Wilbur Smith – Onbirinci Yazit

YÜKSEK DAĞLARDAN IKI YALNIZ adam iniyordu. Soğuktan korunmak için, yolda eskittikleri kürkler ve çenelerinin altından bağlı, kulaklıklı deri şapkalar giymişlerdi. Sakalları karmakarışıktı, hava koşullan yüzlerinde izler bırakmıştı. Üç beş parça eşyalarını sırtlarına vurmuşlardı. Bu noktaya gelene dek çetin ve yıldırıcı bir yolculuk olmuştu. Önden gitmesine rağmen, nerede oldukları hakkında Meren’in hiçbir fikri yoktu, niye bu kadar uzaklara geldiklerinden bile emin değildi. Bunu sadece hemen arkasından yürümekte olan yaşlı adam biliyordu ve o da henüz bir açıklama yapmamıştı. Mısır’dan ayrıldıklarından beri pek çok denizi, gölü ve güçlü nehri aşmışlar; muazzam ovalardan ve ormanlardan geçmişlerdi. Garip, tehlikeli hayvanlarla ve onlardan bile garip, tehlikeli adamlarla karşılaşmışlardı. Sonra dağlara vurmuşlar; havasını solumakta güçlük çektikleri karlı zirveler ve dik yamaçlı vadilerden oluşan kaosu yaşamışlardı. Soğuktan atları ölmüş ve Meren de bir parmağının ucunu yitirmişti, kararan parmak ucu donmuş, kavrulup kalmıştı. Neyse ki kılıç kullandığı elinin parmaklarından biri veya koca yayından oku bırakırken kullandığı parmağı değildi. Meren son dik yamacın kıyısında durdu. Yaşlı adam da yanına gelişti. Kürk paltosu, tam Meren’in üzerine atılırken tek bir okla hakladığı 31 kaplanının postundan yapılmıştı.


Omuz omuza durup aşağıdaki yabani nehirler ve sık ağaçlarla kaplı orman dünyasını seyrettiler. “Beş yıl,” dedi Meren. “Beş yıldır yoldayız. Seyahatin sonuna geldik mi Büyücü?” Taita, “Sahiden o kadar oldu mu itaatkâr Meren?” diye sordu ve buz tutmuş kaşlarının altındaki gözleri şakacı bir ifadeyle parladı. Meren cevap olarak sırtındaki kınından kılıcını çekti ve deriye yapılmış çentikleri gösterdi. “Her günü kaydettim, istersen sayabilirsin,” dedi. Hayatının yarısından uzun bir süredir Taita’nın peşinden gidiyor ve onu koruyordu ama hâlâ, onun ciddi olup olmadığını, kendisiyle şakalaşıp şakalaşmadığını asla anlayamıyordu. “Ama soruma cevap vermedin saygıdeğer Büyücü. Seyahatin sonuna geldik mi?” “Yok, gelmedik.” Taita başını salladı. “Ama rahat ol, en azından iyi bir başlangıç yaptık.” Sonra kendisi öne geçti ve yamaçtan kıvrılarak inen dar bir geçitte ilerlemeye başladı. Meren birkaç saniye onun ardından baktı; birden keskin, yakışıklı hatlarında pişmanlık dolu bir tebessüm belirdi. Dağlara doğru, “Bu ihtiyar şeytan hiç durmayacak mı?” diye sorup kılıcım kınına soktu ve Taita’nın peşinden gitti. Yamacın dibinde beyaz kuvars taşından bir kayanın etrafını dolanırken, gökyüzünden bir ses duyuldu.

“Hoş geldiniz yolcular! Uzun süredir gelmenizi bekliyordum.” Şaşkınlıkla durup yukarıdaki çıkıntıya baktılar. Çıkıntıda on bir yaşından büyük görünmeyen, çocuksu biri oturuyordu. Daha önce onu fark etmemiş olmaları garipti: parlak güneş ışığı üzerinde oturduğu taştan yansıyor ve onu, insanın gözlerini acıtan bir ışın bulutuyla kuşatıyordu. Çocuk, “Size Saraswati Tapınağı’na, yani bilgelik ve yenilenme tanrıçasının tapınağına kadar rehberlik etmek için gönderildim,” dedi, çok tatlı ve akıcı bir sesle. Meren şaşkınlık içerisinde, “Mısır dilini konuşuyorsun!” dedi. Çocuk bu safça tepkiye bir tebessümle karşılık verdi. Yaramaz bir maymuna benzeyen esmer bir yüzü vardı ama tebessümü öylesine sevimliydi ki, Meren de elinde olmadan aynı şekilde karşılık verdi. “Benim adım Ganga. Ben bir haberciyim. Gelin! Hâlâ biraz daha yolumuz var.” Ayağa kalktı ve kalın, siyah saç örgüsü çıplak omuzlarından birine düştü. Soğuğa rağmen sadece bir peştamala sanmıştı. Pürüzsüz çıplak göğsü koyu kestane rengiydi ve sırtında insanı şok eden bir kambur vardı. Onların tepkilerini fark edince yeniden gülümsedi.

“Benim gibi siz de alışırsınız,” dedi. Üstünde bulunduğu çıkıntıdan atlayıp Taita’nın elini tuttu. “Bu taraftan.” Sonraki iki gün boyunca Ganga onlara sık bambu ormanında yol gösterdi. Gittikleri yol çok dolambaçlıydı ve o olmasa yüz kere kaybolurlardı. Aşağılara doğru indikçe hava ısınıyordu. En azından kürklerini ve başlıklarını atabilmişlerdi. Taita’nın saç lüleleri cılız, düz ve gümüşiydi. Meren’inkiler ise gür, kara ve dalgalıydı. İkinci gün bambu ormanının sonuna ulaştılar ve güneş girmeyen, sık ağaçlarla kaplı yabani bir ormana daldılar. Hava sıcaktı ve nemli toprağın, çürüyen bitkilerin kokusuyla ağırlaşmıştı. Parlak tüylü kuşlar başlarının üstünde uçuşuyor, yüksek dallarda küçük maymunlar gevezelik ediyorlardı, rengârenk kelebekler çiçekli dallara konup kalkıyordu. Yabanıl orman aniden bitti ve çok büyük bir düzlüğe çıktılar, bir fersah kadar uzakta orman yeniden başlıyordu. Düzlüğün ortasında görkemli bir yapı vardı. Krem rengi taş bloklardan inşa edilmiş binanın küçüklü büyüklü kuleleri, teraslan vardı ve tüm yapı, yine aynı taştan yapılmış yüksek bir duvarla çevriliydi.

Dış cepheyi kaplayan dekoratif heykellerde ve panolarda kızışmış çıplak erkekler ve şehvetli kadınlar tasvir edilmekteydi. Meren eleştirel bir ses tonuyla, “Bu heykellerin yaptıkları atları ürkütür,” dedi ama bir yandan da gözleri parlamıştı. Taita, “Bence heykellere pekâlâ sen modellik etmiş olabilirdin,” dedi. Krem rengi taşlara akla gelebilecek her tür insan birleşmesi oyulmuştu. “Herhalde bu duvarlarda senin için yeni bir şey yoktur?” “Aksine, pek çok şey öğrenebilirim,” diye itiraf etti Meren. “Gördüklerimin yarısını hayal dahi etmiş değilim.” “Bilgi ve Yenilenme Tapınağı,” diye hatırlattı Ganga. “Burada, döllenme ile ilgili hareketler hem kutsal hem de güzel kabul edilir.” Taita kuru bir sesle, “Meren de uzun süre aynı bakış açısına sahipti,” diye belirtti. Artık ayaklarının altında taş kaplı bir yol vardı ve tapınağın dış duvarındaki kapıya doğru ilerlediler. Masif tik kapının kanatları açık duruyordu. Ganga, “Hadi girin!” diye teşvik etti. “Apsara’lar sizi bekliyor.” Meren, “Apsara’lar mı?” diye sordu. “Tapınak bakireleri,” diye açıkladı Ganga.

Kapıdan geçtiler ve daha o anda Taita şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı, kendilerini muhteşem bir bahçede bulmuşlardı. Düzgün yeşil çimenlikler çiçek açmış bitki öbekleri ve meyve ağaçlarıyla kaplıydı; ağaçların pek çoğunda meyve vardı ve olgun meyveler insanın ağzını sulandırıyordu. Bitkiler konusunda uzman ve bahçıvan olan Taita bile bu egzotik türlerin bazılarını tanımıyordu. Çiçek tarhları enfes birer renk cümbüşü oluşturuyordu. Üç genç kadın kapının yakınında çimenlere oturmuşlardı. Yolcuları görünce ayağa fırladılar ve sevinç içerisinde karşılamak için koştular. Heyecan içinde gülüp dans ederek hem Taita’yı hem Meren’i sarılıp öptüler. İlk apsara zayıf, altın saçlı ve çok tatlıydı. O da çocuksu görünüyordu, krem rengi teni lekesizdi ve çıplak göğüsleri bir kız çocuğununkiler gibiydi. “Selamlar ve hoş geldiniz! Ben Astrata’yım,” dedi. İkinci apsara’nın koyu renk saçları ve alaycı gözleri vardı. Teni, sanki usta bir sanatkâr tarafından fildişinden oyulmuş gibi şeffaf ve parlak görünüyordu. Gelişmiş kadınlık organlarıyla büyüleyici bir havası vardı. “Ben de Wu Lu’yum.” Meren’in kaslı kolunu hayranlıkla sıkıp “Ve sen güzelsin,” diye ekledi.

Üçüncü apsara uzun boylu ve heykel gibiydi. “Ben Tansid,” dedi o da. Gözleri insanı irkilten bir turkuvaz yeşiliydi, saçları kızıl kestane, dişleri bembeyaz ve kusursuzdu. Taita’yı öperken, soluğu bahçedeki çiçekler kadar güzel kokuyordu. “Hoş geldiniz,” dedi Tansid. “Sizi bekliyorduk. Kashyap ve Samana geleceğinizi söylediler. Sizi karşılamak üzere gönderdiler bizi. Bize neşe getirdiniz.” Tek koluyla Wu Lu’ya sarılmış olan Meren dönüp kapıya baktı. “Ganga nereye gitti?” diye sordu. “Ganga hiç yoktu ki,” dedi Taita. “O bir orman ruhu ve artik görevi tamamlandığı için tekrar öbür dünyaya döndü.” Meren bunu kabullendi. Büyücü’yle o kadar uzun süredir birlikteydi ki, artık en garip ve sihirli olaylara bile şaşılmıyordu.

Apsara’lar onları tapınağa götürdü. Bahçedeki parlak ve sıcak güneşten sonra, yüksek koridorlar serin ve loştu. Tanrıça Saraswati’nin altın heykellerinin önünde yakılan tütsülerin kokusu havayı sarmıştı. Uçuşan, portakal rengi giysilere bürünmüş rahip ve rahibeler heykellerin önünde tapmıyor, etrafta kelebek gibi başka apsara’ların gölgeleri dolanıyordu. Bazıları gelip yabancılara sarılıp öptü. Meren’in kollarını ve göğsünü okşadılar, Taita’nın gümüş rengi sakalını sevdiler. Sonunda Wu Lu, Tansid ve Astrata iki adamı ellerinden tutup uzun bir galeriden geçirerek tapınağın yaşam bölümüne götürdüler. Yemekhanedeki kadınlar, kâseler içinde buharda pişirilmiş sebzeler ve kupalarla tatlı kırmızı şarap getirdi. O kadar uzun süredir kıt yiyecekle idare ediyorlardı ki, Taita bile sunulanları iştahla yedi. Doydukları zaman Tansid, Taita’yı alıp ona ayrılan odaya götürdü. Soyunmasına yardım etti ve ılık su dolu bakır bir küvete sokup yorgun bedenini süngerle ovaladı. Tıpkı çocuğu ile ilgilenen bir anne gibiydi, o kadar doğal ve yumuşak hareket ediyordu ki, süngeri Taita’nın hadım edildiği yerdeki çirkin yarada gezdirirken bile Taita utanmadı. Sonra Taita’yi kuruladı, uyku minderine götürdü ve o derin, rüyasız bir uykuya dalana dek yumuşak bir sesle şarkı söyledi. Wu Lu ile Astrata da Meren’i başka bir odaya götürmüşlerdi. Tansid’in Taita’ya yaptığı gibi onlar da onu yıkadılar ve minderinde uyuttular.

Meren onları da yanında alıkoymaya çalıştı, ama yorgundu ve çabalan yetersiz kaldı. Onlar da kıkırdayarak gittiler. Birkaç saniye içinde Meren de uyuyakalmıştı. Günün ışıkları odaya süzülene kadar uyudu, dinlenmiş ve yenilenmiş olarak uyandı. Yırtılmış, kirlenmiş giysileri gitmiş, onların yerine yeni, bol bir tunik gelmişti. Giyinmeyi bitirmişti ki, galeriden odasına doğru yaklaşan kadınsı gülüşler ve sesler duydu. Kızlar ellerinde porselen tabaklar ve meyve suyu sürahileriyle içeri daldılar. Apsara’lar oturup onunla birlikte yiyip içerken Meren’le Mısır dilinde konuştular ama kendi aralarında çeşitli dillerden oluşan bir potpuri kullanıyorlardı ve bütün o dilleri gayet doğalmış gibi konuşuyorlardı. Ancak belli ki her biri kendi anadilini seviyordu. Astrata’nın dili Truva diliydi ve bu da altın sarısı saçlarını açıklıyordu. Wu Lu ise Çincenin o çıngıraklı melodik diliyle konuşmaktaydı. Yemek faslı bitince Meren’i alıp dışarıya, gün ışığına çıkardılar, bulundukları yerde bir fıskiyeden derin bir havuza sular fışkırmaktaydı. Kızların ikisi de üstlerindeki hafif giysileri çıkarıp çıplak olarak havuza daldılar. Meren’in orada kaldığını gören Astrata, onu almak üzere havuzdan çıktı, saçlarından ve bedeninden buhar çıkıyordu. Gülerek Meren’i yakaladı, tuniğini çıkardı ve havuza sürükledi.

Wu Lu da ona yardım etmek için geldi ve Meren’i havuza sokmayı başarınca suda zıplayıp oynamaya, etrafa su sıçratmaya başladılar. Meren de kısa sürede utangaçlığını attı ve onlar kadar rahat hareket etmeye başladı. Astrata, Meren’in saçlarını yıkadı ve kaslarının arasındaki savaş yaralarını şaşkınlıkla inceledi. Meren iki apsara’nın kendininkine sürtünen bedenlerinin kusursuzluğu karşısında şaşırmıştı. Elleri hep suyun altında meşguldü. Sonunda aralarına alıp onu uyandırınca zevkten çığlıklar attılar ve Meren’i havuzdan çıkarıp ağaçların altındaki küçük bir pavyona sürüklediler. Taş zeminde kat kat halı ile ipek minderler vardı ve hâlâ ıslak olarak Meren’i minderlerin üzerine yatırdılar. “Şimdi tanrıçaya tapınacağız,” dedi Wu Lu, Meren’e. “Bunu nasıl yapacağız?” Astrata, “Korkma. Biz sana göstereceğiz,” diye teminat verdi. İpeksi bedenini Meren’in arkasına yapıştırıp arkadan kulaklarını, ensesini öpmeye başlamıştı. Ilık göbeği Meren’in kalçasına değiyordu. Ellerini uzatıp aynı anda Meren’i dudaklarından öpmekte olan ve kollarıyla bacaklarını ona dolayan Wu Lu’yu okşamaya başladı. İki kız aşk sanatında kusursuz bir beceriye sahiptiler. Bir süre sonra üçü birbirine karıştı ve altı kollu, altı bacaklı ve üç ağızlı tek bir yaratık gibi ortak bir orgazma ulaştılar.

MEREN GIBI TAITA DA erken kalkmıştı. Her ne kadar o uzun yolculukta sarsılmış olsa da, birkaç saatlik uyku, bedenini ve ruhunu toparlamasına yetmişti. Uyku minderinde doğrulup oturdu ve şafağın ilk ışıkları odaya dolduğunda yalnız olmadığını fark etti. Tansid yanma diz çöküp ona gülümsedi. “Güzel sabahlar Büyücü. Sana yiyecek ve içecek getirdim. Gücünü toplayınca Kashyap ve Samana seninle tanışmak istiyor.” “Onlar kim?” “Kashyap saygıdeğer başrahibimiz, Samana da saygıdeğer anamız, tıpkı senin gibi onlar da seçkin büyücülerdir.” Samana tapmak bahçelerindeki bir çardakta Taita’yı bekliyordu. Yaşı belli olmayan, hoş bir kadındı ve portakal rengi bir cüppe giymişti. Gür saçlarının kulak arkasına gelen kısımlarında gümüşi kanatlar vardı ve gözlerinde sonsuz bir bilgelik okunuyordu. Taita’ya sarıldıktan sonra onu mermer bankta yanına oturmaya davet etti. Yolculuklarının nasıl geçtiğini sordu ve bir süre sohbet ettikten sonra, “Başrahip Kashyap’la tanışmak için geldiğinize çok sevindik,” dedi. “Bizimle fazla kalmayacak artık. Sizi buraya çağıran oydu.

” “Buraya davet edildiğimi biliyordum ama kimin ettiğini bilmiyordum.” Taita başını salladı. “Beni niye buraya getirtti?” Samana, “Size kendisi anlatacak,” dedi. “Artık onun yanma gidelim.” Ayağa kalkıp Taita’nın elini tuttu. Tansid’i orada bıraktılar. Samana, Taita’yı birçok geçitten ve dehlizden geçirdikten sonra hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir döner merdivenden çıkmaya başladılar. Sonunda en yüksek kulenin tepesindeki küçük, yuvarlak odaya ulaştılar. Odadan çepeçevre kuzeydeki karlı dağların yamacına kadar uzanan ormanlar görünüyordu. Tam ortada yastıklarla desteklenmiş yumuşak bir şilte vardı ve üzerinde bir adam oturmaktaydı. “Onun önüne geçin,” diye fısıldadı Samana. “Neredeyse tamamen sağırdır ve konuşurken dudaklarınızı görmesi gerekir.” Taita, onun dediğini yaptı ve bir süre Kashyap’la sessizce birbirlerine baktılar. Kashyap çok yaşlıydı. Gözleri donmuş, ferleri kaçmıştı ve ağzında diş kalmamıştı.

Derisi eski bir parşömen gibi kuru ve kırış kırıştı. Saçı, sakalı ve kaşları da donuk, cam gibi saydamdı. Elleri ve başı kontrol edemediği sarsıntılarla sallanıyordu. Taita, “Neden beni görmek istediniz Büyücü?” diye sordu. “Çünkü sen akıllısın.” Kashyap’ın sesi fısıltıdan farksızdı. “Beni nereden tanıyordunuz?” “Özel gücün ve varlığınla havada uzaktan bile algılanan bir hareket yaratıyorsun,” diye açıkladı Kashyap. “Benden ne istiyorsunuz?” “Hiçbir şey ve her şey, hatta belki de hayatını.” “Açıklayın.” “Heyhat! Çok geç kaldım. Ölümün kara kaplanı yaklaşıyor bana. Güneş batmadan gitmiş olacağım.” “Benim için düşündüğünüz görev önemli mi?” “Hem de çok önemli.” “Ne yapmalıyım?” diye sordu Taita. “Seni karşına çıkacak mücadele konusunda donatmak niyetindeydim, ama apsara’lardan hadım olduğunu öğrendim.

Bunu, buraya gelmeden önce bilmiyordum. Bilgilerimi sana düşündüğüm şekilde aktaramam.” “Yani hangi şekilde?” diye sordu Taita. “Cinsel yolla.” “Yine anlamadım.” “Aramızda cinsel bir iletişimi de içeriyordu. Ama hadım olduğun için bu mümkün değil.” Taita bir şey demedi. Kashyap pençeye benzer kurumuş elini uzattı. Konuştuğunda sesi nazikti. “Aurana bakarak yaralarından söz etmemi hakaret kabul ettiğini görüyorum. Bunun için özür dilerim ama çok az vaktim kaldı ve açık konuşmak zorundayım.” Taita yine ses çıkarmayınca Kashyap devam etti. “Değiş tokuşu Samana ile yapmaya karar verdim. O da akıllıdır.

Ben gittikten sonra benden aldıklarını sana aktaracak. Seni kızdırdığım için üzgünüm.” “Gerçek acı verebilir ama siz vermediniz. Benden istediğiniz neyse yapacağım.” “O zaman sahip olduğum her şeyi, uzun hayatım boyunca tüm öğrendiklerimi Samana’ya aktarırken bizimle kal. Daha sonra o bunları seninle paylaşacak ve kaderinde olan kutsal çabalar için gerekli donanıma kavuşmuş olacaksın.” Taita kabullendiğini gösterir şekilde başını eğdi. Samana ellerini güçlü bir şekilde çırptı ve merdiven başında iki tane genç, güzel apsara belirdi, biri esmer, diğeri bal rengi sarışındı. Samana’nın ardından odanın öbür ucundaki mangalın yanına gittiler ve keskin kokulu bitkilerle dolu bir kâseyi korların üstüne yerleştirmesine yardım ettiler. İksir hazır olunca alıp Kashyap’a getirdiler. Birisi onun titreyen ellerini tutarken öbürü de kâseyi dudaklarına götürdü. Kashyap iksiri şapırdatarak içti, bir kısmı da çenesinden göğsüne aktı, sonra bitkin bir halde şiltesine uzandı. İki apsara, onu müşfik hareketlerle ve saygılı bir biçimde soyduktan sonra, su mermerinden yapılmış bir şişeden aldıkları kokulu merhemi kasığına sürdüler. Büzülmüş cinsel organına hafifçe ama hiç ara vermeden masaj yapmaya başladılar. Kashyap inledi, kafasını iki yana sallayarak bir şeyler mırıldandı ama apsara’ların hünerli ellerinin ve iksirlerin etkisiyle cinsel organı şişip irileşiyordu.

Kashyap’ın organı tam olarak sertleşince Samana şiltesine yaklaştı. Portakal rengi cüppesinin eteklerini beline kadar kaldırıp güzel bacaklarını ve yuvarlak, güçlü kalçalarını ortaya çıkardı. Bacaklarını ayırıp Kashyap’ın üstüne oturdu ve erkeklik organını eliyle tutup içine aldı. İkisi yekvücut olunca cüppesinin eteklerini bırakıp erkeğin üzerinde sallanmaya başladı, bir yandan da yumuşak bir sesle, “Efendim, bana vereceklerinizi almaya hazırım,” diye fısıldıyordu. “Onları büyük bir istekle sana emanet ediyorum.” Kashyap’ın sesi ince ve tizdi. “Akıllıca ve iyi kullan.” Yine başını iki yana savurdu, yaşlı hatları korkunç bir kuşa benzeyecek şekilde kırışmıştı. Sonra kasıldı ve inledi, bedeni bükülmüş olarak kalakaldı. Bir saat kadar ikisi de kıpırdamadılar. Sonra Kashyap’ın gırtlağından hırıltılı bir ses çıktı ve adam şilteye yığıldı. Samana boğuk bir çığlık attı. “Öldü.” Sesinde büyük bir acı ve şefkat vardı. Yavaşça Kashyap’ın bedeninden ayrıldı.

’ Adamın yanına diz çöküp gözkapaklarını indirerek matlaşan bakışlarını örttü. Sonra dönüp Taita’ya baktı. “Bu akşam güneş batarken bedenini yakacağız. Kashyap bütün hayatım boyunca benim yol göstericim ve koruyucum olmuştu. Benim için herhangi bir babadan ileriydi. Artık özü benim içimde yaşıyor. Ruhum onunkiyle birleşti. Beni affedin Büyücü, ama onun hırpalayıcı deneyimlerini tam olarak hazmedip sizin kullanımınıza sunmam biraz zaman alabilir. İyileşince yanınıza geleceğim.” O AKŞAM TAITA. YANINDA Tansid ile odasının önündeki küçük karanlık balkonda durup aşağıdaki bahçede hazırlanan yığının üzerinde Başrahip Kashyap’ın yakılışını izledi. Adamı daha önce tanımamış olduğu için büyük bir kayıp duygusu hissediyordu. O kısa tanışma sürecinde bile aralarındaki etkileşimi algılamıştı. Karanlığın içinden gelen yumuşak bir ses, Taita’nın daldığı düşüncelerden silkinerek çıkmasına yol açtı. Arkasına döndü ve Samana’nın sessizce onlara katılmış olduğunu gördü.

“Kashyap da aranızdaki bağın farkındaydı.” Taita’nın diğer tarafına geçti. “Siz de Doğru’nun hizmetkârısınız. O yüzden sizi böyle alelacele çağırmıştı. Bedeni onu uzaklara taşıyabilse o size gelecekti. Tanık olduğunuz cinsel aktarım sırasında, Doğru için yaptığı son fedakârlıkta, Kashyap, bana size iletmem için bir mesaj verdi. Bunu yapmadan önce inancınızı sınamamı istedi. Söyleyin bana Gallala’lı Taita, inancınız nedir?” Taita bir süre düşündükten sonra cevap verdi: “Ben evrenin, iki güçlü ev sahibi arasındaki savaş yeri olduğuna inanırım. Bunlardan birincisi Doğru’nun tanrılarıdır. İkincisi ise Yalan’ın şeytanlarıdır.” Samana, “Bu afet ortamında biz güçsüz ölümlülerin rolü ne olabilir,” diye sordu. “Kendimizi Doğru’ya adayabilir veya Yalan tarafından yutulabiliriz.” “Eğer Doğru’nun sağındaki yolu seçersek, Yalan’ın karanlık gücüne karşı nasıl direnebiliriz?” “Doğru’nun yüzünü net bir şekilde görene kadar Ebedi Dağ’a tırmanarak. Bunu başarınca İyilikçi Ölümlülerin, yani Doğru için savaşanların saflarına katılmış oluruz.” “Bütün insanların kaderi bu mudur?” “Hayır! Sadece pek azı, en değerli olanlar o saflara katılır.

” “Zamanın sonunda Doğru, Yalan’a karşı zafer kazanacak mıdır?” “Hayır! Yalan direnecektir ama aynı şekilde Doğru da direnecek. Savaşın galibi bir o bir öbürü olacak ama savaş ebediyen sürecek.” “Doğru Tanrı değil midir?” “Ona ister Ra ya da Ahura Maasda deyin, ister Vishnu veya Zeus ya da Woden deyin veya kulağınıza en kutsal gelen adı verin, Tanrı Tanrı’dır ve tektir.” Taita inanç sınavını vermişti. Samana alçak sesle, “Auranızda söylediklerinizin arasında Yalan’ın izi olmadığını görüyorum,” dedi ve Taita’nın önünde diz çöktü. “Benimle birlikte olan Kashyap’ın ruhu da, gerçekten Doğru’nun adamı olduğunuza ikna oldu. Bize katılmanız için başka bir kontrol veya engel bulunmu3 yor. Artık başlayabiliriz.” “Bana ‘Biz’ derken neyi kastettiğinizi açıklayın Samana.” “Bu meşum zamanlarda, Yalan yine üstünlük kazanmış durumda. Bütün insanlığı, ama özellikle de sizin Mısır’ınızı tehdit eden yeni ve kötü bir güç doğuyor. Buraya çağırılmış olmanızın nedeni, bu korkunç şeyle mücadele edebilmek için silahlanmanızı sağlamak. Takip etmeniz gereken yolu net bir şekilde görebilesiniz diye İç Göz’ünüzü açacağım.” Samana aylağa kalkıp Taita’ya sarıldı. Sonra sözlerine devam etti.

“Çok az zamanımız var. Sabahleyin başlayacağız. Fakat ondan önce bir yardımcı seçmem lazım.” Taita, “Kimlerin arasından seçeceksiniz?” diye sordu. “Apsara’nız Tansid daha önce de bana yardımcı olmuştu. Ne gerektiğini biliyor.” “Öyleyse onu seçin,” dedi Taita. Samana başını salladı ve Tansid’e elini uzattı. İki kadın birbirlerine sarıldılar ve sonra dönüp Taita’ya baktılar. “Siz de kendi yardımcınızı seçmelisiniz,” dedi Samana. “Ne yapması gerektiğini söyleyin.” “Güçlü ve dayanıklı bir adam olmalı, size karşı şefkat duymalı. Ona güvenmeniz gerekir.” Taita hiç duraksamadı. “‘Meren!” Samana, “Elbette” diye ona katıldı, ” ŞAFAKTA, DÖRDÜ BIRLIKTE YABANIL ormandan geçen yolu takip ederek dağların yamaçlarına tırmandılar ve bambu ormanına kadar ilerlediler.

Samana sallanan bir sürü sarı renkli dalı inceledikten sonra olgun bir tanesini seçti ve Meren daldan esnek bir parça kesti. Kestiği dalı tapmağa kadar taşıdı. Samana ve Tansid getirdikleri bambu dalından özenle uzun kıymıklar topladılar. Onları insan saçından ince ama en iyi bronzdan bile keskin ve sağlam bir hale getirene kadar cilaladılar. Tapınağın huzurlu havasına bir gerilim ve beklenti hâkim olmuştu. Kahkahalar ve apsara’ların şen ruhlan yatışmıştı. Tansid ne zaman Taita’ya baksa, gözlerinde huşu ile karışık acımaya benzer bir ifade oluyordu. Samana ise bekleme günlerinin çoğunu onunla birlikte, onu önlerindeki çetin sınava hazırlayarak geçirmekteydi. Pek çok konuyu tartıştılar ve Samana hep Kashyap’ın sesime bilgeliği ile konuştu. Bir ara Taita, kendisini uzun süre meşgul eden bir konuyu açtı: “Senin de bir Uzun Yaşayan olduğunun farkındayım Samana.” “Tıpkı senin gibi Taita.” “Peki, nasıl oluyor da birkaçımız insanlığın geri kalanına göre çok daha uzun yaşıyoruz. Bu tabiata aykırı. “Beni ve Başrahip Kashyap gibileri düşünürsen, belki yaşam şeklimize, yediklerimize, içtiklerimize, düşüncelerimize ve inançlarımıza bağlıdır bu. Ya da belki bir amacımız, devam etmek için bizleri yöneten bir hedefimiz, bir nedenimiz olduğu içindir.

” “Ya ben? Seninle ve başrahiple kıyaslandığımda delikanlı sayılsam bile, çoğu insandan uzun yaşamış durumdayım,” dedi Taita. Samana gülümsedi. “Sen de iyicil bir akla sahipsin. Bu zamana kadar aklın bedeninin güçsüzlüğüne galip gelmiş, ama sonunda hepimiz ölmek zorundayız, tıpkı Kashyap gibi.” “İlk soruma cevap verdin, ama bir tane daha var. Beni kim seçmiş?” diye sordu Taita, ama sorusunun cevapsız kalmaya mahkûm olduğunu biliyordu. Samana tatlı, esrarengiz bir tebessümle ona baktı ve uzanıp bir parmağını Taita’nın dudaklarına değdirdi. “Seçildin,” diye fısıldadı. “Bu kadarıyla yetin.” Taita, onun bilgisinin sınırlarına geldiğini biliyordu: Samana ancak buraya kadar gidebilirdi. Günün geri kalanında ve gecenin yansı boyunca, o zamana kadar aralarında yaşananlar üzerine birlikte düşünmeye başladılar. Sonra Samana, Taita’yi kendi yatak odasına götürdü ve şafak sökene dek, bir annenin çocuğuna sarılıp uyuması gibi birbirlerine sarılarak uyudular. Kalkıp birlikte yıkandılar ve sonra Samana, Taita’yı bahçelerin bir köşesinde gizlenmiş antik bir taş binaya götür dü, Taita bu kısmı daha önce görmemişti. Tansid onlardan önce gelmişti. Yapının merkezindeki büyük odada, tam ortada duran mermer masanın başında bir şeylerle uğraşıyordu.

Taita ile Samana içeri girince başını kaldırıp onlara baktı. “Son iğneleri hazırlıyordum,” diye açıklama yaptı, “Ama baş başa kalmak isterseniz çıkabilirim.” Samana, “Kal sevgili Tansid,” dedi. “Senin varlığın bizi rahatsız etmez.” Sonra Taita’nın elinden tutup odada gezdirdi. “Bu bina başlangıç dönemlerindeki ilk başrahipler tarafından tasarlanmıştı. İşlerini yapabilmek için bol ışığa ihtiyaçları vardı.” Duvarların üst kısımlarındaki büyük, açık pencereleri gösterdi. “Bu mermer masada en az elli kuşak boyunca başrahipler İç Göz’ü açma eylemini gerçekleştirdi. Hepsi birer âlimdi, yani bizim tanımımıza göre başka insanların ve hayvanların auralarını görebilme yetisine sahipti.” Duvarlara oyulmuş yazılan işaret etti. “Yüzyıllar ve bin yıl öncesine kadar uzananların kayıtlan. Aramızda hiçbir şey gizli kalmamalı. Sana hiçbir asılsız güvence vermeyeceğim… Seni aldatmaya kalksam daha ilk kelimemi edemeden bunu anlarsın. O yüzden şunu da söylemeliyim, Kashyap’ın vesayeti altında, başarılı olana kadar dört kez İç Göz açma girişimim olmuştu.

” En son kayıtları gösterdi. “Burada kaydı tutulmuş girişimlerimi görebilirsin. Belki başlangıçta beceri ve ustalığım yoktu. Belki hastalarım kendi yollarında yeterince ilerlememişlerdi. Bir tanesinde sonuç hiç iyi olmadı. Seni uyarıyorum Taita, riskler çok büyük.” Samana bir süre derin düşüncelere dalıp sessiz kaldı. Sonra devam etti. “Benden önce de başarısız olanlar olmuştu. Bak burada!” Taita’yı duvarın sonunda, aşınmış, yosun kaplı yazıların bulunduğu yere götürdü. “Bunlar o kadar eski ki, çözmek neredeyse imkânsız, ama sana ne yazdığını söyleyebilirim. Yaklaşık iki bin yıl önce bu tapınağa bir kadın gelmişti. Bir zamanlar Ege Denizi kıyılarında Truva denen büyük bir kentte yaşayan halktan geride kalanlardan biriydi. Orada, Apollo’nun Yüksek Rahibeleri’ndendi. O da senin gibi Uzun Yaşayanlardandı.

Yağmalarla, yıkımlarla geçen yüzyıllar boyunca yeryüzünü gezmiş, bilgelik kazanmış, pek çok şey öğrenmişti. O sırada tapınağımızın başrahibi, Kurma adında biriydi. Yabancı kadın, onu kendisinin de Doğru’nun örneklerinden olduğuna ikna etmişti. Böylece İç Göz’ünü açması için kandırmıştı. Bu, Kurma’yı şaşırtan ve gururlandıran bir başarıydı. Ancak kadın tapınaktan ayrıldıktan çok sonra, Kurma şüphelere ve korkulara kapıldı. Onun bir sahtekâr, bir hırsız, soldaki yolu seçmiş bir üstat, Yalan’ın gözdelerinden biri olduğunu anlamasını sağlayan Korkunç şeyler olmuştu. Kadın büyüsünü gerçekten seçilmiş birini öldürmek için kullanmıştı. Öldürülen kadının kimliğine bürünmüş ve onu kandırmak için kendi asıl doğasını bu şekilde maskelemişti.” “Sonra bu yaratığa ne oldu?” “Tanrıça Saraswati’nin başrahipleri kuşaklar boyunca onun izini sürmeye çalıştılar. Fakat kadın kendini gizledi ve ortadan kayboldu. Belki artık ölmüştür. Umabileceğimiz en iyi sonuç bu.” “Adı neydi?” diye sordu Taita. “Burada! Kayıtlı.

” Samana parmak uçlarıyla yazılara dokundu. “O kendine Eos diyordu, güneş tanrısının kız kardeşine atfen. Artık bunun gerçek adı olmadığını biliyorum. Ama ruhani işareti kedi pençesi şeklindeydi. İşte burada.” “Başka kaç kişi başarısız oldu?” Taita karanlık önsezilerinden “kurtulmaya çalışıyordu. “Epeyce.” “Bana kendi deneyimlerinden söz etsene.” Samana bir an düşündükten sonra, “Halen çıraklık ettiğim dönemden hatırladığım biri var,” dedi. “Adı Wotad’di. Teni kutsal mavi dövmelerle kaplıydı. Buraya, Soğuk Deniz’in karşısındaki kuzey ülkelerinden getirilmişti. Fiziki bakımdan güçlü bir adamdı, ama bambu iğnelerin altında öldü. O büyük gücü bile, açılış sırasında oluşan baskıya dayanamadı. Beyni patlayıp parçalara ayrıldı ve burnundan, kulaklarından kan fışkırdı.

” Samana içini çekti. “Korkunç ama hızlı bir ölümdü. Belki de Wotad ondan öncekilerden şanslıydı. İç Göz, kuyruğundan yakalanmış zehirli bir yılan gibi kendi sahibine de saldırabilir. Yarattığı bazı korkunç şeyler fazlasıyla güçlü ve dayanılmaz olur.” Günün geri kalanını onlar sessiz geçirirken, Tansid taş masanın başında son bambu iğneleri cilalamakla ve ameliyat aletlerini hazırlamakla meşgul oldu. Nihayet Samana, Taita’ya bakıp yumuşak bir ifadeyle konuştu: “Artık karşılaşacağın riskleri biliyorsun. Bunu yapmak zorunda değilsin. Seçim sadece sana ait.” Taita başım salladı. “Seçme şansım yok. Doğduğum gün bu seçimin benim adıma yapılmış olduğunu biliyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir