Wilbur Smith – Simdi Olmek Zamani

Claudia iki saatten beri hiç kımıldamadan oturuyordu. Artık hareket etme ihtiyacı dayanılamayacak bir hal almıştı. Sanki vücudunun her kası kımıldama özlemiyle titreşiyordu. Kaba etleri uyuşmuştu. Av kulübeciğine girmeden önce mesanesini boşaltmasını salık vermişlerdi ona. Ama erkeklerin yanında utandığı ve Afrika’nın bu çalılık bölgesinde hâlâ gidip kendine özel bir yer bulamayacak kadar korktuğu için bu işi yapamamıştı. Claudia şimdi çekingenliği ve fazla iffetli davranışı yüzünden pişmanlık duyuyordu. Av kulübeciği otlardan yapılmış, kaba saba bir yerdi. Claudia dar gözetleme yerinden dışarı bakıyordu. Önünden, silahları taşıyan hamalların sık çalıların arasında açtıkları bir tünel uzanıyordu. Hamallar bu işi büyük bir dikkatle yapmışlardı, çünkü küçücük bir dal parçası bile saniyede dokuz yüz metre hızla ilerleyen bir kurşunun sekmesine neden olabilirdi. Tünel yaklaşık altmış metre uzunluğundaydı, tüfeğin teleskopik nişangâhının tamtamına ayarlanabileceği bir biçimde yapılmıştı. Claudia başını kımıldatmadan gözlerini babasına doğru kaydırdı. Albay Riccardo Monterro kulübecikte onun yanında bekliyordu. Tüfeğini önündeki bir dalın çatalına dayamış, elini de dipçiğe koymuştu.


Nişan alarak ateşe hazırlanmak için dipçiği yanağına doğru birkaç santimi kaldırması yeterli olacaktı. Claudia o sıkıntısı arasında bile, babasının şu tehlikeli biçimde ışıldayan silahla ateş edeceği fikrine kızdı. Aslında adam kızında şiddetli ve birbirine zıt duygular uyandırıyordu. Riccardo Monterro, Claudia’nın yaşamına egemendi. Kız da bu yüzden babasından hem nefret ediyor, hem de onu seviyordu. Sürekli olarak onun etkisinden kurtulmaya çalışıyor ama Riccardo Monterro her seferinde hiçbir çaba harcamadan Claudia’yı yine yanına çekiveriyordu. Yirmi altı yaşında olmasına rağmen hâlâ evlenmemişti. Güzelliğine, olağanüstü başarılarına, sayısız erkeğin evlenme teklif etmesine, ayrı ayrı zamanlarda âşık olduğunu sandığı iki gencin önerilerine rağmen hem de. Bunun nedeni şimdi yanında oturan bu adamdı. Claudia o zamana kadar babasıyla kıyaslanabilecek bir erkekle karşılaşmamıştı. Albay Riccardo Monterro bir asker, mühendis, bilgin, multi milyoner işadamı, atlet, kadın avcısı, güzel yemeklerden anlayan ve yaşamın zevkini çıkaran bir adamdı. Pek çok tanım Riccardo’yo tamtamına uyuyordu. Ama bütün bunlar yine de Claudia’nın tanıdığı adamı tarifte yetersiz kalıyor, ona Riccardo’yu sevindiren o şefkat ve gücü açıklamıyordu. Ya da Claudia’nın babasından nefret etmesine yol açan o zalimlik ve acımasızlığı. Riccardo’nun, kızın annesinin sonunda bir kenara atılmış, içi bomboş bir alkolik haline gelmesine neden olan davranışlarını da tanımlayamıyordu bütün bu sözler.

Claudia babasının kendisini ezmesine izin verirse adamın onu mahvedecek karakterde olduğunu biliyordu. Riccardo bir boğaydı, Claudia ise bir matador. Riccardo tehlikeli bir adamdı. O çekiciliğinin baş nedeni de buydu zaten. Vaktiyle biri kıza, «Bazı kadınlar her zaman gerçek köpoğlu köpeklere âşık olurlar;» demişti. Claudia o an onunla alay etmişti. Ama daha sonra düşünmüş ve bunda gerçek payı olduğunu kabul etmişti. Tanrı da biliyordu ya, babası gerçekten öyle bir adamdı. İriyarı bir köpoğlu köpekti. Latin atalarından o altınımsı kahverengi gözleri, ışıltılı beyaz dişleri ve sevimliliği almıştı. Caruso gibi şarkı söyler, Claudia’nın tabağına doldurduğu hamur işlerini yerdi. Ama Milano’da doğmuş olmasına rağmen yine de Amerikalı sayılırdı. Çünkü Claudia’nın büyükbabasıyla büyükannesi Riccardo çocukken Mussolini’nin İtalya’sından Seattle’a göç etmişlerdi. Kız, Riccardo’nun fiziksel özelliklerini almıştı: o gözleri, dişleri ve tatlı esmer teni. Ama Claudia babasının onu sinir eden her değer ölçüsünü reddetmeye çalışmış ve adamınkiyle taban tabana zıt bir yol seçmişti.

Riccardo’nun yasaları hiçe sayan yanına acık açık meydan okuyan ‘hukuk eğitimi görmüştü. Babası Cumhuriyetçi olduğu için de daha siyasetin ne anlama geldiğini anlayamadan, Demokratları seçmişti. Riccardo mala mülke ve zenginliğe önem verdiği için kız da Hukuk Fakültesini beşincilikle bitirdiği zaman kendisine önerilen iki yüz bin dolarlık işi reddetmiş ve İnsan Hakları Bürosunda çalışmaya başlamıştı. Oradan kırk bin dolar alıyordu. Babası Vietnam’da istihkâmcılardan oluşan bir kıtaya komuta ettiği ve hâlâ yerlilerden «acayipler» diye söz ettiği için Claudia da Alaska’daki Inuit kabilesiyle ilgilenmeye başlamıştı. Babasının hoşnutsuzluğu kızın bu işten aldığı zevki arttırıyordu, Riccardo, Eskimolardan da yine «acayipler» diye söz ediyordu. Ama işte Claudia şimdi babası istediği için Afrika’da, onun yanındaydı. Ve işin en korkunç yanı da Riccardo’nun buraya hayvanları öldürmek için gelmiş olmasıydı. Claudia da bir bakıma bu suça katılıyordu. Amerika’da, pek az olan boş zamanını Alaska Doğa ve Vahşi Hayvanları Koruma Derneğine adamıştı. Bu çalışmalarına karşılık bir ücret de almıyordu. Dernek daha çok petrol arama şirketleri ve onların çevreyi yağmalamalarına karşı savaşıyordu. Riccardo’nun olan Anchorage Alet ve Mühendislik Şirketi sondajcılara ve boru hattı döşeyen müteahhitlere malzeme sağlayan firmaların başında geliyordu. Kız bu seçimi mahsus ve uzun uzun düşündükten sonra yapmıştı. Ama işte Claudia şimdi yabancı bir ülkede çaresizce babasının güzel bir vahşi hayvanı katletmesini bekliyordu.

Bu ikiyüzlülüğü midesini bulandırıyordu. Bu yolculuktan ‘Safari’ diye söz ediyorlardı. Claudia böyle iğrenç bir suça katılmayı aklının köşesinden bile geçiremezdi. Hatta babasının daha önceki yıllarda yaptığı çağrıları öfkeyle reddetmişti. Ama babasının davetinden birkaç gün önce öğrendiği o sır yüzünden buradaydı şimdi. Belki de Riccardo’yla son defa… gerçekten son defa böyle yalnız kalabilecekti. Bu düşünce şimdi katıldıkları bu pis işten daha fazla sarsıyordu onu. Claudia, Ah, Tanrım, diye düşündü. Onsuz ne yapacağım? Dünyam onsuz nasıl olacak? Bu düşünce kafasında belirdiği an başını çevirerek omzunun üzerinden baktı. İki saatten beri ilk kez kımıldıyordu. Duvarları sazdan yapılmış bu küçücük yerde Claudia’nın hemen arkasında bir adam daha oturuyordu. Profesyonel bir avcıydı. Babası bu adamla belki on iki defa ava çıkmıştı. Ama Claudia onunla daha dört gün önce Zimbabve’nin başkenti Harare’de uçaktan indiği zaman tanışmıştı. Avcı ‘baba kızı’ kendi çift motorlu uçağıyla buraya, Mozambik sınırı yakınındaki bu ücra ve geniş av alanına getirmişti.

Avcı burayı Zimbabve hükümetinden kiralıyordu. Sean Courtney’di avcının adı. Claudia onu dört günden beri tanıyordu ama adamdan nefret ediyor ve tiksiniyordu. Sanki onu çocukluğundan beri tanıyormuş gibi. Babasını düşünürken farkına varmadan dönüp avcıya bakması şaşılacak bir şey değildi. Bu Sean Courtney de tehlikeli bir adamdı. Sert, acımasız ve son derecede yakışıklı. Bu yüzden kızın bütün içgüdüleri avaz avaz haykırarak onu uyarıyorlardı. Yüzü güneşten iyice yanmış olan parlak yeşil gözlü avcı Claudia’ya bakarak kaşlarını çattı. Gözlerinin kenarındaki ince çizgiler kız hareket ettiği için öfkeyle derinleşti. Tek parmağıyla Claudia’nın kalçasına dokunarak onu kımıldamaması için uyardı. Kıza pek hafifçe dokunmuştu, ama Claudia onun tek parmağındaki o şaşırtıcı erkekçe gücü hissetti. Avcının elleri daha önce de dikkatini çekmiş, ama bu zarif ellerden etkilenmemeye çalışmıştı. O zaman, bir sanatçı, operatör ya da bir katilin elleri bunlar, diye düşünmüştü. Ama şimdi bu otoriterce dokunuş Claudia’yı sinirlendirdi.

Ona seksle ilgili bir saldırıya uğramış gibi geldi. Gözlerini saz duvardaki yarığa dikti yine. Öfkesinden çıldırıyordu. Bana dokunmaya nasıl cüret edebildi! Sean Courtney onu parmağıyla dağlamışçasına kalçasındaki o nokta alev alev yanıyordu. O gün öğleden sonra kamptan ayrılmadan önce Sean hepsinin duş yapıp getirdiği kokusuz sabunla yıkanmaları için ısrar etmişti. Claudia’yı parfüm kullanmaması için de uyarmıştı. Kız duştan döndüğü zaman kamptaki hizmetkârlardan birinin yeni yıkanıp ütülenmiş haki bir gömlekle bir pantolonu yatağının üzerine bıraktığını görmüştü. Sean, Claudia’ya, «O iri kediler, rüzgâr uygun yönden estiği zaman üç kilometre öteden kokunu alırlar,» demişti. Ama şimdi Zambezi’ye özgü sıcakta iki saat geçirdikten sonra kızın burnuna hemen arkasında oturan avcının hafif kokusu geliyordu. Sean, Claudia’ya iyice sokulmuştu ama ona dokunmuyordu. Adamın taze, erkeksi ter kokusu kızın burnuna geliyor ve Claudia branda bezi iskemlede kıpırdanmamak için kendini zor tutuyordu. Birdenbire derin derin nefes alarak Sean’un hafif kokusunu iyice yakalamaya çalıştığını fark etti. Sonra ne yaptığını kavrayarak öfkeyle durakladı. Claudia’nın gözlerinden birkaç santim ötedeki yarığa doğru sarkan bir yaprak, dalcığının ucunda bir rüzgârgülü gibi ağır ağır döndü. Kız hemen ardından hafif akşam rüzgârının yön değiştirdiğinin farkına vardı.

Sean şiddetli rüzgârın erişemediği bu kuytudaki pusu yerini seçmişti. Ama şimdi rüzgâr onlara doğru eserken yeni bir kokuyu da getiriyordu. Leş kokusunu. Yem yaşlı bir yaban ineğiydi. Sean onu şöyle dev gibi simsiyahtı iki yüz hayvandan oluşan bir sürüden seçmişti. Claudia’ya, «O artık yavrulama yaşını çoktan aştı,» demiş, sonra da Riccardo’ya emretmişti. «Onu omzunun hemen aşağısından, kalbinden vur.» *** Claudia yaşamında ilk kez bir hayvanın kasten öldürüldüğünü görüyordu. Ağır tüfeğin gürültüsü onu sarsmıştı. Ama parlak Afrika güneşinde etrafa fışkıran kanlar ve yaşlı ineğin ölüm böğürtüsü kadar değil. Üzeri açık av kamyonunu bıraktıkları yere dönmüş ve ön kanepede yalnız başına oturmuştu. Midesi bulanıyordu, vücudunu buz gibi bir ter kaplamıştı. Sean ve iz sürücüleri o sırada hayvanı kesmekle meşgullerdi. Hayvanın ölüsünü av arabasındaki vinçle bir yaban incirinin alt dallarına çıkarmışlardı. Bu sırada Sean’la iz sürücüler leşin çıkarılması gereken yüksekliği tartışıp durmuşlardı.

Ergin bir aslanın art ayaklarının üzerinde yükselerek açlığını bir dereceye kadar gidereceği bir yükseklikte olmalıydı. Yoksa büyük bir kedi sürüsü ineği bir oturuşta yer, sonra da başka av aramaya çıkarlardı. Bütün bunlar dört gün önce olmuştu. Ama daha o sırada bile kan kokusunu atan madeni yeşil renkli leş sinekleri sürüyle ineğin üzerine üşüşmüşlerdi. Artık sıcak ve sinekler etkilerini göstermişlerdi. Claudia rüzgârın taşıdığı iğrenç koku yüzünden burun kıvırarak yüzünü buruşturdu. Bu koku yapışkan bir sıvıymışçasına dilinin üzerini ve boğazını kaplıyordu sanki. Ağaçtaki leşe bakarken ona hayvanın kara derisi hafifçe dalgalanıyormuş gibi geldi. Postun altındaki kokmuş ette kurtlar kaynıyordu herhalde. Sean av kulübeciğine girmeden önce yemi koklamıştı. «Çok güzel. Tıpkı artık yenmeye hazır olan Cacambert peyniri gibi. On beş kilometrelik bir alanda bu kokuya hiçbir kedi dayanamayacak.» Onlar beklerlerken güneş gökyüzünde yorgun yorgun aşağıya kaydı. Şimdi bu ışıkta çalılar dona renklenmişlerdi.

Renkleri solduran öğle güneşininkinden farklıydı bu. Akşam rüzgârının hafif serinliği sıcak yüzünden sersemlemiş olan yabani kuşları uyandırmış gibiydi. Çayın kenarındaki otların arasında bir kuş, bir papağanınki kadar cırlak bir sesle, «Kok! Kok! Kok!» diye ötüyordu. Hemen tepelerindeki dallarda tüyleri madensi bir ışıltıyla parlayan güneş kuşları kanat çırparak oradan oraya konuyor, balözünü içebilmek için iri çiçeklerden başaşağı sarkıyorlardı. Claudia başını ağır ağır kaldırarak müthiş bir zevkle kuşları seyretmeye başladı. Çok yakın olduğu için onların sarı çiçeklerin ortasına soktukları ince boru biçimi dillerini görebiliyordu. Ama bu küçücük yaratıklar ona aldırmıyorlardı. Sanki Claudia ağacın bir parçasıymış gibi. Kız kuşlara dalmışken birdenbire av kulübeciğindeki havanın gerginleştiğini hissetti. Babası kaskatı kesilmiş, tüfeğin dipçiğine dayadığı parmakları hafifçe bükülmüştü. Çok heyecanlandığı öyle belliydi ki. Riccardo önündeki yarıktan bakıyordu. Claudia da dışarı bir göz attı ama onu heyecanlandıran şeyi göremedi. Sean Courtney baba kızın arasından usulca uzandı ve Riccardo’nun dirseğini onu uyarırcasına yakaladı. Sonra da rüzgârın hışırtısından daha da hafif bir sesle, «Bekle!» diye fısıldadı.

Hepsi de birer ölü gibi hiç hareket etmeden beklediler. Dakikalar ağır ağır geçti. On dakika… Yirmi… Sean, «Solda,» dedi. Bu zorlukla duyulan fısıltı öyle beklenmedik bir şeydi ki Claudia irkildi. Bakışlarını sola doğru kaydırdı ama bir şey göremedi. Otlar, çalılar ve gölgelerden başka bir şey yoktu orada. Hiç gözünü kırpmadan baktı baktı. Sonunda gözleri yanıp yaşarmaya başladı. Bu yüzden gözlerini kırpmak zorunda kaldı. Tekrar baktı ve bu kez bir şeyin sis ya da duman gibi hareket ettiğini gördü. Güneşten kavrulmuş uzun otların arasından kahverengi bir şey süzülmüştü. Sonra birdenbire hayvan dramatik bir biçimde issin bağlanmış olduğu incir ağacının altındaki açıklıkta belirdi. Claudia istememesine rağmen hafifçe inledi. Sonra da nefesi gırtlağına takılıp kaldı. O zamana kadar gördüğü hayvanların en güzeliydi.

Claudia’nın beklediğinden çok daha iri, postu altın gibi pırıltılı dev bir kedi. Aslan başını çevirerek ona doğru baktı. Claudia aslanın boynunun krem rengi olduğunu gördü. Güneşin ışıkları hayvanın uzun beyaz bıyıklarını yaldızlıyordu. Aslanın kulakları yuvarlak ve uçları da siyahtı. Kulaklarını dimdik tutmuş, etrafı dinliyordu. Gözleri sapsarıydı. Ay taşları gibi ışıltılı ve amansızdı bu gözler. Uzun tünelden av kulübeciğine doğru bakarken gözbebekleri siyah bir çizgi halini almıştı. Claudia hâlâ nefes alamıyordu. İri kedi ona bakarken kız heyecan ve korkudan donmuş kalmıştı. Ancak aslan başını çevirerek ağaçtaki leşe baktığı zaman o da usulca, iç çeker gibi soluk verdi. «Onu öldürmeyin. Lütfen onu öldürmeyin.» Claudia az kalsın avaz avaz bağıracaktı.

Sonra babasının bir tek kasını bile oynatmadığını, Sean’un da onu hâlâ dirseğinden tuttuğunu görerek rahatladı. Ancak o zaman aslanın dişi olduğunu fark etti. Hayvanının yelesi yoktu. Dişi bir aslan! Claudia kamp ateşinin etrafında konuşulanları yeteri kadar dinlediği için sadece iri yeleli bir erkek aslanı avlayabileceklerini biliyordu. Bir dişiyi öldürmenin cezası ağırdı. Sadece para cezası vermekle kalmıyor, avcıyı hapse de atıyorlardı. Hafifçe gevşeyerek kendini o anın zevkine iyice bıraktı. Hayvanın baş döndürücü güzelliğinin verdiği zevke. Aynı anda dişi aslan etrafına bakındı ve o yerin güvenli olduğuna karar vererek ağzını açtı. ‘Miyav’lamayı andıran hafif bir ses çıkardı. Bunun hemen arkasından yavruları koşup yuvarlanarak açıklığa çıktılar. Üç yavru da çocuk oyuncakları gibi tüylüydüler. Üzerlerinde kedi yavrularınınkini andıran benekler vardı. Küçücük gövdelerine göre pek büyük olan pençelerine takılarak yuvarlanıyorlardı. Sonra duraklıyorlardı ama anneleri onları engellemeyince gürültüyle yalandan kavgaya başlıyorlardı.

Vahşice hırlayarak boğuşuyor, birbirlerinin üzerine düşüyorlardı. Dişi aslan onlara aldırmadan daldan sarkan leşe erişmek için art ayaklarının üzerine kalktı. İneğin barsaklarının çıkarıldığı yarığa başını sokarak etleri yemeye başladı. Karnındaki diziyle siyah meme iyice belirginleşti. Etraflarındaki tüyler yavrularının tükrükleriyle yapışmıştı. Aslan bebeklerini henüz sütten kesmemişti. Yavrular onun et yemesine aldırmayarak oyunlarını sürdürdüler. Sonra açıklığa ikinci bir dişi aslan çıktı. Onu yarı büyümüş iki yavru izledi. Bu dişinin rengi daha koyuydu. Postu belkemiğinin üzerinde mavimsiydi. Derisi iyileşmiş eski yaraların izleriyle doluydu. Toynak, pençe ve boynuz izleri. Bütün bunlar bir ömür boyu süren avlanmadan geriye kalmıştı. Hayvanın bir kulağının yarısı yırtılmıştı.

Yaralı derisinin altından kaburgaları belli oluyordu. Yaşlıydı bu dişi. Peşinden açıklığa çıkan yarı büyümüş iki aslan da herhalde onun son yavrularıydılar. Bir yıl sonra yavruları onu terkettikleri ve dişi sürüyle birlikte dolaşamayacak kadar bitkinleştiği zaman bir sırtlana yem olacaktı. Ama şimdiki halde kurnazlığı ve deneyimleri sayesinde yaşamayı sürdürüyordu. Aslan yeme önce genç dişinin yaklaşmasına izin vermişti. Çünkü iki erkeğinin tıpkı böyle bir durumda öldürüldüklerine tanık olmuştu. Yani bir ağaçtan sarkan lezzetli bir leşin hemen altında. O yüzden yaşlı dişi yemden kuşkulanıyordu. Hemen et yemeye başlamadı. Şimdi huzursuzca açıklığın etrafında dolaşıyordu. Kuyruğunu telaşla sallıyor, sık sık durarak çalıların arasındaki tünelden dipteki av kulübeciğinin saz duvarına bakıyordu. İki yavrusu art ayaklarının üzerine oturmuşlardı. Leşe bakarak açlık ve öfkeyle homurdanıyorlardı. Çünkü ete erişmeleri imkânsızdı.

Sonunda yavrulardan daha cüretli olanı biraz geriledi ve koşarak inek ölüsüne doğru sıçradı. Leşe ön pençeleriyle tutunarak telaşla dişleriyle bir parça et koparmaya çalıştı. Art ayakları havada sallanıyordu. Ama genç dişi ona öfkeyle döndü. Dişlerini göstererek yavruya bir pençe indirdi. Küçük aslan arkaüstü yere düştü. Sonra doğrularak usulca uzaklaştı. Yaşlı dişi yavrusunu savunmaya kalkışmadı. Sürünün yasası böyleydi: önce iyice gelişmiş avcılar beslenirlerdi. Sürünün en değerli üyeleriydi önler. Ancak bu iri Aslanlar karınlarını tıkabasa doyurduktan sonra yavrulara sıra gelirdi. Yiyeceğin zor bulunduğu ya da açıklık alanların avlanmayı güçleştirdiği kıtlık sürelerinde yavrular açlıktan ölebilirlerdi. Dişi aslanlar da av bollaşıncaya kadar çiftleşmezlerdi. Böylece sürünün yaşaması sağlanmış olurdu. Cezalandırılmış olan yavru usulca sürünerek leşin altındaki kardeşine katıldı.

Sonra da dişi aslanın ineğin karın boşluğundan et koparırken istemeden yere düşürdüğü parçalar için onunla heyecanla yarışmaya başladı. Dişi aslan bir keresinde dört ayağının üzerine düştü. Claudia o zaman dehşetle hayvanın kafasının leşteki beyaz kurtlarla kaplanmış olduğunu gördü. Dişi aslan başını salladı ve kurtlar beyaz pirinç taneleri gibi etrafa saçıldılar. Hayvan tüylü kulaklarına girmeye çalışan tombul kurtları atmak için telaşla kafasını pençeledi. Sonra boynunu uzatarak şiddetle aksırdı. Böylece burnuna kaçmış olan canlı kurtçukları püskürttü. Dişinin küçük yavruları bunu bir çağrı olarak aldılar. Oynamak ya da beslenmek için bir çağrı. İçlerinden ikisi hayvanın başına atlayarak kulaklarına asılmaya çalıştılar. Üçüncüsü ise aslanın karnının altına girerek, tombul kahverengi bir sülük gibi bir memesine yapıştı. Dişi aslan onlara aldırmadı. Et yemek için yine art ayaklarının üzerinde yükseldi. Süt emmeye çalışan yavru birkaç saniye tutunmayı başardı ama sonra annesinin art ayaklarının altına düştü. Dişi eti dişleriyle çekiştirirken, gururu incinmiş, tüyleri karışan, toz içinde kalan üzgün yavru sürünerek annesinin bacaklarının arasından çıktı.

Claudia kıkır kıkır güldü. Kendini tutamamıştı. İki eliyle ağzını örterek ses çıkmasını önlemeye çalıştı, Sean hemen onu sert sert dürttü. Sadece yaşlı dişi bu gülüşe tepki gösterdi. Geri kalan aslanlar kendi işlerine dalmışlardı. Yaşlı dişi hemen çöktü. Kulakları geri giderek kafasına yapıştı. Hayvan gözlerini av kulübeciğindeki yarığa dikti. Bu gözler karşısında Claudia’nın bütün gülme isteği söndü, soluğunu tuttu. Kendi kendine, beni göremez, dedi ama buna kendi de inanmadı. Beni göremez. Öyle değil mi? Ama aslan uzun saniyeler boyunca sanki onun gözlerinin tâ içine baktı. Sonra aslan birdenbire kalkarak yemin bulunduğu ağacın gerisindeki sık otların arasına süzüldü. Bir yılan gibi hareket ediyordu. Kahverengi gövdesi adeta akıyor, kayıyordu.

Claudia soluğunu ağır ağır verdi ve rahatlayarak yutkundu. Sürünün geri kalan kısmı incir ağacının altında et yer, oynar ve boğuşurken, güneş ağaç tepelerinin aşağısına doğru kaydı. Şimdi Afrika’ya özgü o kısa alacakaranlıktaydılar. Sean usulca, soluk alır gibi, «Yanlarında erkek varsa şimdi ortaya çıkar,» diye açıkladı. Gece o iri kedilerindi. Hayvanlar karanlıkta cüretli ve daha da yırtıcı olurlardı. Avcılar beklerken ışık iyice sönükleşti. Claudia yanındaki saz duvarın ötesinden gelen hışırtıyı duydu. Yüksek otların arasından usulca bir hayvan ilerliyordu. Ama çalılıklar böyle hışırtılarla doluydu. Claudia onun için başını bile çevirmedi. Sonra çok belirgin ve ne olduğu kolaylıkla anlaşılan o sesi işitti. Ağır bir yaratığın ayak sesleriydi bunlar. Yumuşak ve hafifti ama çok yakından geliyorlardı. Korkusu yüzünden Claudia’nın tüyleri diken diken oldu.

Ensesindeki tüyler de. Çabucak başını döndürdü. Sol omzunu av kulübeciğinin sazdan duvarına dayadı. Ve sazların arasında iki üç santim eninde bir yarık vardı. Tam Claudia’nın gözlerinin hizasındaydı. Dışarıda bir şeyin kıpırdandığını gördü. Bir an gördüğünün ne olduğunu anlayamadı. Sonra yarığı kaplayan şeyin sarımsı bir post olduğunu kavradı. O dehşetle bakarken sarımsı deri gözlerinin önünden kaydı. Şimdi başka bir sesi duyuyordu. Bir hayvan saz duvarın ötesinde soluk alıyor, etrafı kokluyordu. Claudia farkına varmadan diğer elini geriye doğru uzattı. Ama gözlerini yarıktan ayırmıyordu. Parmaklarını serin ve güçlü bir el kavradı. Daha birkaç dakika önce onu sinirlendiren bu dokunuş inanamayacağı kadar rahatlamasını sağladı.

Claudia babasının değil de Sean’un eline doğru uzanmış olmasına hayret bile etmedi. Hâlâ yarığa bakıyordu. Birdenbire orada bir göz belirdi. Koskocaman, yusyuvarlak, sarı akik gibi parlayan ve insanlıkla ilişkisi olmayan bir göz. Hayvan gözünü hiç kırpmıyordu. Kızın yüzünden bir karış ötedeydi ve kapkara gözbebeğiyle sanki Claudia’nın gözlerini yakıyordu. Haykırmak istedi ama boğazı sıkışmıştı. Ayağa fırlamayı düşündü ama bacakları uyuşmuştu. Şiş mesanesi karnının aşağısında ağır bir taş gibiydi. Vücudunu kontrol edemeden altına birkaç damla kaçırdı. Bu onu durdurdu. Duyduğu utanç korkusundan daha şiddetliydi. Bacaklarının üstüyle kaba etlerinin kaslarını iyice büzerek Sean’un eline sarıldı. Hâlâ o korkunç sarı göze bakıyordu. Dişi aslan tekrar sesli sesli soludu.

Claudia irkildi ama sessizce. Kendi kendine, bağırmayacağım, dedi. Dişi aslan saz duvarın ötesinde yine etrafı kokladı. Genzine insan kokusu doluyordu. Öyle bir kükredi ki, ince saz duvarlar sarsıldı sanki. Claudia, gırtlağına kadar yükselen çığlığı engelledi. Sonra yarığın önündeki sarıgöz kayboldu. O iri pençelerin kulübeciğin etrafında dolaştıklarını duydu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir