Wilbur Smith – Altin Madeni

Her şey, dünyanın ilk oluşum dönemlerinde başladı. İnsanlardan önce, ilk yaşam belirtileri henüz görülmemişken. Dünyanın kabuğu hâlâ ince yumuşaktı. Bu kabuk korkunç iç basınçlar yüzünden çarpılmış ve yer yer yarılmıştı. Şimdi Afrika kıtası diye bilinen yassı ve sıkışmış dengeli ve değişmeyen topraklarda bir dizi yüksek dağ vardı. Ta derinlerdeki magmanın hareketi yüzünden yükselen, sonra da devrilen sıra sıra dağlardı hepsi de. İnsanların hiç görmediği kadar yüksek, Himayaları bile cüceleştirecek kadar görkemliydi. Dağlardaki açık birer yaraya benzeyen yarık ve çatlaklardan erimiş magma sızıyordu. Magma, yeryüzünün merkezinden yükseliyor, çatlaklardan ve kabuğun zayıf yerlerinden süzülüyor, soğuyarak yüzeye yaklaşıyordu. Bu yüzden daha çok buhar haline gelebilen madenler derinlerde kalıyor ama kaynama noktası düşük olanlar yüzeye taşınıyordu. O ölçülemeyecek zaman akımı sırasında adsız sıra dağlardan birinde yine bir dizi yarık açıldı. Ama bunlardan erimiş altından ırmaklar aktı. Altının yüzeye yaptığı yolculuk sırasında ısısındaki doğal farklılaşma ve kimyasal değişme, kaba ama etkili bir arınma sağlamıştı. Altın, diplerde çok yoğundu ve yüzeyde soğuyarak katılaştı. O çağdaki insanın düş gücünü zorlayacak, ona meydan okuyacak gibiydi.


Bunların etrafında kopan fırtınalar ve yağan yağmurlar da öyle. Altın alanının oluştuğu yer, cehennemden bir köşeydi sanki. Zalim görünüşlü dağlar bulutlara erişiyordu. Çıplak ve dimdik. Dünyanın püskürttüğü kükürtlü gazlarla kapkara kesilen bulutlar o kadar kalındı ki güneşin ışıkları hiçbir zaman delip geçemiyordu. Atmosfer, sonradan denizleri yaratacak olan su buharıyla iyice doluydu. Buhar öylesine yoğundu ki durmadan şiddetli fırtınalarla birlikte yağmur yağıyordu. Sonra nem yeniden yoğunlaşıp yağmak için buhar halinde yükseliyordu. Milyonlarca yıl geçip giderken rüzgâr ve yağmur da üzeri altın cevheriyle kaplı, adı sanı belirsiz sıra dağları aşındırıyordu. Cevheri ufalayıp koparıyor, bunları akarsular ve nehirlerin çamurlu, taşlı sellerinin içerisinde sıra dağların aralarındaki vadilere sürüklüyordu. Sonra kayalar soğurken sular da buharlaşmadan önce toprakların üzerinde daha uzun bir süre kalmaya başladı. Ve sonunda bu vadide toplanarak bir iç deniz kadar büyük bir göl oluşturdu. Bu göle altın dağlardan fırtınayla gelen sular dökülüyordu artık. Sarı madenden küçük zerreleri taşıyan sular. Bu zerrecikler diğer kum ve kuvars çakıllanyla birlikte gölün dibine çöküyor ve sıkışarak düz bir tabaka oluşturuyordu.

Zamanla dağlardaki bütün altınlar süprülüp götürüldü. Aşağıya taşınarak gölün dibine yayıldı. Sonra hemen hemen on milyon yılda bir olduğu gibi dünya yoğun bir deprem dönemine girdi. Arka arkaya korkunç sarsıntılarla yeryüzü sarsılırken topraklar titredi, kabardı. Korkunç bir sarsıntı gölün dibinin boydan boya yanlmasma ve suların boşalmasına neden oldu. Dipteki tortu tabakalarını çatlatarak, parçalarını sağa sola gelişigüzel savurdu. Kilometrelerce uzunluğundaki kaya tabakaları çarpılıp dikildi. Depremler tekrar tekrar dünyayı yakalayıp safsh. Dağlar yalpalayıp çöktü. Gölün olduğu vadiyi doldurdu. Bol altınlı kaya tabakalarının bazılarını gömdü; bazılarını da toz haline getirdi. Deprem dönemi sona ermişti. Yüzyıllar geçiyordu. Seller ve korkunç kuraklıklar birbirini izledi. O mucize oldu: hayat kıvılcımı çaktı ve parlak bir ışıkla yanmaya başladı.

Dev sürüngenlerin çağında da, evrimin sayısız iniş ve çıkışları sırasında da bu ışık sönmedi. Sonra Pleistosen döneminin ortalarına doğru bir maymun – insan, yani Avustralopitekus, bir kayanın çıkıntısının yanından yaban sığırının kalça kemiğini aldı. Bunu bir silah, bir gereç olarak kullanacaktı. Avustralopitekus, güneşin kavurduğu, dümdüz bir yaylanın ortasında duruyordu. Bu yayla denize doğru yedi yüz elli kilometre uzanıyordu. Dağlar ve gölün dibi çoktan yassılmış ve gömülmüştü. Sekiz yüz bin yıl sonra Avustralopitekus’un soyundan gelme biri aynı yerde elinde bir aletle duruyordu: Harrison. Aleti ise atasmınkinden çok daha ileriydi. Tahta ve madenden yapılmış bir kazma. Bir maden arayıcısının kazması. Harrison eğilerek kayanın, Afrika’nın kuru, kahverengi toprağından çıkan ucuna vurdu. Bir parça kopararak doğruldu. Kaya parçasını güneşe doğru tutarak öfkeyle homurdandı. Hiç de ügi çekmeyecek bir taştı elindeki. Kurşuni ve siyah hareli bir küme.

Harrison taşı umutsuzca ağzına götürerek yaladı. Taşın yüzeyini iyice ıslatarak yine güneşe tuttu. Cevherdeki madeni belirgin bir hale getirmek için eski maden arayıcılarının başvurdukları bir yöntemdi. Kayadaki küçücük altın zerrecikleri ışıldadığı zaman Harrison da gözlerini kıstı. Şaşırtmıştı. Tarih yalnızca Harrison’un adını anımsıyor. Yaşını, geçmişini, gözlerinin rengini ya da nasıl öldüğünü bilmiyor. Çünkü Harrison bu olaydan sonra bir ay içersinde hakkım 10 Sterline sattı, ortadan kayboldu. Belki de adam gerçekten büyük bir damarın peşindeydi. Bu olaydan sonra geçen seksen yılda Transvaal ve Orange madenlerinden yaklaşık on beş milyon kilo saf altın çıkarıldı. Pek az bir bölümüydü. Geri kalan altın da yine zamanla topraktan çıkarılacak. Çünkü Güney Afrika’nm altın bölgelerinde çalışan adamlar, Romalıların ateş tanrısı Vulcan”m torunları arasında en sabırlı, ısrarcı, inatçı ve en yaratıcı olanları. Bu değerli maden kümesi, on sekiz milyon insandan oluşan çalışkan ve genç bir ulusun zenginliğinin temeli. Ama dünya hazinesini istemeye istemeye veriyor.

İnsan bunu ondan ancak yalvararak, zorlayarak alabilecek. 2 Elektrikli vantilatör köşede fırtınalar yaratmasına rağmen Rod İronsides’ın bürosu sıcaktı. Hem de boğucu. Yazı masasının kenarında duran buzlu su dolu gümüş termosa uzandı. Termos daha dokunmadan sarsılmaya başlaymca hareketsiz kaldı. Madeni şişe, cilalı tahta yüzeyde duruyordu. Masa sarsılırken üzerindeki kâğıtlar hışırdadı. Odanın duvarları sallandı. Pencereler çerçevelerinde zangırdadı. Sarsıntı dört saniye sürdü, sonra durdu. Rod, «Tanrım!» diyerek masasındaki üç telefondan birini telaşla açtı. «Ben Yeraltı Çalışmaları Müdürü. Bana Kaya Mekanik Laboratuvarı’nı bul, yavrum. Ve lütfen çabuk ol.» Beklerken parmaklarını sabırsızca masaya vurmaya başladı.

Büronun iç kapısı açıldı ve Dimitri başını içeri uzattı. «Farkettinmi, Rod? Kötü bir sarsıntıydı bu.» «Farketmez olur muyum?» Telefon bağlanmıştı. Bir ses, «Ben Dr. Wessels,» dedi. «Peter, ben Rod. Sarsıntıyı ölçtün mü?» «Daha ölçmedim. Bir dakika bekleyebilir misin?» «Beklerim.» Yıllar kadar uzundu saniyeler. Kaya Mekanik Laboratuyan’nın kontrol odasını dolduran karmaşık elektronik aygıt yığınından yalnızca Peter Wessels’in bir anlam çıkarabilirdi. Laboratuvar dört büyük altın arama şirketinin birlikte geliştirdikleri bir araştırma projesiydi. Şirketler basınç altında kaya ve deprem faaliyetlerinin bilimsel incelemesi için iki yüz elli bin Rand(*) koymuşlardı. Laboratuvar için Sonder Ditch Altin Madeni İşletme Şirketlerinin kiraladığı alan seçilmişti. Şimdi Peter Wasels’in mikrofonlan yeraltında binlerce metre derinliğe kadar uzanıyor, teypleri ve iğneli kayıt makinesi yeraltındaki her sarsıntıyı geçmeye hazır durumda bekliyordu. (*) Rand: Yarım Sterlin karşılığı bir para birimi.

Bir dakika geçti. Rod, koltuğunda dönerek büyük camdan 1 numaralı maden kuyusunun ağzmdaki dev makinelere baktı. On katlı bir bina yüksekliğindeydi hepsi. Kendi kendine. «Haydi, Peter, haydi, oğlum,» diye mırıldandı. «Çocuklarımdan bin iki yüzü aşağıda.» Telefon hâlâ kulağında, kol saatine bir göz attı. «İki buçuk,» diye homurdandı. «En kötü zaman. Herhalde çocuklar hâlâ kazıda.» Diğer uçta alıcının kaldırıldığını duydu. Peter Wessels adeta özür diler gibi konuşmaya başladı. «Rod?» «Efendim?» «Çok üzgünüm Rod, ama Sugar-yedi Charlie-iki bölümünde iki bin sekiz yüz elli metrede yedi gücünde bir patlama oldu.» «Tanrım!» Rod, alıcıyı çarparçasına yerine bıraktı. Masasından fırladı.

Yüz hatları öfkeyle gerilmişti. Hâlâ kapıda duran yardımcısına, «Dimitri!» diye bağırdı. «Onların bizi çağırmalarını beklemeyeceğiz. Bu çok önemli ve acil bir durum. Yedi gücünde bir sarsıntıydı. Merkezi tam bizim doğu duvarı. İki – sekiz derinlikte.» «Tanrım!» Dimitri kendi odasına daldı. Parlak, siyah bukleli başını telefona doğru eğdi. Rod onun acil durumlarda yapıldığı gibi gerekli yerlere telefon etmeye başladığını duydu. «Maden hastanesi… Acil tim… Havalandırma şefi… Genel müdürün bürosu.» Bürosunun dış kapısı açılırken Rod da döndü. Elektrik Mühendisi Jimmy Paterson içeri girdi. «Sarsıntıyı hissettim Rod. Durum nasıl?» Rod, «Kötü,» dedi.

Öteki bölüm müdürleri odasına doluşmuştu. Alçak sesle konuşuyor, sigara yakıyor, öksürüyor ve ayaklarını yerde sürüyorlardı. Ama hepsinin de gözü Rod’un masasındaki telefondaydı. Dakikalar sakatlanmış böcekler gibi ağır ağır, sürüne sürüne geçtiler. Rod, gerginliğe son vermek için, «Dimitri!» diye seslendi. «Kuyunun başında asansör var mı?» «Marry Anne’i bizim için bekletiyorlar.» Jimmy Paterson, «Beş adamım iki derinlikte yüksek gerilim kablosunu elden geçiriyor,» diye açıkladı. Ama ona aldırmadılar. Hepsi de hâlâ beyaz telefona bakıyordu. Rod tekrar sordu. «Patronu buldun mu, Dimitri?» Masasının önünde bir aşağı, bir yukan dolaşıyordu. Ancak diğer adamlann yakınında durduğu zaman, insan onun ne kadar uzun boylu olduğunu farkediyordu. «Aşağıda Rod. Yarımda inmiş.» «Benimle burada temasa geçmesi için her yere haber sal.

» «Saldım bile.» Beyaz telefon çalmaya başladı. Yalnızca bir kere. Rod hemen alıcıya yapıştı. «Ben Yeraltı Çahşmalan Müdürü.» Uzun bir sessizlik. Rod öteki uçta bir adamın soluduğunu duyuyordu. «Konuşsana, be adam. Ne var?» «O Allanın belası şey çöktü.» Adamın sesi korku ve tozdan kabalaşmış, haşinleşmişti. Rod, «Sen nereden telefon ediyorsun?» diye sordu. «Onlar hâlâ içerideler. Haykırıyorlar. Kayaların altında. Haykırıyorlar.

» «Sen hangi merkezdensin?» Rod, şok geçiren adama erişebilmek için soğuk ve sert bir sesle konuşmuştu. «Bütün kazı üzerlerine çöktü. O iğrenç şey.» Rod telefona kükredi. «Allah belanı versin! Sersem herif! Bana merkezini söyle!» Karşıdaki bir an sersemlemiş gibi sustu. Sonra adamın sesi tekrar duyuldu. Şimdi biraz daha sakindi. «İki-sekiz derinlik ana taşıma merkezi. Bölüm 43. Doğu duvarı.» «Geliyoruz.» Rod, telefonu kapayarak cam elyaftan yapılmış miğferini ve fenerini aldı. Dimitri’ye, «43. Bölüm,» dedi. «Duvar çökmüş.

» Ufak tefek adam, «Ölü?» diye sordu. Rod, miğferini hızla basma geçirdi. «Buradaki işleri sen yönet, Dimitri.» 3 Rod, kuyunun ağzına eriştiği sırada hâlâ beyaz tulumunun önünü ilikliyordu. Farkına varmadan girişin yukansmdaki levhayı okudu. «UYANIK OLUN — SAĞ KALIN.» Bu maden, sizin yardımlarınızla 16 gün hiç kaza olmadan çalıştırıldı. Rod haşin bir alayla, «Sayıyı yeniden değiştirmemiz gerekecek,» diye düşündü. Mary Anne bekliyordu. Kafes tel geçirilmiş asanöre ilk yardım timi ve acil durum grubu sıkışmıştı. Mary Anne personeli indirip çıkarmak için kullanılan kafesli, küçük bir asansördü. Yüz yirmi kişiyi bir seferde taşıyabilen iki büyük asansör daha vardı. Marry Anne ise sadece kırk kişi alıyordu. Ama şu anda yeterliydi. Rod asansöre girerken, «Gidelim,» dedi.

Asansörcü yukanda sanlı duran çelik kapılan çekerek kapattı. Zil çaldı. Bir defa daha çaldı. Mary Anne aşağıya inerken sanki zemin Rod’un ayaklarının altından kaydı. Midesi yükselerek kaburgalarına dayandı. Karanlıkta büyük bir hızla aşağıya kaydılar. Asansör sarsılıyor, zangırdıyordu. Havanın kokusu ve tadı da değişiyordu. Artık bu işlem görmüş, kimyasal maddeler kokan bir havaydı. Isı da hızla artıyordu. Rod, omuzlarını kamburlaştırarak asansörün çelik tel örgüsüne yaslanmıştı. Asansörün yüksekliği sadece yüz seksen yedi buçuk santimdi. Ve Rod’un boyu bundan uzundu. Öfkeyle, «Bugün bir kasap faturası daha gelecek demek,» diye düşünüyordu. Toprak, parçalanmış et ve kırılmış kemik halindeki ücretini her alışında Rod kızıyordu.

İnsan zekâsından ve Witwarstrand’de derinlerde altmış yıl boyunca yapılan çalışmalarda kazanılan deneyimlerden kanla ödenen bedeli alçak tutmaya çalışmak için yararlanılıyordu. Ama iki bin dört yüz metreden daha fazla derinlere inildiği, her ay iki yüz elli bin ton kaya çıkarıldığı, yüzlerce metre genişliğinde pek büyük, alçak tavanlı bir dehliz oluşturan eğri bir tabakanın üzerinde çalışıldığı zaman bunun bedelinin de ödenmesi gerekiyordu. Çünkü basınç odak noktaları değişirken kayanın içinde de gerilim başlıyordu. Sonunda bu doruğa ulaşıyor ve kaya da adeta patlıyordu. İşte o zaman adamlar ölüyordu. Asansör 1.9 (1970 m.) derinlikteki parlak ışıkların aydınlattığı merkezin önünde fren yapıp yoyo gibi inip çıktıktan sonra dururken, Rod’un dizleri de büküldü. Burada, yeraltındaki ana kuyuya gitmek için ‘aktarma’ yapacaklardı. Kapılar, takırdayarak yukarı kalktı. Rod asansörden çıkarak ana taşıma tünelinden hızla aşağıya indi. Bir tren tüneli büyüklüğünde bir yerdi. Betondan yapılmıştı. Beyaz boyalıydı. Tavana dizili ampuller burayı iyice aydınlatıyordu.

Tünel, hafif bir dönemeç yapmaktaydı. Acil durum grubu, Rod’un peşindeydi. Koşmuyor, tehlikeye atılan insanlara özgü, baskı altında tutulan sinirli bir enerjiyle yürüyorlardı. Rod, onları yeraltındaki ana kuyuya doğru götürdü. Toprağa açılan ve dörtbaşı mamur bir kurtarma sistemiyle donatılacak kuyuların sayısı pek fazla değildir çoğunlukla. 2100 metre olanlar için zorunlu görülür. O derinlikte işe yeniden başlanması için, kayaya kuyu ağzı makineleri için patlayıcı maddelerle bir odacık açmak gerekir. Bunun altına yeni bir kuyu açılır. İşte yer altı ana kuyusu da budur. Yeraltı ana kuyusunun Mary Anne’i onları bekliyordu. Rod grubu asansöre bindirdi. Omuz omza durdular ve kapüar takırdayarak kapandı. Yine karanlığa doğru, midesinin kalkmasına neden olan o iniş başladı. Aşağı, aşağı, aşağı. Rod, miğferinin fenerini yaktı.

Şimdi havada – daha önce sterilize edilmiş olan tertemiz havada – küçücük zerreler uçuşuyordu. Toz! Madencilerin öldürücü düşmanlarından biriydi bu. Patlamanın neden olduğu tozlar. Havalandırma sistemi henüz tozları temizlemeyi başaramamıştı. Karanlıkta sanki sonsuzluğa düşüyorlardı. Çok sıcaktı artık. Nem de gitgide artıyordu. Etrafındaki beyaz ve kara suratlar, Rod’un lambasının ışığında terden parlıyordu. Toz iyice artmıştı. Biri öksürdü. Parlak ışıklı merkezlerin önünden hızla geçiyorlardı. 2.2., 2.3.

, 2.4. Aşağı, aşağı. Şimdi toz ince bir sis halini almıştı. 2.5, 2.6. Asansöre bineliden beri kimse konuşmamıştı. 2.7, 2.8. Asansör yavaşlayarak durdu. Kapılar takırdayarak yukarı kalktı. Şimdi yeryüzünden iki bin sekiz yüz elli metre aşağıdaydılar. Rod, «Haydi,» dedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir