Wilbur Smith – Muson Yagmurlari

Üç erkek çocuk küçük kilisenin gerisindeki dere yatağından yukarı doğru geldikleri için büyük evle ahırlardan görülemiyorlardı. Oğlanların büyüğü olan Tom her zamanki gibi önde, en küçük erkek kardeşi ise hemen arkasındaydı. Tom derenin köyün yukarsında ilk kıvrımını yaptığı yerde duraklayınca küçük kardeş yine tartışmaya başladı.”Niçin hep ben kedi olmak zorundayım. Niçin ben de eğlenceye katılamıyorum, Tom?” Tom komutanlara yakışır bir otoriteyle, “Sen en küçüğümüz olduğun için,” dedi. Bir yandan da vadinin aşağısındaki küçük köyü gözlüyordu. Demirhaneden dumanlar yükseliyor, dul Bayan Evans’ın kulübesinin arkasındaysa çamaşırlar doğudan esen rüzgarda dalgalanıyordu. Ortalıkta bir tek insan yoktu. Hasat zamanı olduğu için günün bu saatinde babasının adamlarının çoğu tarlalarda çalışıyordu, erkeklerin yanında çalışmayan kadınlarsa büyük evde görevlerinin başındaydı. Tom olacakların beklentisiyle sırıttı. “Kimse bizi fark etmedi.” Kimse babalarına haber uçuramayacaktı . “Bu haksızlık.” Dorian kolay vazgeçecek gibi değildi. Alnına dökülen bakır sarısı bukleleri ona öfkeli bir ikon görünümü veriyordu.


“Hiçbir şey yapmama izin vermiyorsun,” diye sızlandı. Tom hızla ona doğru döndü. “Geçen hafta şahini uçurman için sana Kim izin verdi? Dün tüfeğini ateşlemene kim izin verdi?” “Sen.” “Yelkenlinin dümenini sana kim verdi?” “Evet, ama…” “Aması maması yok.” Tom kaşlarını çatmıştı. “Bu takımın kaptanı kim?” “Sensin, Tom.” Ağabeyinin yeşil bakışlarına karşı koyamayan Dorian başını eğdi. “Ama yine de…” demekten de kendini alamadı. “İstersen, Tom’la birlikte benim yerime sen gidebilirsin.” Guy ilk kez konuşuyordu. “Kedi ben olacağım.” Tom küçük ikizine dönüp bakarken Dorian, “Sahi mi, Guy?” diyerek atıldı. Gülümsediği zaman bulutların arasından sıyrılan bir güneş gibi bütün güzelliği gözler önüne seriliyordu. Tom, “Hayır olmaz!” diye kardeşinin sözünü kesti. “Dorry daha bir bebek.

Bizimle gelemez. Damın üstünde kedi gibi bekleyecek.” Donan , “Ben bebek değilim,” diye öfkeyle itiraz etti. “Artık on bir yaşındayım.” “Tom, “Bebek değilsen bize kıllarını göster,” diye çocuğa meydan okudu. Kendi kılları çıktığından beri bunlar, Tom için erişkinliğin bir ölçüsü olmuştu. Dorian onu duymazdan geldi. Ağabeyinin gür kıllarıyla kıyaslayabileceği soluk kızıl renkte ayva tüyleri bile yoktu. Başka bir yaklaşım denedi. “Ben sadece seyredeceğim.” “Evet, damdan etrafı seyredeceksin.” Tom tartışmayı kısa kesti. “Haydi gelin. Geç kalacağız.” Vadinin dik yamacından aşağı kaymaya başladı.

Kardeşleri de onu İzledi. Dorian, “Kim gelir ki?” diye ısrar etti. “Herkesin işi başından aşkın. Aslında onlara bizim bile yardım etmemiz gerekirdi.” Tom arkasına bakmadan, “Kara Billy gelebilir,” dedi. Bu ad Dorian’ı bile susturdu. Kara Billy, Courtney oğullarının en büyüğüydü. Annesi, Sir Hal Courtney’in Afrika’ya yaptığı ilk yolculuktan beraberinde getirdiği bir Habeş prensesiydi. Gizemli anakaradan, prenses bir eşten başka, Hollandalılarla putperestlerden yağmaladığı bir gemi dolusu hazine getiren Sir Hal, bu muazzam servetle arazilerini ikiye katlamıştı. Böylece ailesini Devon eyaletinin en zenginleri arasına katmış, bu açıdan Grenville’lere bile rakip olmuştu. Kendisinden küçük üvey kardeşlerinin Kara Billy dedikleri William Courtney, yirmi dört yaşına merdiven dayamıştı ve ikizlerden yedi yaş büyüktü. Zeki ve acımasız bir gençti; kara bir kurdu hatırlatan bir yakışıklılığı vardı. Küçük kardeşleri ondan korkuyor ve haklı olarak nefret ediyorlardı. Üvey ağabeyinin adının çağrıştırdığı tehdit Dorian’ı titretti. Böylece son birkaç yüz metreyi konuşmadan tırmandılar.

Sonunda dereyi arkalarında bırakarak yamacın kenarına yaklaştıklarında kırmızı doğanın dişisinin geçen ilkbahar yuva yaptığı bü yük meşe ağacının altında kısa bir mola verdiler. Tom soluklanmak için ağacın dibine çöktü. “Rüzgar kesilmezse sabaha yelkenle çıkarız,” diye müjdeledi ve kepini çıkararak alnındaki terlen ceketinin koluyla sildi. Kepine iliştirilmiş yaban ördeği tüyü, kendi şahininin öldürdüğü ilk kuşa aitti. Etrafına bakındı. Manzara, bulundukları noktadan bütün Courtney arazilerini içeriyordu. On beş bin dönümlük alanda tepeler, derin vadiler, orman, mera ve buğday tarlaları kıyıdaki yarlara kadar uzanıyor, tüm arazi neredeyse limanla birleşiyordu. Her şey Tom’a o kadar tanıdık geliyordu ki, üzerinde durmadı bile. “Gidip tehlike olup olmadığına bakayım,” diyerek ayağa kalktı. Küçük kilisenin etrafını çeviren taş duvara iki büklüm yaklaştı. Sonra başını kaldırarak baktı. Küçük kilise, şövalyelik payesini Kraliçe I. Elizabeth devrinde kazanan büyük dedesi Sir Charles tarafından yaptırılmıştı. Sir Charles kraliçenin kaptanlarından biri olarak ispanya Kralı Felipe’nin donanmasına karşı savaşarak büyük yararlılıklar göstermişti. Yüz yıl önce küçük kiliseyi Calais’deki deniz çarpışmasının anısına yaptırmıştı.

Şövalyeliğini kazandığı çarpışmada İspanyol kalyonlarının birçoğu alevler içinde kıyıya vurmuş, kalanları da Koramiral Drake’in ‘Tanrı’nın Rüzgarları’ diye adlandırdığı fırtınaların etkisiyle dörtbir yana dağılmıştı. Küçük kilise gri renkli taştan, sekizgen biçimli güzel bir binaydı. Yüksek kulesi havanın açık olduğu günlerde neredeyse yirmi beş kilometre uzaktaki Plymouth’dan bile görülebiliyordu. Tom duvarın üzerinden kolaylıkla atladı ve elma ağaçlarının arasından rahibin giyinme odasının, demir çivilerle süslü kapısına kadar süründü. Kapıyı araladı ve içeriye kulak verdi. Yoğun bir sessizlik ortalığa hakimdi. Delikanlı içeri süründü ve şahına açılan kapıya yaklaştı, içeri baktığı sırada renkli camlı yüksek pencerelerden dolan güneş ışığı içersini bir gökkuşağı gibi aydınlatıyordu. Altarın yukarsındaki pencerenin renkli cam mozaiği İngiliz donanmasının İspanyollarla çarpışmasını ve İspanyol kalyonları cayır cayır yanarken Tanrı’nın bulutların arasından onaylar gibi aşağıya bakışını betimliyordu. Ana kapının yukarsındaki pencereler ise Tom’un babası tarafından eklenmişti. Yenilgiye uğratılan düşman bu kez Hollandalılarla ve İslam ordularıydı. Sir Hal ise elinde kılıcı, yanında da Habeş prensesiyle çarpışmanın yukarsında duruyordu. Her ikisinin de üzerinde zırh vardı, kalkanlarının üstünde de St. George ve Kutsal Kase Haçı dikkati çekiyordu. Şahın bugün boştu. Gelecek cumartesi yapılacak olan Kara Billy’nin düğününün hazırlıklarına henüz başlanmamıştı.

Tom giyinme odasının kapısına döndü ve başını dışarı uzattı, iki parmağını ağzına sokarak tiz bir ıslık salıverdi, iki kardeşi aynı anda dış duvara tırmanarak yanına koştular. Tom, “Hemen çan kulesine çık, Dorry!” diye emretti. Kızıl saçlı çocuk itiraz edecek olduysa da, ağabeyinin kendisine doğru bir adım atmasıyla somurtarak merdivene koştu. Guy titreyen bir sesle, “Kız gelmiş mi?” diye sordu. “Henüz değil. Vakit daha erken.” Tom mahzene inen karanlık taş merdivene yürüdü. Aşağıya inince, kınıyla birlikte kuşağına asılı hançerin yanındaki deri keseyi araladı ve o sabah babasının çalışma odasından yürüttüğü ağır demir anahtarı çıkardı. Bununla demir parmaklıklı kapının kilidini açtı. Atalarının taş lahitlerinin içinde yattıkları mahzene girerken hiç tereddüt etmedi. Guy onu izlerken aynı güveni duymuyordu. Ölülerin varlığı daima huzurunu kaçırırdı. Mahzenin ağzında bir an durakladı. Zemin hizasındaki pencerelerden içeriye ürkütücü bir ışık sızıyordu; zaten tek aydınlatma da buydu. Mahzenin daire biçimindeki duvarlarının çevresinde taş ve mermer lahitler diziliydi.

On altı tane olan mezarlar büyükbaba Charles’tan beri bütün Courtney’ler ve karılarına aitti. Guy babasının üç ölü karısının oluşturduğu çizginin ortasında annesinin bulunduğu mermer tabuta yan gözle baktı. Tabutun kapağına genç kadının bir tasviri oyulmuştu; Guy onun çok güzel olduğunu düşündü: soluk bir zambağa benzeyen genç bir kadın. Annesini hiç tanımamış, ondan hiç süt emmemişti; narin kadın, ikizleri doğururken çektiği üç günlük sancıya dayanamamıştı. Guy’ın dünya yüzünde ilk çığlığını atmasından birkaç saat sonra kan kaybından ölmüştü. Oğlanlar bir dizi dadı, sonra da Dorian’ın annesi olan üvey anneleri tarafından büyütülmüşlerdi. Delikanlı mermer tabutun başında yere diz çöktü. Önündeki yazıyı okudu: “2 Mayıs 1673’te bu dünyadan göçen Sir Henry Courtney’in sevgili ikinci eşi ve Thomas ile Guy’ın anneleri Margaret Courtney burada yatıyor. O artık İsa’nın koynunda güvenlikte.” Guy gözlerini kapayarak dua etmeye başladı. Tom, “O seni duyamaz,” derken yumuşak bir sesle konuşmuştu. Guy gözlen kapalı bir halde başını kaldırmadan, “Evet, duyabilir,” diye karşılık verdi. Tom tabut dizisinin bir ucundan ötekine doğru yürümeye başladı. Dorian’ın annesi, yani babasının sonuncu eşi, kendi annesinin sağında yatıyordu. Daha üç yıl önce içinde bulunduğu yelkenli, körfezin ağzında alabora olmuş, kadıncağız akıntıyla açık denize sürüklenmişti.

Kocası onu kurtarmaya çalışırken çok güçlü olan akıntı ikisini de sekiz kilometre açıktaki bir koya sürüklemişti. Ne var ki, Elizabeth oraya vardıklarında çoktan boğulmuş, kocası da ölümden dönmüştü. Tom, gözlerinin dolmaya başladığını hissetti. Çünkü, Elizabeth’e, hiç tanımadığı annesine karşı duyamadığı bir sevgiyle bağlanmıştı. Guy bu çocukça hassasiyetini görmeden öksürüp elinin tersiyle gözlerini sildi. Hal, sırf yetim ikizlerine bir anne sağlamak için Elizabeth’le evlenmişse de, hepsi çok geçmeden onu sevmeye başlamışlardı. Tıpkı Dorian’ı da doğar doğmaz sevmeleri gibi. Ama Kara Billy onlarla aynı hisleri paylaşmıyordu. William Courtney babasından başka hiç kimseyi sevmiyor ve ona karşı vahşice bir kıskançlık duyuyordu. Elizabeth küçük çocukları onun kininden ve hışmından korumaya çalışmış, ama deniz, sonunda genç kadını onların arasından koparıp almıştı. Artık küçük Courtney’ler savunmasızdı. Tom, “Bizi hiçbir zaman terk etmemeliydin,” diye fısıldadı, sonra da çekinerek Guy’a baktı. Ama dualarıyla meşgul olan ikizi onu duymamıştı, Tom da böylece asıl annesinin öbür yanındaki tabutun başına yürüdü. Bu tabuttaki kadın Kara Billy’nin annesi olan Habeş prensesi Judith’di. Tabutun kapağındaki tasvirde, oğluna miras bıraktığı bir atmacanın haşin yüz çizgilerine sahip güzel bir kadın betimlenmişti.

Putperestlere karşı bir orduya kumanda etmiş birine yaraşır biçimde yarım zırhlıydı. Belinde bir kılıç asılıydı. Göğsündeyse bir kalkanla miğfer duruyordu. Kalkana Kopt Haçı, İsa’nın Vatikan’dan da daha eski olan simgesi işlenmişti. Başı açıktı, gür saçları ise kıvır kıvır bir taç görünümündeydi. Üvey annesinin tasvirine bakan Tom, bu kadının oğluna duyduğu nefretten kalbinin sıkıştığını hissetti. “O at, sen daha piçini doğurma fırsatını bulamadan üstünden atmalıydı seni,” diye homurdandı. Bu kez yüksek sesle konuşmuştu. Guy ayağa kalkıp İkisinin yanına geldi. “Ölüler hakkında böyle konuşmak uğursuzluk getirir.” Tom omuzlarını silkti. “Artık ondan bana bir kötülük gelemez.” Guy onu kolundan tutarak sıradaki sonuncu lahidin başına götürdü. İçi nin boş olduğunu ikisi de biliyordu. Kapak henüz kapatılıp mühürlenmemişti.

Guy yazıtı yüksek sesle okudu. “Sir Francis Courtney. 6 Ocak 1616’da Devon eyaletinde doğdu. Jartiyer ve St. George ve Kutsal Kase Tarikatı nişanlarına sahip. Denizci ve kaptan. Kaşif ve savaşçı. Henry’nin babası olan yiğit centilmen, Ümit Burnu’nun alçak Hollandalı göçmenleri tarafından haksız yere korsanlıkla suçlanarak, onlar tarafından 15 Temmuz 1 668’de vahşice idam edilmiştir. Naaşı uzak ve vahşi Afrika topraklarında kaldıysa da, anısı oğlu Henry Courtney’in kalbinde ve onun kumandasında Hint Okyanusunda seyahat eden bütün cesur ve sadık denizcilerin kalplerinde sonsuza dek yaşayacaktır.” Tom, “Babam niçin buraya boş bir tabut koydurttu sanki?” diye mırıldandı. Guy bunun yanıtını verdi. “Sanırım, günün birinde büyükbabamın kemiklerini buraya getirmeyi planlıyor.” Tom kardeşine öfkeli bir bakış fırlattı. “Bunu kendisi mi sana söyledi?” Babasının Guy’a, ikizlerin büyüğü olarak kendisinin bilmediği bir şeyi söylemiş olmasına sinirlenmişti. Bütün çocuklar babalarını taparcasına seviyorlardı.

Guy, “Hayır, o söylemedi,” diye itiraf etti. Hemen arkasından ekledi. “Ama onun yerinde olsam babam için bunu yapardım.” Bu konuya olan ilgisi azaldığından Tom mahzenin ortasındaki boş alana yürüdü. Zemine, farklı renklerde granit ve mermerlerle garip bir dairesel şekil İşlenmişti. Dairenin dört köşesine pirinç dört kazan oturtulmuştu. St. George ve Kutsal Kase Tarikatı yaz ekinoksunun dolunayında bir araya geldikleri vakit, bunlar eski ateş ve toprak, hava ve su elementlerini simgeleyeceklerdi. Sir Henry Courtney kendisinden önce babasıyla dedesinin de oldukları gibi, tarikatın Nautonnier Şövalyelerindendi. Mahzenin kubbeli tavanının orta yerinde göğe açılan bir havalandırma deliği vardı. Bina o kadar zekice planlanmıştı ki, dolunayın ışınları bu delikten taş zeminde, Tom’un ayaklarının altındaki şeklin üzerine vuracaktı. Bu noktada tarikatın şifreli lejandı olan İn Arcadia habito siyah mermerle işlenmişti. Bu armanın derin anlamını delikanlıların ikisi de henüz öğrenmemişlerdi. Tom siyah renkli Gotik harflerin üstüne gelip durdu, elini kalbine koydu ve günün birinde tarikata kabul edildiği zaman okuyacağı duayı seslendirdi. “Bu şeylere inanıyorum ve onları hayatım pahasına savunacağım.

Tesliste yalnız bir tek Tanrı olduğuna inanıyorum, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh.” Guy yavaşça, “Amin!” diye seslendi, ikisi de tarikatın kurallarını içeren kitabı sıkı sıkı çalışmışlardı ve yüz yanıtı ezbere biliyorlardı. “İngiltere Kilisesi’nin inanç birliğine dünyadaki temsilcisi İngiltere, İskoçya, Fransa ve İrlanda Kralı ve Dinin Savunucusu Üçüncü William’ın kutsal hakkına inanıyorum.” Guy, “Amin!” diye yineledi. Bir gün ikisi de o ünlü tarikata katılmaya, dolunayın ışığında durup bu andı içmeye davet edileceklerdi. “İngiltere Kilisesini savunacağım. Hükümdarım III. William’ın düşmanlarına karşı geleceğim… ” Tom çocukluk tonunu tümüyle kaybetmiş gür bir sesle devam ediyordu. Başının yukarsında, damdaki delikten hafif bir ıslık kulağına gelince birden sesini kesti. Guy, “Dorrie bu!” diye fısıldadı. “Biri geliyor!” ikisi de kıpırdamadan duruyor, tehlike işareti olacak tiz ıslığın ötmesini bekliyorlardı. Ama başka bir uyarı olmadı. “O geliyor!” Tom kardeşine sırıttı. “Kızın sonradan vazgeçmesinden korkmuştum.” Ama Guy kardeşinin sevincini paylaşmıyordu.

Sinirli bir hareketle ensesini kaşıdı. “Tom, bu iş hiç hoşuma gitmiyor.” “Pes sana, Guy Courtney.” Ağabeyi ona güldü. “O işin ne müthiş bir şey olduğunu deneyene kadar anlayamazsın ki.” Bir kumaş hışırtısı, sonra da merdivende hafif ayak sesleri duyuldu, he men arkasından da bir kız mahzene daldı. Hızlı soluklar alıp veriyordu. Tepeyi koşar adımlarla tırmandığı için yanakları al al olmuştu. Tom sordu. “Evden çıktığını bir gören oldu mu, Mary?” Kız hayır gibilerden başını salladı. “Bir kişi bile görmedi, Bay Tom. Hepsi çorbanın başına çöreklenmişlerdi.” Kız, kulağa hoş gelen yerel taşra ağzıyla konuşuyordu. Dolgun vücudu, iri göğüsleri ve kalçaları vardı. İkizlerden yaşça büyüktü, herhalde on beşinden çok yirmi yaşına yakındı.

Cildi ünlü Devon kreması gibi yumuşak ve pürüzsüzdü; güzel yüzü karmakarışık siyah buklelerle çevriliydi. Dudakları pembe, yumuşak ve ıslaktı; kurnazca bakan gözleri çekikçeydi. Tom ısrar etti. “Bay Billy’nin seni görmediğine emin misin, Mary?” Kız buklelerini hoplatan bir hareketle başını salladı. “Eminim. Gelmeden önce kütüphaneye göz attım. Her zamanki gibi kitaplara dalmıştı.” Küçük ellerini kalçalarına dayadı. Elleri bulaşık yıkamaktan kızarmış ve sertleşmişti ama, incecik belini çember gibi sarabiliyordu. İkizlerin kızın hareketlerini izleyen gözleri vücudunun üstünde yoğunlaştı. Kızın kabarık iç etekleri ve eski püskü etekliği tombul baldırlarının yarısına kadar iniyordu. Ayakları çıplak ve kirli olmasına karşın, ayak bilekleri inceydi. Kız delikanlıların gözlerindeki-bakışı görerek, bunun kendisine duyurduğu güçle gülümsedi. Bir elini kaldırarak yeleğinin önünü kapatan şeridi kurcalamaya başladı. İki çift göz ellerinin hareketini izliyordu.

Kız göğüslerini doğrultunca şerit de gerildikçe gerildi. “Bana o İş için altı pens verecektin. Söz verdin,” diye Tom’a hatırlattı. Tom kasıldı. “Evet, söz verdim, Mary. İkimiz, Guy’la benim için altı pens.” Ne var ki, kız başını arkaya atarak delikanlıya pembe dilini çıkardı. “Çok kurnazsın, Bay Tom. Adam başına altı pensti, ikiniz için bir şilin.” “Atma, Mary.” Tom belindeki keseden gümüş bir para çıkardı. Bunu havaya fırlattı. Pırıl pırıl para avucuna düşünce, onu yakından görmesi için Mary’ye uzattı. “İşte bak, yalnız senin olacak bütün bir gümüş altı pens.” Kız yine başını salladı ve fiyongu çözmeye girişti.

Yeleğinin önü bir san tim kadar aralanırken, “Bir şilin,” diye yineledi. Oğlanların ikisi de bir anda ortaya çıkan ve yukarsındaki güneş yanığı omuzlarla çarpıcı bir çelişki oluşturan bembeyaz tene bakakalmışlardı. ‘Ya bir şilin ya da hiçbir şey!” Kız sözüm ona kayıtsızlıkla omuzlarını silkti. Tombul bir göğüsün şişkinliği yarı yerine kadar dışarı taştı ve yalnız ucu gizli kaldı. Bu arada meme başının yakut renkli çevresi, bluzunun taraz taraz kenarından sırıtıyordu. Oğlanların ikisinin de nutku tutulmuştu. Kız, “Yoksa dilini kedi mi yuttu?” diye arsız bir tavırla sordu. “Anlaşılan, burada bana iş yok.” Eteklerinin altında poposunu kıvıra kıvıra merdivene yöneldi. Tom, “Bekle!” diye boğuk bir sesle bağırdı. “Öyleyse bir şilin olsun, güzelim.” “Önce parayı göster, Bay Tom!” Delikanlı kesesini telaş içinde karıştırırken kız, çilli omzunun üzerinden arkaya bakıyordu. “İşte al, Mary.” Delikanlı parayı uzatınca, Mary tıpkı Plymouth doklarındaki sürtükler gibi kalçalarını kıvıra kıvıra ona yaklaştı. Parayı Tom’un elinden kaparak, “Beni güzel buluyor musun, Bay Tom?” diye sordu.

“Sen bütün İngiltere’nin en güzel kızısın.” Tom sözlerinde samimiydi. Şimdi yeleğin dışına taşmış olan tombul, yuvarlak memeye elini uzattı. Fakat Mary kıkırdayarak onun eline şaka yollu bir tokat attı. ‘Ya Bay Guy?” Mary, Tom’un arkasında duran Guy’a baktı. “Onun için ilk mi olacak? Bu işi daha önce hiç yapmadın, değil mi, Bay Guy?” Guy gürültüyle yutkundu, ama konuşamadı. Önüne baktı. Kıpkırmızı olmuştu. Tom, “Evet, onun için ilk olacak,” diye doğruladı. “Önce onunla ol. Ben beklerim.” Mary, Guy’a yaklaşarak elini tuttu. “Korkma tamam mı.” Çekik gözleriyle delikanlıya gülümsedi. “Canını yakmam, Bay Guy,” diyerek delikanlıyı mahzenin uzak ucuna doğru çekmeye başladı.

Kendisine yapışan kızın kokusu Guy’ın burnuna doluyordu. Belli ki bir ayı aşkın süredir yıkanmamıştı ve çalıştığı mutfakların keskin kokusunu yayıyor; domuz yağı, odun ateşi, ter ve kaynamakta olan ıstakoz kokuyordu. Guy’ın midesi bulanmıştı. “Hayır!” diye geveleyerek kendini kızın elinden kurtardı, “İstemiyorum, yapamam… ” Ağlamak üzereydi, “İlk sen yap, Tom.” “Onu senin için çağırdım. Bir kere denedikten sonra o is için deli olacaksın. Bana güvenebilirsin.” “Lütfen, Tom, beni zorlama.” Guy’ın sesi titriyordu. Çaresizlik içinde arkasındaki merdivene baktı. “Ben eve dönmek istiyorum. Babam her şeyi öğrenecek.” “Ona şilinimizi verdim bile.” Tom kardeşini yola getirmeye çalışıyordu. “Parayı ziyan edeceksin.

” Mary yine delikanlının elini yakaladı. “Haydi gel, tatlım! Ne zamandır gözüm sendeydi, yemin ederim. Çok yakışıklı bir gençsin.” “Önce Tom olsun!” Guy iyiden iyiye paniğe kapılmıştı. “Peki öyleyse!” Mary, Tom’un yanına yürüdü. “Bırak, Bay Tom sana yol göstersin. Artık o işi gözü kapalı yapabilir, kaç kere yaptı.” Tom’un kolunu yakalayarak delikanlıyı Calais kahramanı Sir Charles’a ait olan ilk tabutun yanına sürükledi ve buna arkasını dayadı. Delikanlının yüzüne karşı kıkırdayarak, “Hem yalnız benimle de değil,” dedi. “Yalan söylemiyorlarsa Mabel’le de, Jill’le de, duyduğum kadarıyla köydeki kızların yarısıyla da. Yaman bir boğaymışsın sen, Bay Tom!” Böyle derken parmak uçlarının üstüne dikilmiş ve ağzını Tom’un ağzına yapıştırmıştı. Tom onu taş tabutun üstüne itti. Gözlerini Guy’ın bulunduğu yöne yuvarlayarak ikizine bir şey söylemeye çalışıyordu. Ne çare ki, kızın ıslak ve yumuşak dudakları, ağzının derinlerine ittiği bir kedininki kadar uzun dili onu engelliyordu . Delikanlı sonunda yüzünü kurtararak soluk almaya çalıştı.

Çenesi kızın tükürüğüyle ıslanmış ve parlamış olduğu halde Guy’a sırıttı. “Şimdi de sana yüz yıl bile yaşasan bir eşini göremeyeceğin en tatlı şeyi göstereceğim.” Mary hala taştan tabuta yaslanmış vaziyette duruyordu. Tom eğildi ve kızın etekliğini tutan ipi deneyimli parmaklarıyla gevşetti. Giysi aşağı kayıp ayak bileklerine dolandı. Etekliğin altına bir şey giymemişti, vücudu pürüzsüz ve beyazdı. En iyi cins balmumundan yontulmuş gibiydi. İkisi de kızın vücuduna bakakalmışlardı. İkizler adeta büyülenmişlerdi ve kendi kendisiyle nasıl gururlandığı ise Mary’nin yüzünden belliydi. Yalnızca Tom’un kesik soluklarının bozduğu upuzun bir sessizlikten sonra Mary, bluzunu her iki eliyle başının üzerinden sıyırdı ve arkasındaki tabut kapağının üstüne düşürdü. Başını çevirip Guy’ın yüzüne baktı. “Bunları istemiyor musun?” diyerek tombul beyaz göğüslerinden birini avuçladı. “Hayır mı?” diye delikanlıyı alaya aldı. Guy’ın heyecandan dili tutulmuştu. Mary bundan sonra parmaklarını kaymaktan farksız vücudunun üstünde yavaşça aşağı kaydırdı ve göbeğinden aşağıya indirdi.

Etekliğini ayağının ucuyla öteye savurduktan sonra bakışını Guy’dan ayırmadan bacaklarını iki yana açtı. “Bunun gibisini şimdiye dek görmedin, değil mi Guy?” diye bağırarak vücudunu okşamaya başladı. Guy boğuk bir ses çıkarınca, kız bir zafer kahkahası attı. “Artık çok geç, Bay Guy!” diye ona meydan okudu. “Fırsatı kaçırdın. Şimdi sıranı beklemek zorundasın!” Tom o zamana kadar pantolonunu aşağı indirmişti. Mary ellerini onun omuzlarına dayadı ve kendini hemen yukarı çekerek kollarını erkeğin boynu na, bacaklarını da erkeğin beline doladı. Ucuz cam boncuklardan yapılmış kolyesinin bu arada ipi koptu ve parlak boncuklar vücutlarının arasından aşağı yuvarlanarak taşların üstüne saçıldı. Ama ikisi de bunu fark etmemiş görünüyordu. Guy ikizinin, kızı dedelerinin lahitinin taş kapağının üstüne adeta mıhlamasını ve kıpkırmızı bir yüzle homurdanarak üstünde gidip gelmesini, kızın da aynı hareketleri tekrarlamasını yarı dehşet yarı kendinden geçmiş bir şekilde seyrediyordu. Mary miyavlar gibi küçük sesler çıkarmaya başlamıştı, sesler giderek yükseldi ve cıyaklamaya dönüştü. Guy başını öbür tarafa çevirmek istiyordu, ama yapamadı. İkizinin birden başını arkaya atarak ağzını ardına kadar açmasını ve korkunç bir feryat salıvermesini büyülenmiş gibi izledi. Guy, onu öldürdü, diye düşündü, sonra birden aklına geldi. Babama ne söyleyeceğiz şimdi? Tom’un yüzü pancar gibi ve terden pırıl pırıldı.

“Tom? İyi misin?” Bu sözler elinde olmayarak ağzından kaçmıştı Guy’ın. Tom döndü ve ağzını çarpıtarak kardeşine sırıttı. “Kendimi hiç bundan daha iyi hissetmemiştim.” Böyle diyerek Mary’yi yere bıraktı ve bir iki adım uzaklaştı. Kardeşine, “Şimdi sıra sende,” diye soludu. “Haydi altı pensinin karşılığını al, delikanlı.” Mary de soluk soluğaydı, ama gülmeyi başardı. “Bana bir dakika izin ver de kendime geleyim. Bundan sonra sana yaşatacaklarımı kolay kolay unutamayacaksın, Bay Guy.” Tam o sırada hava deliğinden aşağıya doğru tiz bir ıslık duyuldu. Guy panik halinde arkaya sıçradı. Ama aynı zamanda ferahlatmıştı. Uyarının aceleliği şüphe götürmüyordu. “Bu Dorry!” diye bağırdı. “Gelen var.

” ‘ Tom pantolonunu yukarı çekerken önce bir ayağının, sonra ötekinin üstünde sıçradı. Kıza, “Sen kaç, Mary,” diye çıkıştı. Mary yere çökmüş, boncukları toplamaya çalışıyordu. Tom, “Bırak onları!” dediyse de kız onu duymamış gibi davrandı. Çıplak poposunun tabutun kenarına bastırılmış yerleri pembe pembe olmuştu. Tom, kızın beyaz tenin üstünde neredeyse dedesinin yazıtını okur gibi olunca gülmemek için kendini güç tuttu. Ama gülecek yerde Guy’ı omuzlarından kavradı. “Haydi! Gelen babam olabilir!” Bu olasılık onları adeta kanatlandırdı ve bir birlerini ite kaka yukarı koştular. Giyinme odasının kapısından dışarı fırlarlarken duvarı kaplayan sarmaşıkların arasında gizlenmiş olan Dorian’ı onları bekler buldular. Tom, “Gelen kim, Dorry?” diye soludu. Dorian, “Kara Billy!” diye cıyakladı. “Az önce Sultan’ın üstünde ahırdan çıktı. Bir dakikaya kalmaz, burada olur.” Tom, babasının lostromosu Koca Daniel’den öğrendiği en kaba küfrünü savurdu. “Bizi burada yakalamamalı,” dedi.

“Kaçalım!” Üçü birden taş duvara doğru yarıştılar. Tom, Dorian’ı duvarın üzerinden aşırdı, sonra o ve Guy da atlayarak otların üstüne serildiler. “İkiniz de susun!” Tom heyecanla kahkaha atıyordu. Dorian, “Ne oldu kuzum?” diye ince bir sesle sordu. “Mary’nin içeri girdiğini gördüm. Onunla yaptın mı, Guy?” “O dediğinin ne olduğunu bilmiyorsun bile.” Guy kardeşinin sorusunu atlatmaya çalışıyordu. Dorian, “Pekala biliyorum,” derken kızarmıştı. “Koçları yaparken gördüm. Köpekleri ve horozları, boğa Herkül’ü de. Şöyle.” Çocuk dörtayak üstünde hayvanların çiftleşmesinin gerçekten dehşet verici bir taklidini yaptı. Dilini ağzının köşesinden dışarı sarkıtmıştı, gözlerini ürkütücü şekilde yuvarlıyordu. “Mary’ye yaptığın böyle miydi, Guy?” Guy kıpkırmızı oldu. “Kes şunu, Dorian Courtney! Duyuyor musun beni?” Fakat Tom neşeli bir gülüşle Dorian’ın yüzünü otların üstüne bastırdı.

“Seni küçük maymun seni! Kılların uzamış olmasa da bu işi Guy’dan daha iyi becerebileceğine eminim.” Dorian yalvardı. “Bir dahaki sefere denememe izin verecek misin, Tom?” Tom, “Bu işi becerebileceğin zaman izin veririm,” diyerek kardeşinin kalkmasına yardım etti. Ancak tam o sırada yamacı tırmanan nal seslerini duydular. Tom bir yandan kıkırdarken, “Susun!” diye kardeşlerini uyardı. Duvarın arkasına büzülerek soluklarına ve neşelerine hakim olmaya çalıştılar. Atlının, küçük kilisenin anakapısının önündeki çakıllı alana varınca, dizginleri çekerek atını durdurduğunu duydular. Tom, “Sakın kalkmayın!” diye kardeşlerini uyardı, ama kendisi tüylü kepini çıkardı ve başını dikkatle kaldırarak duvarın tepesinden ileriye baktı. William Courtney, Sultan’ın üstündeydi. Harika bir biniciydi. Bu sanatı, belki de Afrikalı kökeninden gelen bir içgüdünün etkisiyle doğal şekilde kavramıştı. İnce yapılı ve uzun boyluydu. Her zamanki gibi siyahlar giymişti. Üvey kardeşlerinin ona Kara Billy yakıştırmasını yapmalarının nedeni, teniyle saçlarının tonu kadar, giysilerinde de bu rengi tercih etmesiydi. Bugün başı açıktı, ama genellikle otriş tüyleriyle süslü geniş kenarlı bir siyah şapka giyerdi.

Çizmeleri siyahtı; eyeri ve dizginleri de öyle. Sultan da soluk güneş ışığında ışıl ışıl parlayan siyah bir aygırdı. Gerek at, gerekse binicisi göz kamaştırıcıydı. Belli ki, yaklaşan düğününün hazırlıklarını denetlemek için küçük kiliseye gelmişti. Nikahın, gelinin evindeki küçük kilise yerine burada kıyılması gerekiyordu. Düğünü başka önemli törenler izleyeceği için bu kaçınılmazdı. Söz konusu törenler ancak Nautonnier Şövalyelerinin küçük kilisesinde olabilirdi. William Courtney küçük kilisenin ön kapısında durdu ve içersini görmek için eğildi, sonra doğrularak atını binanın yan duvarındaki giyinme odasının kapısına sürdü. Etrafını dikkatle gözden geçirdi ve bakışı bu arada Tom’un üstünde durdu. Çocuk taş kesildi. Kendisiyle kardeşlerinin derenin ağzında olup Simon’la adamlarının som balığı ağlarını çekmelerine yardımcı olmaları gerekiyordu. William’ın hasat için tuttuğu gezgin işçilerin hepsi som balığıyla besleniyorlardı. Balık ucuz ve boldu, ama adamlar bu tekdüze mönüyü red ediyorlardı. Elma ağacının dalları Tom’u ağabeyinin keskin bakışından gizlemiş olmalıydı. William yere atlayarak Sultan’ı kapının yanındaki demir halkaya bağladı.

Grenville ailesinin ortanca kızıyla nişanlıydı. Bu muhteşem bir evlilik olacaktı. Babası, kızın drahoması konusunda bir anlaşmaya varmak için Exeter Kontu John Grenville’le bütün bir yıl pazarlık etmişti. Kara Billy kıza kavuşmak için pek acele ediyor, diye alayla düşündü Tom. Bir yandan da ağabeyinin küçük kilisenin merdivenlerinde durup pırıl pırıl kara çizmelerinin tozunu temizlemesini seyrediyordu. Kurşunla ağırlaştırılmış binici kırbacı da her zamanki gibi yanındaydı. William küçük kiliseye girmeden önce bir kez daha Tom’un bulunduğu yöne baktı. Teni kesinlikle siyah değil, soluk bir kehribar rengindeydi. Afrikalıdan çok Akdenizliye benziyordu; İspanyol ya da İtalyan olabilirdi. Ama gür ve parlak saçları zifir gibi siyahtı ve dümdüz arkaya taranarak siyah bir kurdeleyle örgü şeklinde toplanmıştı, ince ve düz Habeş burnu ve yırtıcı bir hayvanı hatırlatan keskin bakışlı kara gözleriyle kışkırtıcı bir yakışıklılığı vardı. Pek çok genç kadının onun karşısında heyecanlanıp titremesine Tom bayağı imreniyordu. William küçük kilisenin içinde gözden kaybolunca Tom ayağa kalktı. Kardeşlerine, “Gitti!” diye fısıldadı. “Haydi gelin! Eve dönüyoruz,” Fakat cümlesini henüz bitirmişti ki küçük kilise yönünde bir çığlık koptu. Tom, “Mary bu!” diye atıldı.

“Küçük sürtüğün kaçtığını sanmıştım, ama hala oradaymış!” Guy, “Kara Billy onu yakaladı,” diye soludu. Dorian, “Şimdi patırtı çıkacak!” diye bağırarak olacakları daha iyi görmek için havalara sıçramaya başladı. “Ona ne yapacak dersiniz?” Tom, “Orasını bilemem,” dedi. “Öğrenmek için de bekleyecek değiliz.” Ama delikanlı kardeşlerini alelacele dereye indiremeden Mary küçük kilisenin yan kapısından dışarı fırladı. Dehşet içinde olduğu, o mesafeden bile belliydi. Bir kurt sürüsü tarafından kovalanıyormuş gibi koşuyordu. William da bir süre sonra kaçan kızın peşinden dışarı fırladı. “Sana geri dön diyorum, kü çük sürtük!” diye bağırdı. Sesi, çocukların arkasında büzüldükleri duvara kadar geliyordu. Mary eteklerini toplayıp daha da hızlı koşmaya başladı. Dosdoğru çocukların arkasında saklandıkları duvara yaklaşıyordu. William, Sultan’ın dizginlerini kurtardı ve kolaylıkla eyerin üstüne sıçradı. Aygırı kızın arkasından dörtnala koşturdu. Atla binicisi kaçan kıza çok çabuk yetiştiler.

William, “Olduğun yerde kal, pis küçük fahişe. Münasebetsiz bir şeyler yaptığın belli,” diye bağırdı. Mary’ye yetişince elinde ağır binici kırbacıyla eğildi. “Burada ne yaptığını bana söyleyeceksin.” Hızla savurduğu kırbaç darbesinden Mary sıyrılabilmişti. William kızı izlemek için aygırı çevirdi. “Elimden kurtulamayacaksın, pislik,” diye tıslarken dudaklarında soğuk ve zalim bir gülümseme belirdi. Mary, “Yalvarırım yapma, Bay.William,” diye haykırdıysa da erkek kırbacı yine savurdu. Kayış havada tısladı, ama Mary bir orman hayvanının çevikliğiyle bunun kavisinin altından sıyrıldı. Şimdi yine elma ağaçlarının arasından gerisin geri küçük kiliseye doğru koşuyor, William da onu kovalıyordu. Guy, “Haydi!” diye fısıldadı. “Şimdi tam fırsat!” Ayağa fırlayıp vadinin dik yamacından yuvarlanırcasına aşağı koşmaya başladı. Dorian da arkasındaydı. Ama Tom hala duvarın dibindeydi.

Ağabeyinin kaçan kızı yine yakalamasını ve üzengilerin üstünde ayağa dikilmesini dehşet içinde seyrediyordu. “Durmanı emrettiğim zaman sözümü dinlememenin ne demek olduğunu sana göstereceğim.” William kırbacı bir kere daha şaklattı. Kayış bu kez kızın tam kürek kemiklerinin ortasına çarptı. Mary daha tiz bir sesle haykırdı. Korkunç bir acıyla korkunun birbirine karıştığı bir çığlıktı bu. Anında otların üstüne çöktü. Kızın haykırışı Tom’u iliklerine kadar titretmişti. “Sakın yapma!” diye bağırdıysa da William onu duymadı. Genç adam atından İnerek Mary’nin tepesine dikildi. “Ne halt ediyordun orada, pis sürtük?” diye yineledi. Mary, eteklen bacaklarına karmakarışık dolanmış bir halde yere yığılmıştı. William ona bir kere daha vurdu. Bu defa kızın büyük bir korku yansıtan beyaz yüzüne nişan almıştı. Fakat Mary kırbacın darbesini kaldırdığı koluna yedi.

Beyaz teninin üstünde kıpkırmızı bir iz belirmişti. Kız ağlamaya ve duyduğu acıdan kıvranmaya başladı. “Ne olur, canımı yakmayın, Bay William,” diye yalvardı. “Her tarafından kan fışkırıncaya ve mutfakta yağlı kap kaçağının başında olmak dururken küçük kilisede ne yaptığını bana söyleyene dek döveceğim seni.” William gülümsüyor, durumun ona çok zevk verdiği belli oluyordu. “Ben kötü bir şey yapmadım, efendim.” Mary yalvarmak için ellerini yüzünden çekmişti, ama onları tekrar kaldırma fırsatını bulamadan yeni kırbaç darbesini yüzünün orta yerine yedi. Kızcağız acı bir feryat kopardı. Şişen yanağı, hücum eden kandan mosmor olmuştu. “Ne olur, bana daha fazla vurmayın,” diye yalvardı. Yaralı yüzünü avuçlarına gömerek William’dan kaçmak için otların üstünde öteye yuvarlanmaya çalışırken etekleri bacaklarına dolanmıştı. William onun etekliğinin altında çıplak olduğunu görünce gülümsedi. Bundan sonraki kırbaç darbesi kızın poposunun üstüne indi. “Orada ne çalıyordun, kaltak? Ne yapıyordun orada?” William ona bir kere daha vurdu ve baldırlarının arkasında kıpkırmızı bir iz bıraktı. Kızın haykırışı Tom’un üstünde aynen bir kırbaç etkisi yaptı.

Büyük bir sorumluluk ve acıma duygusunun etkisiyle, “Bırak onu, kahrolası Billy,” diye bağırdı. Hareketinin sonuçlarını düşünmeden duvarın üzerin den atladı ve Mary’nin imdadına koştu. William onun geldiğini duymamıştı. Küçük sürtüğü cezalandırmanın ona verdiği zevke dalmıştı. Kızın beyaz teninin üstündeki koyu kırmızı çizgiler, çırpınan çıplak bacakları, vahşi çığlıkları ve yıkanmamış vücudunun hayvansı kokusu genç adamı fena halde tahrik etmişti. “Orada ne halt edecektin?” diye gürledi. “Söyleyecek misin, yoksa seni döve döve mi konuşturayım?” Mary’nin çıplak omuzlarına parlak kırmızı bir yol daha çizip kızın yumuşak derisinin altındaki kasların acıdan sarsıldığını görünce kahkahalar atmanın önüne geçemedi. Tom ona arkadan saldırdı. Yaşına göre iriyarı bir delikanlıydı. Boyu ve ağırlığı neredeyse ağabeyi kadardı. Üstelik duyduğu isyan dolu nefret, tanığı olduğu sahnenin gaddarlığı, kendisiyle kardeşlerinin Kara Billy’nin elinden çektikleri acıların ve duydukları hakaretlerin anıları, gücüne güç katmıştı. Dahası, bu defa sürpriz avantajı da ondan yanaydı. Tam kırbacı kızın daha can alıcı bir yerine indirmeye hazırlanarak bir ayağı üstünde dengeye geldiği sırada Tom ağabeyinin sırtına yüklendi. William öylesine bir şiddetle ileri fırlamıştı, ki, kurbanına ayağı takıldı ve yuvarlanarak başını elma ağaçlarından birinin gövdesine çarptı. Kendinden geçerek orada yığıldı kaldı.

Tom eğildi, titreyen ve bir şeyler geveleyen kızı ayağa kaldırdı. “Koş!” dedi ona. “Koşabileceğin kadar hızlı koş!” Böyle diyerek Mary’yi arkasından itti. Zavallı kızın fazla bir teşvike ihtiyacı yoktu. O hala ağlayıp sızlanarak patikada uzaklaşırken Tom öfkeli ağabeyiyle hesaplaşmaya hazırlandı. William otların içine oturmuştu. Kendisini kimin ya da neyin yere yıktığının hala farkında değildi. Dalgalı siyah saçlarının arasına daldırdığı iki parmağına çarpma sonucu oluşan küçük kesikten kan bulaştı. Sonra, başını sallayıp ayağa kalktı. Tom’a bakarak, “Sen ha!” dedi. Yumuşak bir sesle konuşmuştu. “İşin içinde senin olduğunu anlamalıydım.” “Kızcağız kötü bir şey yapmamıştı ki.” Tom hala öfkesini yenememişti. “Onu çok kötü yaralayabilirdin,” diye ekledi.

William, “Evet,” diye doğruladı. “Amacım da buydu zaten. Bunu hak etmişti.” Genç adam kalkıp kırbacını düştüğü yerden aldı. Devam etti. “Ama şimdi o gittiğine göre, yaralayacağım kişi sensin ve bu görevimi yaparken sonsuz bir zevk duyacağım.” Kırbacını bir sağa, bir sola sallayıp şaklattı. “Şimdi söyle bana, küçük kardeşim,” dedi. “O fahişeyle sen içerde ne haltlar karıştırıyordunuz? Babamızın bilmesi gereken pis bir şeyler mi yaptınız yoksa? Hemen şimdi söyle ve seni kırbacımla konuşturmaya mecbur etme beni.” “Ölmeyi yeğlerim.” Tom ağabeyine meydan okumasına karşın onu bu yüzleşmeye iten kahramanca dürtü yüzünden pişmandı. Sürpriz avantajı da kalmadığına göre, William’a karşı durumunun umutsuz olduğunu biliyordu. William’ın yetenekleri yalnız kitaplarıyla sınırlı değildi. Cambridge’de King’s College adına güreşmişti; güreş ise, sadece ölümcül silahlarının hoş görülmediği kural tanımayan bir spordu. Tom geçen ilkbahar Exmouth’daki fuarda William’ın, boğa gibi bir adam olan kasabanın şampiyonunu önce yumrukları ve tekmeleriyle kendinden geçirdiğini, ardından da tuşa getirdiğini gözleriyle görmüştü.

Delikanlı bir an dönüp kaçmayı düşündü. Ama William’ın, çizmeli de olsa, o uzun bacaklarıyla kendisini yüz metre bile koşamadan yakalayacağını biliyordu. Başka çaresi yoktu. Dövüş konumuna geçti ve Koca Daniel’in öğrettiği gibi iki yumruğunu kaldırdı. William onunla alay etti. “Vay canına, küçük maskara dövüşmek istiyor ha!” Genç adam kırbacı elinden bıraktı ve kollarını iki yana sarkıtarak sallana sallana kardeşine doğru birkaç adım attı. Birdenbire sağ yumruğunu ileri savurdu. Hiçbir uyarıda bulunmamıştı. Tom da kendini arkaya atmaya ancak vakit buldu. Fakat ağabeyinin yumruğu buna rağmen dudağını sıyırmıştı. Dudak şişti, kanın tuzlu tadı da anında delikanlının ağzına doldu. Dişleri sanki frambuaz yemiş gibi kırmızıya boyanmıştı. “Tamam! ilk şarap damlası aktı bile. Ama arkası gelecek. Bu iş bitene dek bir fıçı kan akacak.

” William sağ koluyla yine kandırmacaya başvurdu. Tom arkaya çekilince de, öbür elini kardeşinin kafasına vurmaya hazırlandı. Tom, Koca Daniel’in gösterdiği gibi bu hareketi bloke etti. William sırıttı. “Maskara bir iki numara öğrenmiş ha.” Bunları söylerken William’ın gözlen kısılmıştı. Kardeşinden, bunu beklemiyordu. Aynı yumruğu bir kere daha salladı, Tom da o anda eğilip iki eliyle ağabeyinin kolunu dirseğinden yakaladı. William iç güdüsel olarak kendini arkaya attı; Tom da direnecek yerde, o hızla ileri atılıp bir yandan da tekmesini savurdu. Willlam’i bir kez daha gafil avlamış, tekmelerinden biri ağabeyinin kasığına rastlamıştı. Soluğu kesilen William iki büklüm olarak, acıdan zonklayan organını iki eliyle avuçladı. Tom o hızla dönerek patikada eve doğru koşmaya başladı. Esmer yüz hatları acıdan buruştuğu halde William, kardeşinin kaçtığını görünce toparlandı ve acısına aldırmamaya çalışarak onun arkasından atıldı. Zonklayan kasığı her ne kadar onu engelliyor idiyse de, kaçan Tom’un ardından fırtına gibi geliyordu. Delikanlı, ağabeyinin giderek hızlanan ayak seslerini duyunca, omzunun üzerinden arkaya baktı ve bu yüzden bir metre kaybetti.

William’ın homurtularını duyuyor, onun soluklarını ensesinde hissettiğini hayal ediyordu. Kurtuluş yoktu, William’dan kaçamayacaktı. Bunun üzerine kendini yere attı ve bir top gibi yumak halini aldı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir