tepe boştu. İçinde bir hayal kırıklığı, bir korku duydu. Tam o anda onu gördü. Patikadan tepenin doruğuna doğru koşuyordu. İncecik, zarif genç kız vücudu, nefis beyaz ata çok yakışıyordu. Beyaz atlı kız onların uğur tılsımıydı. Tepenin üzerinde, onlara el sallıyorsa, işler yolunda gidecek demekti. Bugün balonlara saldıracaklarına göre ona ihtiyaçları vardı. Hem de nasıl ihtiyaçları vardı onun kutsamasına! Kız tepeye vardı, atının dizginlerini çekti. Tam onlar o noktaya varırken şapkasını başından çekti, uzun siyah saçları omuzlarına döküldü. Andrew onun üzerinden uçup geçerken kanadın birini hafif eğip kuyruğu sağa sola kıvırdı. Michael tepeye biraz daha yaklaştı. Beyaz at, karşısından yaklaşan sarı uçağı görünce bir adım geriledi, başını sinirli sinirli salladı ama kız onu kolaylıkla durdurdu, neşeyle şapkasını salladı. Michael onun yüzünü görmek istiyordu. Hemen hemen tepenin hizasındaydı. Kızın durduğu yere de çok yakındı. Bir an için kızın gözlerine baktı. Çok iri, kara gözleri vardı. Michael yüreğinin takılır gibi olduğunu hissetti. Selam vermek için miğferinin kenarına dokundu. Bugün işlerin yolunda gideceğini ta içinden biliyordu artık… sonra o gözlerin anısını ardında bıraktı, ileriye doğru baktı. On mil kadar ilerde, o alçak, tebeşir gibi tepeleri görünce haklı çıktığını anladı. Rüzgar henüz vadiler üzerinde asılı duran sisleri açmamıştı. Tebeşir tepeler, mermilerden fena halde dövülmüş, hırpalanmıştı. Üzerlerinde hiç bitki örtüsü kalmamıştı. Güdük meşe kütükleri hiçbir yerde omuz hizasını geçmiyordu. Güllelerin açtığı kraterler birbirlerinin üzerine gelmiş, içleri durgun sularla dolmuştu. Bu tepeleri almak için aylar süren savaşlar verilmişti ama şu an için Müttefiklerin elindeydiler. Geçen kışın başında alınmış, inanılmaz insan kayıpları verdirmişti. Cüzzam çıkarmışa benzeyen, yara izli topraklar bomboş gibiyse de orada ölülerden ve dirilerden kurulu lejyonlar birlikte çürümekteydi şu anda. Rüzgarla taşınıp gelen ölüm kokusu alçaktan uçan uçaklara bile ulaşıyordu. Boğazlarına tıkanıyor, onları kusturacak gibi oluyordu. Tepelerin gerisinde Müttefik kuvvetleri vardı. Üçüncü Ordunun Güney Afrikalılarıyla Yeni Zelandalıları, tedbir olarak rezerv pozisyonlarını hazırlıyorlardı. Çünkü Müttefiklerin Somme nehrinin batısında hazırlamakta oldukları saldırı başarısızlığa uğrarsa, Almanların karşı saldırısı onların başında patlayacaktı. Yeni savunma hatlarının hazırlanması, Almanların tepelerin kuzeyine yönelttiği top atışları yüzünden çok engelleniyordu. Alan hemen tümüyle ağır topların altındaydı. İlerlerken Michael patlayan howitzer’lerin sarı sisinin o zehir yamaçlarda asılı kaldığını gördü, çamurlar arasında çalışırken durmadan bu patlamalarla boğuşan adamların ıstırabını düşündü.
Wilbur Smith – Alev Kiyilari
PDF Kitap İndir |