Wilbur Smith – Meleklerin Gazabi

1895 Üç atlı haftalarca süren yorucu ve sürekli arayışın bile körleştiremediği bir hevesle ormandan çıktılar. Dizginleri çekip atlarını mahmuz mahmuza getirerek yeni bir vadiye daha baktılar. Kuru kış otlarının tepelerinde soluk gül renkli pamuksu tohumları hafif rüzgârda danseder gibi iki yana sallanıyor, vadinin derinliklerinde otayan bir antilop sürüsü pembe sisler arasında bellerine kadar gömülüp yüzüyormuş gibi görünüyordu. İçlerinde bir tek erkek antilop vardı. Hayvan yaklaşık on dört karış yüksekliğindeydi, saten gibi sırtı ve omuzları bir panterinki gibi simsiyahtı, ancak karnında ve yüzünde inci beyazı lekeler vardı. Birer pala gibi kıvrık olan boynuzları sırtına uzanıyordu, boynu safkan bir Arap atıymış gibi gururla gerilmişti. Güneyde avlana avlana soyu tükenmiş olan bu soylu hayvanlar Ralph Ballantyne için Limpopo ile Zambezi nehirleri arasındaki vahşi ve güzel toprakların simgesiydi. Koca antilop tepenin üstündeki atlılara baktı, sonra başını geri attı, gür ve koyu renk yelesi uçarak, toynakları taşlı toprağı titreterek çukalata renkli dişilerini arkasına takıp karşı tepeye doğru uzaklaştı. Kendini ilk toplayan Ralph Ballantyne babasına döndü. «Baba, tanıdığın bir arazi işaretine rastladın mı?» «Aradan otuz yıl geçti,» diye Zuga Ballantyne mırıldandı. «Otuz yıl… ve sıtma nöbeti ile kıvranıyordum.» Sonra o eski günlerden beri arkadaşı ve uşağı olan ufak tefek Hotanto yerlisine döndü. «Sen ne diyorsun, Jan Cheroot?» Hotanto başındaki eski asker kasketini çıkartıp kafatasını kaplayan kıvırcık beyaz saçlarını karıştırdı. «Belki de…» «Belki hepsi de ateşin getirdiği bir düştü,» diye Ralph adamın sözünü kesti. Babasının yakışıklı yüz hatları birden kasıldı, kaşları çatıldı, yemeğindeki yara izi pembeleşti.


Jan Cheroot ise heyecanla sırıtıyordu; bu ikisi bir araya geldiklerinde insan horoz dövüşünde olduğundan daha çok eğlenirdi. «Sen arabaların yanına gidip kadınlarla otursana!» diye kestirip attı Zuga. Cebinden ince bir zincir çıkartıp oğlunun yüzüne doğru salladı. «İşte, kanıtı burada!» Zincirin ucunda bir tomar anahtar, bir altın mühür, bir Aziz Christopher madalyonu ve olgun bir üzüm boyunda bir kuvartz parçası sallanıyordu. Taş mavi mermer gibi benekliydi ve ortasında kalın bir parça maden parıldıyordu. «Saf altın,» dedi Zuga. «Uzat elini topla!» Ralph babasına bakıp kışkırtıcı bir küstahlıkla sırıttı. Sıkılmıştı artık. Haftalarca boşuna dolaşmak onun hareketli yapısına uyan bir şey değildi. «Ben senin onu Cape Town pazarında bir satıcının önünden yürüttüğünden eminim, üstelik saf altın falan da değil.» Babasının yanağındaki yara izi mosmor kesilince Ralph kahkahadan kendinden geçip Zuga’nın omzunu tuttu. «Baba, buna gerçekten inanmış olsaydım haftalarımı burada boşu boşuna geçirir miydim hiç? Demiryolu yapımı ve diğer bir sürü iş arasında Johannesburg ya da Kimberley’de olmam gerekirken burada olur muydum?» Ralph artık alaycı gülmeyi bırakıp Zuga’nın omzunu tutmaya devam etti. «Altın burada… bunu ikimiz de biliyoruz. Belki de şu anda madenin üstündeyiz, ya da maden hemen karşı sırtın ardındadır.» Zuga’nın yara izi solmaya başladı.

«Bütün iş onu bir kere daha bulmak,» diye Ralph sözünü sürdürdü. «Bir saat sonra da bulabiliriz, on yıl sonra da.» Babayla oğlu seyreden Jan Cheroot hafif bir düş kırıklığına uğramamış değildi. Onları bir kere dövüşürken görmüştü, ama çok zaman önceydi o. Ralph artık otuz yaşına gelmiş, nakliye şirketinde ve inşaat işlerinde çalıştırdığı yüzlerce kaba saba adamı gerek diliyle, gerekse tekme ve yumrukla yola getirmiş olgun bir insandı. İri yarı, sert ve dövüşken horoz gibi fiyakalıydı ama Jan Cheroot yaşlı adamın onu yere deviremeyeceğinden do pek emin değildi. Matabele halkı Zuga Ballantyne’a Bakela, yani Yumruk adını boşuna vermemişti. Hâlâ hızlı ve formundaydı. Evet, doğrusu seyretmeye değerdi ama ne yazık ki bu hevesini başka bir güne saklamak zorundaydı. İki adam öfkelerini bir yana bırakmışlar, yeniden sakin sakin, eyerlerinden birbirlerine doğru eğilerek konuşuyorlardı. Şimdi iki kardeş gibiydiler. Zuga, Ralph’ in babası olacak yaşta değilmiş gibi görünüyordu. Teni temiz ve kırışıksız, bakışları canlıydı, sakalındaki gümüş teller şiddetli Afrika güneşinden de olabilirdi. «Güneşe bakıp yönünü saptasaydın bari,» diye Ralph söylendi. «Diğer gözlemlerin o kadar kesindi ki.

O yıl sakladığın fildişi tomarlarının hepsini elimle koymuş gibi bulmuştum.» «O sırada artık yağmurlar başlamıştı.» Zuga başını salladı. «Ne yağmurdu o Allahım! Bir haftadır güneş yüzü görmemiştik, nehirler taşmak üzere olduğundan geçecek bir yer bulmak için dönüp duruyorduk…» Ama birden sözünü kesip dizginleri kavradı. «Bu hikâyeyi yüzlerce kez anlattım sana. Haydi, aramaya devam edelim.» Zuga atını vadiye doğru sürerken eğilip yerlere bakıyor, sonra başını kaldırıp uzaklardaki tepeleri, ağaçlıkları hatırlamaya çalışıyordu. «Tek emin olacağımız şey, Büyük Zimbabwe yıkıntıları,» diye mırıldandı. «Yıkıntılardan sonra sekiz gün batıya doğru yürümüştük.» «Dokuz gün,» diye Jan Cheroot efendisinin sözünü düzeltti. «Matthew öldüğünde bir gün kaybetmiştik. Sen ateşler içinde yanıyordun. Bir bebek gibi bakmak zorunda kaldım sana, bir de o lanet taş kuşu taşıyorduk.» Zuga onu dinlemeden, «Günde on milden fazla yol almış olmalıydık,» dedi. «Sekiz günlük yürüyüş… seksen milden fazla değildir.

» «Büyük Zimbabwe orada. Doğumuzda.» Ralph çıktıkları sırtın üstünden dizginlerini çekti. «Bu Nöbetçi’dir.» Kayalık bir tepeyi işaret etti. «Yıkıntılar onun hemen arkasında. Bu görüntüyü hiç unutamam.» Yıkık kentin baba ve oğul için özel bir önemi vardı. O dev taş duvarlar ardında Zuga’yla Jan Cheroot kentin eski sakinleri tarafından terkedilmiş taştan kuşları bulmuşlardı. Kuzeydeki Zambezi Nehrinden başlattıkları seferin yorgunluğuna ve ateşten kırılmalarına rağmen Zuga heykellerden birini almakta ısrar etmişti. Aradan yıllar geçtikten sonra sıra Ralph’a gelmişti. Babasının günlüğü ve sekstant gözlemlerinin titizlikle tutulmuş olması sonunda o terkedilmiş kente gidebilmişti. Matabele kabilesinin kral Lobengula’nın sınır koruyucuları tarafından kovalanmasına rağmen kralın kutsal kente koyduğu tabuyu çiğnemiş ve geri kalan taş heykelleri alıp götürmüştü. Böylece üç adam da o ürkütücü hayaletlerle dolu yıkıntıları biliyorlardı ve kentin yerini belirten uzak tepelere bakarken anılarının etkisiyle susmuşlardı. Sonunda Ralph, «Zimbabwe’yi kimler kurdu acaba?» diye söylendi.

«Ve bu insanların başlarına ne geldi?» Sesinde düşsel bir ton vardı, cevap da beklemiyordu zaten. «Saba Melikesinin madencileri miydi bunlar? Kutsal Kitap’ta sözü edilen Ofir miydi burası? Çıkardıkları altını Hazreti Süleyman’a mı taşıyorlardı?» «Bunu belki de hiç bilemeyeceğiz. Ama onların da altına bizim kadar değer verdiklerini biliyoruz. Büyük Zimbabwe’nin avlusunda altın varak ve altın külçeleri buldum. Belki de şimdi durduğumuz şu yerin birkaç mil ötesinde Jan Cheroot’la onların toprağın içinde açtıkları dehlizleri inceledik ve öğütülmek üzere yığılmış kayaları gördük.» Zuga ufak tefek Hotanto’ya baktı. «Tanıdık bir şey çarpıyor mu gözüne?» Jan Cheroot düşünmeye çalışırken yüzü kuru erik gibi buruştu. «Belki de bir sonraki sırttan,» dedi. Haftalardır gördükleri yüzlerce vadiye benzeyen bir yenisine indiler ağır ağır. Ralph diğerlerinden biraz ilerde gidiyordu, atını bir çalılığın kenarından aşırtırken birden dizginleri çekti, üzengilerde doğruldu, şapkasını başından çıkarıp sallamaya başladı. «Hey! Kaçıyorlar!» Zuga ilerdeki açıklıkta altın gibi parıltılı bir hareket gördü. «Üç aslan!» Ralph’ın heyecanı ve duyduğu nefret sesinden açıkça okunuyordu. «Jan Cheroot, sen sola geç! Baba, sen de onları dere yatağından geçerken çevir!» Ralph Ballantyne rahatlıkla emir veriyor, diğer iki adam da hiç düşünmeden ona uyuyorlardı. Bir an bile Ralph’ın çalılıktan kaçırdığı o şahane hayvanları yok etmenin yazık olacağı akıllarına bile gelmemişti. Ralph’ın her biri on altı öküzle çekilen iki yüz arabası vardı.

Zuga’nın binlerce dönüm toprağında Matabele sürüleri ve Umut Burnu ile İngiltere’den getirtilmiş boğalar sürülerle dolaşırlardı. Baba ile oğul hayvancılık yaparlardı ve Limpopo ile Şasi nehirlerinin kuzeyindeki bu verimli topraklara musallat olan aslan sürülerinden artık bıkmışlardı. Geceleri değerli hayvanlarının acı böğürmelerini az duymamışlar, sabah kalkınca paramparça edilmiş iskeletlerini az bulmamışlardı. Aslan her ikisi için de hayvanların en kötüsüydü ve gün ortasında böyle bir sürüyle karşılaşmaktan mutluluk duyuyorlardı. Ralph sol bacağının altındaki deri kılıfından Winchester tüfeğini çekerken atını da dörtnala aslanların üzerine sürdü. İlk kaçan erkek aslan olmuştu. Ralph onun karnını sallayarak, yelesini korku ile savurarak koşmasını hayal meyal görmüştü. Yaşlı dişisi de onu ağır ağır izledi. Dişi aslan binlerce av sonunda zayıf ve yaralıydı, omuzları ve sırtı yaşlılıktan morarmıştı. O da bir an içinde gözden kayboldu. Ancak insanlara alışkın olmayan genç dişi, bir kedi kadar cesur ve meraklıydı. Çalılığın kıyısında durup ardından gelen atlılara hırladı. Tüylü pembe dilini dışarı çıkarmıştı, bıyıkları bir kirpinin dikenleri gibi beyaz ve dimdikti. Ralph dizginleri bıraktı. At, silah atılacağını anlamış gibi olduğu yerde kıpırdamadan durdu.

Yalnız kulaklarının hareketi heyecanını belli ediyordu. Ralph silahı omzuna kaldırırken ateş etti. Genç dişi aslan kurşun omzundan kalbine girdiği anda böğürdü, havada bir takla attı, yere devrildikten sonra bir an kasıldı, öldü. Ralph silaha bir mermi daha sürüp dizginlen aldı. Atı hemen ileri sıçramıştı. Sağ tarafta Zuga dere yatağının kenarında giderken dişi aslan önündeki açıklıktan geçip ilerdeki çalılığa doğru koştu. Zuga atı dörtnala giderken ateş etti. Ralph hayvanın karnı altından bir toz bulutunun kalktığını gördü. «Çok aşağı ve sola. Babam yaşlanıyor artık.» Ralph atını durdurdu. Ancak o ateş edemeden Zuga bir el daha ateş etmişti. Aslan olduğu yere düştü ve sarı bir top gibi yuvarlandı taşlık toprakta. Kurşun kulağının hemen arkasına isabet etmişti. Ralph atını babasının yanına sürdü, iki hayvan dörtnala yokuş yukarı çıktılar.

«Jan Cheroot nerede?» diye bağırdı Zuga. Cevap olarak soldan bir silah gelince ikisi de atlarını o yana çevirdiler. «Görüyor musun?» diye seslendi Ralph. Önlerindeki çalılar iyice şıklaşmıştı şimdi, dikenler bacaklarını dalıyordu. İkinci bir el ateş sesi duyuldu, ardından aslanın kulakları sağır eden gürlemesiyle «Jan Cheroot’un korku dolu çığlıkları. «Başı dertte,» diye bağıran Zuga atını çalılığın dışına sürdü. Önlerinde sırt boyunca yüksek akasya ağaçlarının altında geniş bir çimenlik uzanıyordu. Yüz metre kadar ilerde Jan Cheroot atını dörtnala sürerken korku ile arkasına bakmaktaydı. Gözleri irileşmiş, bembeyaz kesilmişti. Şapkasını ve tüfeğim kaybetmişti, hayvan tüm gücüyle koşmasına rağmen durmadan atını kamçılıyordu. Aslan on beş adım gerilerindeydi ve her an aradaki mesafeyi biraz daha kapatıyordu. Taze akan kanıyla boyanmıştı postu. Ancak barsaklarından aldığı yara hayvanı yavaşlatmamıştı. Tersine öfkeden çıldıracak duruma gelmiş, böğürtüsü gök gürlemesini andırıyordu. Ralph adamın yolunu kesmek için atını o yana sürerken ateş etmek için de bir fırsat kolluyordu.

Ancak tam o anda hayvan bir sıçrayışta Cheroot’un atının üstüne atıldı ve pençesini savurarak hayvanın arkasından bir dizi paralel kanlı yara açtı. At kişneyerek arka ayaklarını geriye savurunca çiftesi aslanın göğsüne isabet etti ve hayvanın o öfkeli saldırısının hızını kes ti. Ama hemen kendini toparlayıp koşan hayvanın yanında koşmaya başladı. Üzerine atılmak için hazırlanırken gözleri sapsarı kesilmişti. «Atla, Cheroot!» diye bağırdı Ralph. Aslan ateş edilemeyecek kadar yakındı adama. «Atla be herif!» Ama Jan Cheroot onu duymamış gibiydi, çaresiz bir halde atının yelesine sarılmış, korkudan donup kalmıştı. Aslan bir sıçrayışta havalandı ve dev bir sarı kuş gibi atın sırtına inerek Jan Cheroot’u kanlı gövdesinin altına aldı. At, binicisi ve aslan bir anda toprağa gömülmüş gibiydiler, durdukları yerde şimdi yalnızca, bir toz bulutu görülüyordu. Ralph atını son hızla o yana sürerken öfkeli hayvanın kükremesi ve Jan Cheroot’un çığlıkları duyuluyordu. Winchester’i tek eliyle kavrayan Ralph bir sıçrayışta yere atladı ve düştüğü yerde yuvarlanarak dibinde boğuşan vücutların yattığı derin ve dik dere yatağının kenarına vardı. «Şeytan beni öldürüyor!» diye bağırıyordu Jan Cheroot. Ralph adamın atın altında kaldığını gördü. At düştüğünde boynunu kırmış olmalıydı ki, cansız bir yığın halinde yatıyor, aslan da Jan Cheroot’a erişmek için eyeri parçalamaya çalışıyordu «Sakın kıpırdama!» diye bağırdı Ralph. «Ateş ediyorum!» Ama aslan da duymuştu Ralph’ın sesini.

Atı bırakıp bir ağaca tırmanan kedi rahatlığıyla dik sırta tırmanmaya başladı. Sapsarı gözlerini derin çukurun ağzında duran Ralph’dan bir an bile ayırmıyordu. Ralph ateş etmek için bir dizini yere dayadı, altın renkli geniş göğsüne nişan aldı. Hayvanın ağzı ardına kadar açıktı, dişlen bir insanın işaret parmağı kadar uzun ve cilalı fildişi kadar beyazdı. Ralph aslanın soluğunun çürümüş et kokusunu duyuyor, hayvanın sıcak tükürükleri yüzüne yağıyordu. Bir el ateş etti, namluya bir mermi sürüp bir el daha ateş etti. Aslan geriye doğru savruldu, bir an çukurun kenarına asılı durdu, sonra ölü atın üstüne devrildi. Çukurda hiçbir hareket yoktu. Sessizlik az önceki korkunç gürültüden daha beterdi. «Jan Cheroot, bir şeyin yok ya?» Atın ve aslanın leşleri altında kalan ufak tefek yerliden ses çıkmadı. «Jan Cheroot, beni duyuyor musun?» Ta derinlerden bir fısıltı duyuldu. «Ölüler işitmezler… her şey sona erdi, sonunda Jan Cheroot’u da ele geçirdiler.» Ralph’ın yanı başına gelen Zuga Ballantyne, «Çık oradan, Jan Cheroot!» diye bağırdı. «Maskaralık etmenin zamanı değil!» Ralph aşağıya bir kangal ip sarkıttı, Jan Cheroot ile eyeri yukarı çektiler. Jan Cheroot’un düştüğü yer çukur bir sırt boyunca kazılmış derin bir hendekti.

Kimi yerlerde yedi sekiz metre derin olan hendek hiçbir zaman iki metreden geniş değildi. Genellikle sarmaşık ve çalılıklarla kaplı olmasına rağmen insan eli tarafından açıldığı kuşkusuzdu. Eski hendek boyunca yürürlerken Zuga. «Maden damarı bu çizgi boyunca sürüp gidiyor olmalı,» dedi. «Eski madenciler hendeği kazmışlar ve bir daha doldurmak zahmetine girmemişler.» «Peki, damarı nasıl ortaya çıkarmışlar?» diye sordu Ralph. «Burası gördüğün gibi yalnızca kayalık.» «Üzerinde ateş yakıp su dökmüşlerdir. Böylece kayalar soğurken çatlamıştır.» «Eh, bize bir gram altın bile bırakmamışlar.» Zuga başını salladı. «Önce bu bölümde çalışmışlar, damar sona erince daha ilerde deneme çukurları açıp ana damarın nereye doğru uzandığını öğrenmeye başlamışlardır.» Zuga, Jan Cheroot’a döndü. «Burasını tamdın mı, Jan Cheroot?» Hotanto duraksayınca yamacı işaret etti. «Şu vadideki bataklık, tik ağaçları…» «Evet evet.

» Jan Cheroot ellerini çırptı. Gözleri neşeyle parlıyordu. «O erkek fili burada öldürmüştün. Hani dişlerini Kings Lynn malikânenizin kapısına diktiğimiz fil…» «Eski boşaltma yeri de şuralarda olacak.» Zuga alçak bir tepe oluşturan dökme toprağı otlarla örtülü buldu. Hemen eğilip otların arasından beyaz kuvartz zerrecikleri topladı, her birini dikkatle inceledi. Zaman zaman birini diliyle ıslatıp bir maden parıltısı görebilmek umuduyla güneşe tutuyordu. Sonunda kalkıp ellerini pantolonuna sildi. «Evet, kuvartz. Ama eski zamanların madencileri bu yığını tek tek elden geçirmiş olmalılar. Cevherde altına rastlamak istiyorsak eski kuyuları bulmamız gerek.» Zuga eski kaya artıklarının üstüne çıktı. «Fil şuraya düşmüştü.» Jan Cheroot gidip efendisinin gösterdiği yerden dev bir kalça kemiği bulup çıkardı. Otuz yıl sonra tebeşir beyazına dönüşen kemik toz olmaya başlamıştı.

«Bütün fillerin babasıydı bu,» dedi Jan Cheroot saygı dolu bir sesle. «Onun gibi bir tane bir daha gelmeyecek. Bizi buraya getiren oydu. Sen onu vurduğun zaman bize bu yeri işaret etmek için burada düşüp öldü.» Zuga hafifçe dönüp elini uzattı. «Matthew’u gömdüğümüz eski maden kuyusu da şurada işte.» Ralph, babasının Bir Avcının Hikayesi adı altında yazdığı ünlü kitabındaki fil avı sahnesini hatırlıyordu. Karaderili tüfek, taşıyıcısı dev filin saldırısı karşısında ürkmemiş, kendi hayatını feda ederek sahibine ikinci silah doldurup vermişti. Ralph, Zuga silah taşıyıcısının gömüldüğü yeri işaretleyen taş yığını önünde diz çökünce, bir şey demeden bir süre bekledi. Zuga ayağa kalkıp dizlerinin tozunu sildi. «İyi bir insandı,» dedi. «İyi ama aptal,» dedi Jan Cheroot. «Akıllı olsaydı kaçardı.» «Akıllı bir adam kendine başka bir mezar seçerdi,» diye mırıldandı Ralph. «Adam altın madeninin ortasında yatıyor.

Onu çıkartmamız gerekecek.» Zuga kaşlarını çattı. «Bırak yerinde yatsın. Yol boyunca ‘başka kuyular da var.» Dönüp yürüyünce diğerleri de onu izlediler. Yüz metre kadar ilerde durdu Zuga. «İşte!» diye bağırdı. «İkinci kuyu. Hepsi dört taneydi.» Bu kuyu da kayalarla doldurulmuştu. Ralph ceketini çıkardı, silahını en yakın ağacın gövdesine dayadı ve pek derin olmayan çöküntüye girip dar girişin önünde çömeldi. «Şimdi açarım.» Kayaları bir manivela olarak kullandıkları kaim bir dalla yerlerinden oynatarak yarım saat sonra madenin dörtgen girişim ortaya çıkarmışlardı. Delik ancak bir çocuğun geçebileceği kadar dardı. Eğilip içeri baktılar.

İçersi karanlık olduğu ve yosunlu çürümüş şeyler ve yarasa koktuğu için ne kadar derin olduğunu kestiremiyorlardı. Ralph ile Zuga ürkek bir hayranlıkla bakıyorlardı deliğe. Zuga, «Eski zamanlarda madenlerde köle çocuklarını ya da Buşmen’leri çalıştırdıklarını söylerler,» dedi. «Altın damarının orada olup olmadığını öğrenmemiz gerek. Ama hiçbir yetişkin…» Ralph sustu, baba oğul birbirlerinin yüzüne baktılar, sonra ikisi birden Jan Cheroot’a döndüler. «Asla!» dedi ufak tefek Hotanto. «Ben yaşlı ve hasta bir insanım. Asla! Öldürseniz bile girmem oraya!» Ralph çantasında bir mum parçası buldu. Zuga atları bağlamak için kullandıkları üç kangal ipi birbirlerine ekledi. Jan Cheroot da onların bu hazırlıklarını idama mahkûm bir insanın darağacının kurulmasına bakarmış gibi seyrediyordu. «Doğduğum günden bu yana geçen yirmi dokuz yıl içinde bana cesaretinden söz edersin,» diye Ralph kolunu Jan Cheroot’un omuzlarına atıp adamcağızı maden ağzına doğru sürükledi. «Belki de biraz abartmalı konuşmuşumdur.» Zuga yaşlı karaderilinin koltukaltlarından geçirdi ipi, beline de bir çanta bağladı. «Vahşilerle savaşan, fil ve aslan avlayan sen… bu küçücük delikten mi korkacaksın? İçerde ne olabilir ki? Bir iki yılan, biraz karanlık, birkaç hayalet… hepsi o kadar.» Jan Cheroot, «Belki de çok abartmalı konuşmuş olabilirim,» diye kısık sesle fısıldadı.

«Sen korkak mısın yoksa, Jan Cheroot?» «Evet!» diye Jan Cheroot başını salladı. «Korkağım elbette, burası da korkaklara göre bir yer değil.» Ralph, adamın oltaya takılmış bir balık gibi çırpınmasına aldırmadan yakaladığı gibi kuyuya indirdi. Bir yandan ipi koyverdikçe Jan Cheroot’un sesi de kesilmişti. Ralph ipi verirken bir yandan da kulaç kulaç ölçüyordu. Ufak tefek Hotanto aşağı ayak bastığında yirmi metre kadar <ip boşalmıştı. «Jan Cheroot!» diye aşağıya seslendi Zuga. «Küçük bir mağara!» Jan Cheroot’un sesi dar duvarlarda yankılanıyordu. «Ancak ayakta durabiliyorum. İsten kapkara ortalık.» «Yemek ateşleri! Köleler oraya takılıp ölene kadar gün ışığını bir daha göremezlerdi,» diye söylendi Zuga. Sonra bağırdı. «Başka ne var?» «İp, sarmaşıklardan örülmüş ipler, kovalar, New Rush’ta kullandıklarımıza benzeyen deri kovalar… Hey, dokununca toz oluyor hepsi.» Jan Cheroot’un kaldırdığı tozun içinde aksırdığını duyuyorlardı. «Demir araç gereç ve…» Birden sesi titremeye başlamıştı.

«Ölüler var burda, ölü kemikleri. Ben yukarı geliyorum, çekin beni buradan!» Ralph dar kuyuya eğildiğinde dipte titrek ışıkla yanan mumu ancak görebiliyordu. «Jan Cheroot, mağaradan herhangi bir yöne açılan bir tünel var mı?» «Beni yukarı çekin.» «Tüneli görebiliyor musun?» «Evet. Şimdi çekecek misiniz?» «Tünelin sonuna kadar gitmezsen, hayır.» «Çıldırdın mı sen? Bunun için emeklemem gerek.» «Demirlerden birini al da kayadan bir parça kopart.» «Hayır. Asla. Ölülerin nöbetçi durdukları bu yerde bir adım bile gitmem.» «Pekâlâ!» diye bağırdı Ralph delikten aşağı. «Öyleyse ben de ipin ucunu sana atıyorum.» «Bunu yapamazsın.» «Sonra da deliğin girişini kayalarla örteceğim.» «Peki gidiyorum.

» Jan Cheroot’un sesi umutsuzluk doluydu, az sonra ipin yukardaki ucu yuvasına çöreklenen bir yılan gibi aşağı doğru kaymaya başladı. Ralph ile Zuga maden kuyusunun ağzında çömelmişler, son purolarını birlikte içerek sabırsızlıkla bekliyorlardı. «Bu madenleri terkettikleri zaman köleleri kuyuda bırakmış olmalılar. Köle çok değerli bir mal olduğundan, bu durum madenin hâlâ çalışır durumda olduğunu ve onu ani olarak terketmek zorunda kaldıklarını gösterir.» Zuga başını yana eğip dinledi. Ayaklarının altındaki topraktan demirin kayaya vurulmasından çıkan ses geliyordu. «Jan Cheroot madene erişti işte.» Kuyunun dibindeki titrek ışığı bir daha ancak birkaç dakika sonra görebildiler. Cheroot’un yalvaran sesi duyuldu. «Ne olur artık beni buradan çıkarın, efendim. İstediğinizi yaptım işte.» Ralph ayaklarını kuyunun iki yanına dayayıp ipi çekmeye başladı. İnce pamuklu gömleği altında kasları geriliyordu. Sonunda Hotanto ile yükünü yeryüzüne çıkardığında ne bir damla ter vardı yüzünde, ne de soluması zorlaşmıştı. «Neler buldun bakalım?» Jan Cheroot baştan aşağı ince bir toz tabakasıyla kaplanmıştı, yarasa pisliği ve uzun zamandır terkedilmiş mağaraların o garip mantar kokusu yükseliyordu üzerinden.

Korku ve yorgunluktan hâlâ titreyen ellerle belindeki eyer torbasını açtı. «İşte bunu buldum.» Zuga kaya parçasını adamın elinden aldı. Kayanın buz gibi parıltılı kristalli bir yapısı vardı, içinde küçük küçük çizgiler görülüyordu. Ancak Jan Cheroot’un vurduğu demirle çatlayan bu pırıltılı kuvartz parçalan kayanın bütün çatlaklarını ve çiziklerini birbirine yapıştıran bir madde ile doluydu. Zuga dilinin ucuyla yaladığı zaman bu madde güneşte parıldıyordu. «Ralph, şuna bak!» Ralph kayayı babasının elinden kutsal ekmeğe gösterilen saygıyla aldı. «Altın!» Altın parçası yüzüne gülümsüyordu. İnsanlar arka ayakları üzerinde doğruldukları ilk günden beri kendisine köle eden o gülümseme. «Altın!» diye tekrarladı Ralph. Bu değerli madenin parıltısını görebilmek için baba oğlu yaklaşık bütün yaşamları boyunca mücadele etmişler, çok uzaklara gitmişler, başka altın avcılarının eşliğinde kanlı savaşlara girmişler, gururlu bir ulusun yok edilmesinde katkıda bulunmuşlardı. Hastalıklı bir kalbe ve akla hayale sığmayan düşlere sahip bir adamın ardından şimdi o adamın adını taşıyan Rodezya’yı ele geçirmişler, toprağın zenginliklerini teker teker çıkarmışlardı. Önce otlaklarına ve dünyanın en güzel dağlarına, zengin ormanlarına, sürü sürü hayvanlarına ve bir boğaz tokluğuna bunları işleyecek karaderili adamlarına sahip olmuşlardı. Ve şimdi de en son hazine ellerindeydi işte. «Altın!» dedi Ralph üçüncü kez.

Akasya ağaçlarından baltalarıyla çubuklar kesip sert toprağa çakarak madenin kendilerine ait olduğunu belirlediler. Her parçanın köşelerine de üstüste yığdıkları taşlardan bir işaret direği koydular. Lobengula’nın askerlerine karşı gönüllü savaşa gittikleri zaman imzaladıkları Fort Victoria Anlaşmasına göre her birinin on ayrı altın madeninde hissesi olabilirdi. Bu yasa Jan Cheroot için geçerli değildi. Jameson’un ordusuyla Matabele ülkesine düzenlenen akınlara katılmış ve efendileri kadar kahramanlık göstermiş olmasına rağmen derisinin rengi yüzünden ganimette hiçbir hakkı olamazdı. Victoria Anlaşmasına göre Zuga ile Ralph hakkettikleri madenlerin dışında, Jameson’un fetih ordusu askerlerinin kimi zaman bir şişe viski fiyatına sattıkları toprak parçalarını da satın almışlardı. Bu yüzden ikisi birden yaklaşık olarak tüm sırta ve iki yanındaki vadi tabanlarına kendilerininmiş gözüyle bakıp kazıklarını çökebileceklerdi. İş ağır olmasına rağmen aceleydi, izlerinden gelen başka maden avcıları da olabilirdi. Öğle güneşinde ve gece ayışığında durup dinlenmeden çalışıp kazık çaktılar. Dördüncü gece tüm madene sahip olduklarından emin olarak bitkin bir halde yığıldılar. Çaktıkları kazıklar arasında herhangi bir madencinin ‘burası benim’ diye hak iddia edebileceği bir karış toprak bile bırakmadıklarından emindiler. «Jan Cheroot, yalnızca bir şişe viskimiz kaldı.» Zuga kalkıp gerindi. «Ama bu gece senin de içmene izin veriyorum.» Jan Cheroot’un ağzına kadar dolu kadehine son damlayı da doldurmasını gülerek seyrettiler.

Adamın günlük içki tayınını belirleyen çizgi unutulmuştu o gece. Ralph şişeyi alıp babasıyla kendisine birer kadeh doldurmadan içindeki miktara dikkatle baktı. «Harkness Madeni’ne içelim,» dedi Zuga. Ralph, içkisini içip ağzını elinin tersiyle sildikten sonra, «Nemlen bu adı koydun?» diye sordu. «Beni buraya getiren haritayı Harkness vermişti.» «Daha iyi bir ad bulabilirdik.» «Belki, ama ben bunu istiyorum.» «Eh, altın yine de parlaklığından bir şey kaybetmeyecektir.» Ralph viski şişesini ufak tefek yerlinin uzanamayacağı kadar uzağa koydu. Jan Cheroot kendi maşrapasındakini bitirmişti bile. «Yine birlikte olarak bir şey yaptığımıza gerçekten çok memnunum, baba,» Ralph rahat bir hareketle eyerine yaslandı. «Öyle,» diye söylendi Zuga. «Yeni Rush’taki elmas madeninden bu yana ilk kez birlikte çalışacağız, çok zaman geçti aradan.» «Madeni bizim için işletmeye açacak birini tanıyorum,» dedi Ralph. «Witwatersrand altın madenlerinin en iyi ustası, yağmurlar başlamadan arabalarımla gerekli araç gereci de taşırım.

» Anlaşmalarına göre Zuga, Harkness Madenini bulacak, Ralph da madeni işletecek insan gücünü, araç gereci ve parayı sağlayacaktı. Kimi insan onun daha şimdiden milyoner olduğunu söylerdi ama Zuga bu söylentilere pek inanmazdı. Yine de Ralph Lobengula’ya karşı açılan seferlerde ulaşım araçlarını «ağlamış ve Bay Rhodes’un İngiliz Güney Afrika Şirketinden nakit olarak değil de hisse senedi olarak büyük miktarlar almıştı. Zuga gibi o da c serüven düşkünü müsrif askerlerin ellerinden toprak üzerindeki haklarını almış, karşılığında adamlara kendi arabalarında taşıdığı viskiyi vermişti. Ralph’ın Rhodesia Emlak Şirketinin toprakları Zuga’nınkilerden çok fazlaydı. Ralph İngiliz Güney Afrika Şirketi hisseleriyle de spekülasyona girişmişti. Sefere katılan askerler Fort Salisbury’ye vardıklarında Bay Rhodes’un kendisine 1 sterlinden sattığı hisseleri Londra borsasında 3.5 sterline satmış, sonra umutlar sönüp de Rhodes ile Jameson Matabele kralına gizli bir savaş açmayı planladıkları zaman borsada iyice kaybetmiş olan hisseleri yarım sterlinden geri almıştı. Sefere katılan birlikler Lobengula’nın GuBulawayo’daki merkezini basıp da, Matabele krallığının bütün toprakları Şirketin mal varlığına katılınca hisseler sekizer sterline yükselmişti. Şimdi oğlunun bunca yorucu çalışmanın hiç köreltemediği bu bulaşıcı heyecanla konuşmasını dinlerken Zuga, Kimberley’ den Fort Salisbury’ye uzanan telgraf direklerini Ralph’ın diktiği ve adamlarının o anda aynı insan ayağı değmemiş topraklardan Bulawayo’ya doğru tren hattı döşediklerini ve iki yüz arabasının Ralph’ın kendisinin Bechaunaland ile Matabeleland arasındaki yüzlerce dükkânına mal taşıdıklarını ve bugünden sonra da Witwatersrand’daki en ünlü madenler kadar zengin olması gereken bir medenin yarısına sahip olduğunu düşünüyordu. Zuga oğlunun konuşmasını dinlerken gülümsedi, «Belki de haklılardır, bu namussuz daha şimdiden milyoner olmuştur bile,» diye düşündü. Gururunda biraz da gıpta yok değildi. Ralph doğmadan çok önce Zuga çalışmış ve hayaller kurmuştu, şimdi düşündüğünde hâlâ vücudunu ürpertiler içinde bırakan fedakârlıklar yapmış, güçlüklere katlanmıştı ve bütün bunlara rağmen çok daha az şey elde etmişti. Bu yeni maden dışında bir yaşam boyu çalışmasına karşılık ancak King’s Lynn ve Louise’i sayabilirdi. Bunu düşününce birden gülümsedi.

Bu iki şeye sahip olmakla Bay Rhodes’un hiç aklına bile getiremeyeceği kadar zengin sayılırdı. Zuga içini çekerek şapkasını gözlerinin üstüne çekti, hayalinde Louise’nin sevimli yüzü olduğu halde derin bir uykuya daldı. Karşısında Ralph, babasından çok kendisiyle konuşuyor, servet ve güçlülük hayallerini genişletmeye çalışıyordu. Arabalara dönüş iki gün sürmüştü, kampa ancak yarım mil kala geldiklerini gören eşleri, uşaklar, çocuklar ve köpekler onları karşılamaya çıktılar. Ralph eyerin üzerinde eğilip Cathy’yi yakaladığı gibi atın üstüne kaldırdı ve dudaklarından özlemle öptü. Küçük Jonathan da atın çevresinde sabırsızlıkla sıçrıyor, «Beni de kaldır, Baba! Beni de kaldır!» diye bağırıyordu. Ralph sert kara bıyıklarını karısının kulağına dayayarak mırıldandı. «Çadıra girdiğimiz an Katie, senin o yeni şilteyi bir deneyeceğiz.» Karısının yüzü kıpkırmızı kesilmişti, kocasının yanağına şakacıktan bir tokat vurdu. Ralph kahkahalarla güldü, sonra tek eliyle Jonathan’ı kaptığı gibi eyerin arkasına oturttu. Çocuk kollarını babasının beline sardı. «Altın buldun mu Baba?» «Tonlarca hem de.» «Aslan öldürdün mü?» «Yüz tane.» «Matabele öldürdün mü?» «Onların avlanma mevsimi kapandı.» Ralph gülerek oğlunun saçlarını okşadı, ancak Cathy kızmıştı.

«Seni kana susamış canavar seni, insan babasına böyle bir şey sorar mı hiç?» Louise genç kadınla çocuğun ardından ağır ağır yürüyordu. Geniş alnından geriye doğru taranmış saçları kalın bir örgü halinde beline kadar inmekteydi. Gözleri yine renk değiştirmişti. Zuga onun o iri ve çekik gözlerinin içinde bulunduğu ruhsal duruma göre renk değiştirmesini oldum olası şaşkınlıkla karşılardı. Şimdi yumuşak maviydiler, mutluluk rengi. Kadın atın önünde durdu, Zuga yere indi, şapkasını çıkardı, konuşmadan önce bir süre kadının yüzüne baktı. «Bu kadar kısa bir süre içinde bile senin ne kadar güzel olduğunu unutmuşum.» «Kısa bir süre değildi,» dedi kadın. «Senden uzak kaldığım her saat benim için sonsuzluk demektir.» Cathy ile Ralph’ın evleri olan bu kamp çok iyi döşenmişti. Çiftin başka evleri yoktu, çingeneler gibi ganimetin en çok olduğu yere göçer dururlardı. Nehir kıyısındaki kocaman yabani incir ağaçları altında dört araba duruyordu. Çadırlar bembeyaz branda bezindendi ve diğerlerinden ayrı kurulmuş olanının içinde insanın rahatça uzanabileceği demir bir banyo vardı. Uşaklardan birinin tek görevi çadırın ardında yanan ateşteki koca Kazana bakmak ve günün yirmi dört saatinde sıcak su sağlamaktı. Daha ilerdeki küçük bir çadırda Cathy’nin oturağına çiçek resimleri yaptığı bir hela ve bunun yanında da lükslerin en lüksü olan yumuşacık kokulu kâğıtlar vardı.

Portatif yatakların üzerinde at kılından şilteler, yanlarında rahat brandadan koltuklar ve bir de yemek masası vardı. Yine brandadan şampanya ve limonata şişeleri için soğutucular, böcek geçirmeyen telli yiyecek dolapları ve otuz uşak bulunuyordu. Odun kesip ateş yakan, kadınların her gün elbise değişebilmeleri için çamaşır yıkayıp ütüleyen, yatakları yapıp çadırlar arasına dökülen yaprakları toplayan ve tozu yatıştırmak için toprağı sulayan uşaklar. Bir de Jonathan’ın özel uşağı vardı, onun görevi çocuğu yıkamak, yemek yedirmek, yaramazlık yapınca sırtına bindirip şarkı söylemekti. Ayrıca yemek hazırlayan, garsonluk yapan, fenerleri yakan, geceleri çadırların cibinliklerini indiren ve küçük çıngırak çalınca gidip elde boyanmış oturağı boşaltan uşaklar da vardı. Ralph kamp yerini geceleri aslan sürülerinden koruyan çalılardan yapılma yüksek duvarların arasındaki kapıdan girdi. Cathy eyerin üstünde önünde, oğlu arkasındaydı. Memnun olmuşçasına çevresine bakındı, sonra Cathy’nin belini sıktı. «Eve dönmek, sıcak bir banyo yapmak ne iyi. Sen de sırtını ovalarsın, Katie.» Birden susup bir şaşkınlık sesi çıkardı. «Allah belanı vermesin kadın! Hiç olmazsa beni uyarabilirdin.» «Bir fırsat vermedin ki.» Arabaların ardında yaylı tekerlekli, sıcağa karşı kaldırılabilen tik ağacından pancurlu bir araba duruyordu. Arabanın gövdesi yeşile boyanmıştı, kapılar ve tekerlekler yaldız kaplamaydı.

İçi yeşil deriden olup perdelerinde sarı püsküller vardı. Arabanın üstünde deriden ve bakırdan sandıklar vardı ve daha ilerde duran hepsi aynı boydaki beyaz katırlar Ralph’ın uşaklarının nehir kenarından kestikleri taze otları yiyorlardı. Cathy’yi yere indiren Ralph, «Bizi nasıl bulmuş?» diye söylendi. Konuklarının kim olduğunu sormasına gerek yoktu, bu görkemli araba tüm kıtada iyi tanınırdı. «Güney yolundan yalnızca bir mil uzaktayız,» dedi Cathy. «Bizi görmemesi olanaksızdı.» «Görünüşe bakılırsa çetesini de birlikte getirmiş.» Beyaz kahırların yanında iki düzine safkan at vardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir