Wilbur Smith – Yedinci Papirus

ALACAKARANLIK ÇÖLDEN USULCA yayılarak kum tepelerini mora boyarken kadifeden yapılmış kalın bir pelerin gibi bütün sesleri boğdu. Bu yüzden akşam artık sessiz ve sakindi. Karı koca kum tepesinde durmuş vadiye ve onun etrafını sarmış olan küçük köylere bakıyorlardı. Binalar beyaz, damları da dümdüzdü. Hurma ağaçlarıysa hepsinden yüksekti. Camiyle Koptik Hıristiyan Kilisesinin dışında. Bu inanç kaleleri gölün iki yanından birbirlerine bakıyorlardı. Gölün suları yavaş yavaş kararırken bir kaz sürüsü hızla kanat çırparak alçaldı. Sazlarla kaplı kıyının yakınında suları şıpırdatarak, hafifçe köpürdeterek göle indi. Tepedeki adamla kadın birbirlerinden çok farklıydılar. Erkek uzun boyluydu ama omuzları hafifçe çökmüştü. Güneşin son ışıkları gümüşümsü saçlarını yaldızlıyordu. Kadınsa gençti. Otuz bir, otuz iki yaşlarında görünüyordu. İnce, canlı ve hayat doluydu. Gür, kıvırcık saçlarını ensesinde deri bir bantla bağlamıştı. «Artık aşağıya inmenin zamanı geldi. Alia bekliyordun» Duraid kadına sevgiyle gülümsedi. Royan onun ikinci karısıydı. Adam ilk karısı öldüğü zaman onun güneş ışıklarını da beraberinde alıp götürdüğünü sanmıştı. Yaşamında böyle son bir mutluluk devresi olacağı hiç aklına gelmemişti. Ama şimdi Royan ve çalışmaları vardı. Mutlu ve rahattı. Royan birdenbire onun yanından uzaklaşarak, saçındaki bandı çekip çıkardı. Başını sallarken siyah gür saçları uçuşuyordu. Genç kadın bir kahkaha attı. Hoş bir sesti bu. Sonra kum tepeciğinin kaygan yamacından inmeye başladı. Koşarken uzun eteği bacaklarının etrafında dalgalanıyordu. Royan’ın koyu esmer bacakları biçimliydi. Genç kadın yamacın ortalarına kadar dengesini korumayı başardı. Sonra yerçekimi onu yendi ve o da yuvarlandı. Duraid tepenin doruğundan ona hoşgörüyle gülümsedi. Royan bazen hâlâ çocukmuş gibi davranıyordu. Bazen de ciddi ve kararlı bir kadın gibi. Adam hangisini tercih ettiğini bilmiyordu. Ama karısını bu iki haliyle de seviyordu. Royan yuvarlana yuvarlana tepenin eteğine indi ve orada durdu. Doğrulup oturdu. Hâlâ gülüyor, saçlarını sallayarak kumları temizlemeye çalışıyordu. Kocasına, «Sıra sende,» diye seslendi. Duraid karısının peşinden ağır ağır indi. Yaşı ilerlediği için bedeni o kadar esnek değildi. Adam aşağıya ininceye kadar dengesini kaybetmedi. Sonra karısını ayağa, kaldırdı. Çok istemesine rağmen Royan’ı öpmedi. Araplar herkesin önünde sevgilerini gösteremezlerdi. Hatta çok sevdikleri karılarına bile. Karı koca köye doğru gitmeden önce Royan üstünü başını düzeltti, saçlarını da tekrar bağladı. Birlikte vahanın sazlarının yanından ilerleyerek, sulama kanallarını aşan derme çatma köprülerden geçtiler. O sırada tarlalardan dönen köylüler Duraid’i büyük bir saygıyla selamladılar. «Selamünaleyküm, doktor. Huzur sizinle olsun.» Onlar bütün bilgili insanlara saygı gösterirlerdi. Ama yıllar boyunca kendilerine ve ailelerine yaptığı iyilikler nedeniyle Duraid’e daha da büyük bir saygıları vardı. Çoğu, Duraid’den önce onun babasının yanında çalışmıştı. Hemen hepsi Müslüman, o ise Hıristiyan’dı. Ama buna aldırmıyorlardı. Villaya vardıkları zaman kâhya kadın Alia onları somurtkan bir tavırla, söylenerek karşıladı. «Geç kaldınız. Her zaman gecikiyorsunuz zaten. Neden diğer insanlar gibi her şeyi saatinde yapmıyorsunuz? Mevkiimizi korumak zorundayız.» Duraid şefkatle ona takıldı. «İhtiyar ana, sen her zaman haklısın. Sen olmasaydın bize kim bakardı?» Alia’yı gönderdi. Kadın Duraid’e olan sevgi ve ilgisini belli etmemek için kaşlarını çatmıştı. Karı koca terasta o basit yemeklerini yediler: hurma, zeytin, mayasız ekmek ve keçi peyniri. Yemek sona erdiğinde iyice kararan havaya rağmen çöl yıldızlarının her biri ışıltılı mum gibiydi. «Royan, çiçeğim.» Duraid masanın üzerinden uzanıp karısının eline dokundu. «Çalışma zamanı geldi.» Masadan kalkarak karısını çalışma odasına götürdü. Bu odanın kapıları terasa açılıyordu. Royan Al Simma doğruca dipteki duvarın önüne konmuş olan büyük kasaya gitti ve şifreyi çevirdi. Kasa, Duraid’in yaşamı boyunca topladığı eski kitaplarla parşömenler, antika heykeller, biblolar ve gömü eşyalarıyla dolu bu odaya hiç uymuyordu. Royan kasanın ağır çelik kapağını açtıktan sonra bir an öylece durdu. Bu yüzyıllar öncesinden kalma şeye her bakışında adeta huşu duyuyordu. Aradan sadece kısa birkaç saat geçmiş olsa bile. Genç kadın, «Yedinci Papirüs,» diye fısıldayarak ona dokunmak için bütün cesaretini topladı. Bu hemen hemen dört bin yıllıktı. Tarihe ayak uyduramayan bir dâhi tarafından yazılmıştı. Yüzyıllar önce toz olmuş biri tarafından. Ama Royan onu kocası kadar iyi tanıyor ve bu dâhiye saygı duyuyordu. Onun sözleri ölümsüzdü. Adam mezarının ötesinden, cennet bahçelerinden ve bütün kalbiyle inandığı Osis, İsiris ve Horus’un oluşturduğu büyük üçlünün huzurundan kadınla açık açık konuşuyordu. Royan da onun gibi bütün kalbiyle daha yeni bir üçlüye inanıyordu. Genç kadın papirüsü Duraid’in başına geçtiği masaya götürdü. Kocası çalışmaya başlamıştı bile. Kadın, papirüsü önüne, masaya koyarken o da başını kaldırarak karısına baktı. Royan bir an onun gözlerinde de kendisini etkileyen o mistik ruh halini gördü. Duraid gerekli olmadığı zaman bile papirüsün masasına konmasını istiyordu. Çalışması için fotoğraflar ve mikrofilm vardı. Ama sanki onları incelerken o binlerce yıl önce yaşamış olan yazarın görünmeyen varlığının yanında olmasını istiyordu. Duraid sonra kendini toparladı ve soğukkanlı bir bilim adamına dönüştü. «Senin gözlerin benimkilerden keskin, çiçeğim. Şu harfe ne diyorsun?» Royan kocasının omzunun üzerinden eğilip papirüste işaret ettiği hiyeroglifi inceledi. Bir süre onun ne olduğunu çıkarmaya çalıştı. Sonra büyüteci Duraid’in elinden alarak şekle tekrar baktı. «Galiba Taita bize eziyet etmek için bir şifre daha uydurmuş.» Royan binlerce yıl önce ölen yazardan, sanki çok sevdikleri ama onları bazen öfkelendiren, oyunlar oynayan, yaşayan, soluk alan bir dostmuş gibi söz ediyordu. Duraid memnun memnun, «Eh, demek ki bunu çözmemiz gerekecek,» dedi. Yaşamını adadığı bu çalışmayı çok seviyordu. Karı koca gece hava serinleyinceye kadar çalıştılar. En iyi çalışmalarını bu saatlerde yapıyorlardı. Bazen Arapça, bazen İngilizce konuşuyorlardı. Onlar için bu iki dil, bir tek dil gibiydi. Daha ender olarak Fransızcayı seçiyorlardı. Bu ikisinin de bildikleri üçüncü dildi. Karı koca, ‘kendi Mısır’larından’ uzaklarda İngiltere ve Amerika’da öğrenim görmüşlerdi. Royan, Taita’nın parşömenlerde kullandığı, ‘kendi Mısırım’ deyimine bayılıyordu. Eski çağlarda yaşamış olan bu Mısırlıyla sanki aralarında bir bağ vardı. Sonuçta, o Taita’nın soyundan gelmiş sayılırdı. Bir Koptik 1 Hıristiyan’dı. Mısır’ı çok sonradan ele geçiren Araplardan değildi. Onlar ülkeyi on dört yüz yıl kadar önce zapt etmişlerdi. Araplar, onun “kendi Mısır’ına’ yeni gelmiş kimseler sayılırlardı. Oysa kendi sülalesi firavunlar ve büyük piramitlere kadar uzanıyordu. Royan saat onda ikisi için sobada kahve yaptı. Alia köydeki ailesinin yanına gitmeden önce odun kömürü kullanılan sobayı yakmıştı. Karı koca yarıya kadar telve dolu incecik fincanlardan tatlı ve koyu kahveyi içtiler. Kahveyi yudumlarken iki eski dost gibi konuşuyorlardı. Royan için ilişkilerinin anlamı buydu. Eski dostlar. Genç kadın İngiltere’de arkeoloji konusunda doktorasını yapıp Mısır’a döndüğünden ve eski eserler bölümünde iş bulduğundan beri tanıyordu Duraid’i. Adam bölümün başkanıydı. Duraid, Soylular Vadisindeki Kraliçe Lostris’in mezarını açtığı zaman Royan ona asistanlık etmişti. Mezar M.Ö. 1780 yıllarından kalmaydı. Genç kadın, mezarın eski çağlarda soyulduğunu ve hazinelerinin yağmalandığını öğrendiklerinde adamın düş kırıklığını da paylaşmıştı. Mezarda sadece duvarları ve tavanı kaplayan şahane panolar vardı. Royan bir zamanlar lahdin üzerinde durduğu kaidenin gerisindeki duvarın üzerinde çalışıp, resimlerin fotoğrafını çekerken, sıvanın bir bölümü düşmüş ve ortaya bir oyuk çıkmıştı. Burada mermerden yapılmış on kavanoz vardı. Ve her kavanozda da bir papirüs. Onları kraliçenin esiri Tarta yazmış ve kavanozlara koymuştu. O zamandan beri Duraid’le Royan’ın yaşamlarının merkezini bu papirüs parçaları oluşturmuştu sanki. Belgeler biraz zarar görmüş ve bozulmuşlardı. Ama neredeyse dört bin yıl önce yazılmış olmalarına rağmen genelde şaşılacak kadar sağlam sayılırlardı. Ne ilginç bir hikâye vardı bu papirüslerde! O sırada Mısırlıların henüz bilmediği at ve arabalarla hücum eden üstün bir düşmanın saldırısına uğrayan insanlar. Hiksos sürülerinin ezdiği Nil sakinleri kaçmak zorunda kalmışlardı. Mezarını buldukları Kraliçe Lostris’in yönetiminde, dev nehrin kıyılarından hemen hemen Nil’in Etiyopya’nın dağlık bölgesindeki kaynağına kadar gitmişlerdi. Lostris o korkunç görünüşlü dağların arasında, kocası Firavun Mamose’un mumyası için bir mezar yaptırmıştı. Firavun, Hiksoslarla girişilen bir çarpışma sırasında ölmüştü. Kraliçe Lostris çok daha sonra halkını kuzeye, bu ‘kendi Mısır’ına’ götürmüştü. Artık onların da atları ve savaş arabaları vardı. Afrika’nın ıssız bölgelerinde dayanıklı birer cengâvere dönüşmüşlerdi. Dev nehrin çağlayanlarından hızla inerek Hiksoslar denilen işgalcilere meydan okumuşlardı. Sonunda Hiksosları yenmiş, Yukarı ve Aşağı Mısır’ın çifte tacını düşmanın elinden almışlardı. Bu hikâye Royan’ın benliğinin her zerresini etkiliyordu. Yaşlı esirin papirüse yazdığı hiyeroglifleri çözerlerken genç kadın bundan çok etkilenmişti. Hiyerogliflerin sırrını çözmek yıllarını almıştı. Kahire Müzesindeki günlük işlerinden sonra geceleri bu vahadaki villada çalışmışlardı. Ama sonunda on papirüs de okunmuştu. Yedincisi dışında hepsi. Bir bilmeceye benzeyen tek belge de oydu. Yazar gizli bir şifre kullanmış, türlü imalarda bulunmuştu. Bunlar öyle anlaşılmaz şeylerdi ki, bunca yıl sonra çözülmeleri imkânsızdı. Taita, Duraid’in ve Royan’ın çalıştıkları yıllar boyunca inceledikleri belgelerin hiçbirinde görmedikleri bazı simgeler kullanmıştı. İkisi de Taita’nın papirüsleri sevgili kraliçesinden başkasının okumasını istemediğini anlıyorlardı. Bu, esirin mezarın ötesindeki yere götürmesi için kraliçeye verdiği son armağandı. Karı koca bütün ustalıklarını, hayal güçlerini ve zekâlarını kullanarak çabalamışlardı. Neyse ki artık işin sonuna yaklaşıyorlardı. Çeviride hâlâ pek çok boşluk yardı. Bazı yerlerde de gerçek anlamı yakalayıp yakalayamadıklarından emin değillerdi. Ama artık yazılan sıraya dizmiş, yani iskeleti oluşturmuşlardı. Şimdi onun nasıl bir varlığa ait olduğunu tahmin edebiliyorlardı. Duraid şimdi kahvesini yudumlayarak çoğu zaman yaptığı gibi başını salladı. «Bu beni korkutuyor, yani sorumluluk… Elde ettiğimiz bilgiyi ne yapacağız? Kötü niyetli kişilerin eline geçerse…» Konuşmasını sürdürmeden önce kahvesinden bir yudum alıp içini çekti. «Onları uygun kimselere götürsek bile, bu binlerce yıllık bilgiye inanırlar mı?» Royan sesinde hafif bir öfkeyle, «Bunu başkalarına neden açıklıyoruz ki?» diye sordu. «Niçin yerine getirilmesi gereken şeyi biz yapmıyoruz?» Böyle zamanlarda aralarındaki fark iyice belirginleşiyordu. Duraid’inki yaşın neden olduğu ihtiyattı. Royan’ınki ise gençliğin aceleciliği. Duraid, «Anlamıyorsun…» dedi. Royan kocasının bu sözleri her söyleyişinde sinirleniyordu. Yani Arapların, tümüyle erkeklere özgü bir dünyada kadınlarına yaptıkları gibi davrandığı zaman. Royan kadınların kendilerine eşit davranılmasını istedikleri ve bunu elde ettikleri diğer dünyayı tanımıştı. O, bu iki dünya arasında kalmış bir insandı. Batı dünyasıyla Arap dünyasının arasına sıkışmıştı. Royan’ın annesi İngiliz’di. İkinci Dünya Savaşından sonraki sıkıntılı yıllarda Kahire’deki Britanya Elçiliğinde çalışmıştı. Albay Nasılın maiyetinden olan genç bir Mısırlı subayla tanışıp evlenmişti. Bu yürümeyecek bir evlilikti ve annesi Royan’ın yetişme çağına kadar zorlukla dayanmıştı. Royan’ın annesi kızını dünyaya getirmek için İngiltere’ye, doğduğu yer olan York’a dönmekte ısrar etmişti. Çocuğunun İngiliz uyruklu olmasını istiyordu. Daha sonra da boşanmışlardı. Royan yine annesinin ısrarı üzerine İngiltere’deki bir okula gönderilmişti. Ama bütün tatillerini Kahire’de, babasının yanında geçirmişti. Babası son derece başarılı olmuş ve Mübarek’in hükümetinde bakanlığa getirilmişti. Royan babasını çok sevdiği için, kendisinin İngiliz’den çok Mısırlı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Royan’ın Duraid Al Simma’yla evlenmesini de yine babası ayarlamıştı. Ölümünden önce kızı için en son bunu yapmıştı. Royan babasının o sırada ölümün eşiğinde olduğunu bildiği için ona karşı çıkmak istememişti. Bütün o modern eğitimi evlenmenin ailelerce kararlaştırılmasıyla ilgili eski Kopt geleneklerine karşı koymasını söylüyordu. Gelgelelim yetiştirilme tarzı, ailesi ve kilisesi bunu engelliyordu. Royan bu nedenle boyun eğmişti. Duraid’le yaptığı evlilik korktuğu gibi çekilmez olmamıştı. Hatta Royan romantik aşkın ne olduğunu bilmeseydi, bu evliliği doyum sağlayan, rahat bir birliktelik olduğunu varsayacaktı. Ancak üniversitedeyken David’le ilişkisi olmuştu. Genç adam onu adeta büyüleyip sarhoş etmişti. Sonunda David annesiyle babasının istediği sarışın, tipik bir İngiliz kızıyla evlenmek için Royan’ı bırakmış, kız da çok ıstırap çekmişti. Royan, Duraid’den hoşlanıyor, ona saygı duyuyordu. Ne var ki, bazen gece yanında kendisininki kadar genç ve taze bir vücudu hissetme isteğiyle yanıyordu. Duraid hâlâ konuşuyordu ve Royan onu dinlememişti. Genç kadın dikkatini tekrar kocasına verdi. «Bakanla tekrar konuştum ama onun bana inandığını sanmıyorum. Yanılmıyorsam Nahoot onu biraz kaçık olduğuma inandırmış.» Üzüntüyle gülümsedi. Nahoot Guddabi nüfuzlu dostları olan, hırslı yardımcısıydı. «Her neyse. Bakan resmi fon verilemeyeceğini, dışarıdan destek aramamı söyledi. Bu nedenle, bize mali yardım sağlayacak kimselerin listesini tekrar inceledim. Bazı isimleri aradan çıkardım. Geride dört aday kaldı. Tabii Getty Müzesi de var. Ama kişisel ilişki kurulamayan o büyük müesseselerle çalışmak hiçbir zaman hoşuma gitmedi. Bir tek insana karşı sorumlu olmayı tercih ederim. O zaman daha kolay karar verirsin.» Bunların hiçbiri. Royan’ın bilmediği şeyler değildi. Ancak yine de kadın saygıyla kocasını dinledi. «Tabii Herr von Schiller de var. Adam zengin ve konu onu ilgilendiriyor. Ama kendisini tamamıyla güvenecek kadar iyi tanımıyorum.» Duraid sustu. Royan bu sözleri sık sık dinlemişti. Kocasının neler söyleyeceğini biliyordu. Ancak bu kez ondan önce davrandı. «Ya şu Amerikalı? O ünlü bir koleksiyoncu.» «Peter Walsh’la birlikte çalışmak zor. Eşya toplama hırsı onun vicdansızca davranmasına neden olabiliyor. Walsh bazen beni korkutuyor.» Genç kadın, «Eee, geriye kim kaldı?» diye sordu. Adam bir şey söylemedi. Çünkü ikisi de bu sorunun cevabını biliyorlardı. Duraid çalışma masasını dolduran malzemeye döndü. «Ne kadar da masumca gözüküyor. Sanki sıradan bir şey. Rulo halinde eski bir papirüs, fotoğraflar ve not defterleri. Bir bilgisayar kâğıdı. Bütün bunların olmayacak birinin eline geçtiği takdirde ne büyük bir tehlike yaratacaklarına inanmak zor.» Adam yine içini çekti. «Elimizdekilerin hem tehlikeli, hem de öldürücü şeyler olduklarını söyleyebiliriz.» Sonra birdenbire güldü. «Benimki de kuruntu. Belki geç olduğu için böyle konuşuyorum. İşimize dönelim mi? Taita denilen o yaşlı tilkinin bizim için hazırladığı bilmeceleri çözdükten ve çeviriyi tamamladıktan sonra bu sorunları düşünüp endişeleniriz.» Önündeki fotoğraf destesinden en üstte duran, papirüsün orta bölümünün resmini aldı. «Papirüsün bu kısmının zarar görmüş olması büyük şanssızlık.» Gözlüğünü takarak okumaya başladı. «Hapi’nin olduğu yere çıkan merdivende pek çok basamak var. Büyük zorlukla ikinci basamağa eriştik. Ve daha fazla ileriye gidemedik. Çünkü burada prense ilahi bir açıklama yapıldı. Ölmüş olan babası firavunların, prensi rüyasında ziyaret etti ve ona emrini açıkladı. ‘Çok uzun bir yolculuk yaptım ve yoruldum. Ben sonsuza kadar burada dinleneceğim.’» Duraid gözlüğünü çıkarıp Royan’a baktı. «’İkinci basamak». Hiç olmazsa bu tarif çok kesin. Taita bu kez olsun dolambaçlı bir yol seçmemiş.» Royan, «Uydu fotoğrafına tekrar bakalım,» diye önererek parlak resmi önüne çekti. Duraid masanın yanından dolaşarak onun arkasında durdu. «Bence onları uçurumda durduracak doğal engel, bir dizi çağlayandı. En mantıklısı bu. İkinci bir çağlayan varsa o zaman şu noktadaydılar… Royan parmağını resimde iki yandaki dimdik kara dağların arasından bir yılan gibi kıvrıla büküle akan nehrin üzerine koydu. Ama sonra konuyu unutarak başını kaldırdı, «Dinle.» Sesi değişmiş, telaş yüzünden sertleşmişti. «Ne var?» Duraid de başını kaldırmıştı. Genç kadın, «Köpek» diye cevap verdi. Adam başını salladı. «O kahrolasıca kırma sokak köpeği! Her zaman uluyup havlayarak geceyi korkunç bir hale sokuyor. Kendi kendime onu atacağıma söz verdim.» Aynı anda ışıklar söndü. Kan koca karanlıkta hayretle donup kaldılar. Hurmalığın gerisindeki eski dizel jeneratörün yumuşak gümbürtüsü kesilmişti. Bu ses vadiye özgü gecenin bir parçasıydı. Onu ancak kesildiği zaman fark edebiliyorlardı. İkisinin de gözleri teras kapılarından süzülen yıldızların ışığına alışmıştı. Duraid odada ilerleyerek kapının yanındaki raftan gaz lambasını aldı. Bu oraya bu türden acil durumlar için konmuştu. Adam lambayı yakıp Royan’a komik bir bıkkınlıkla baktı. «Aşağıya inmem gerekiyor…» Genç kadın onun sözünü kesti. «Duraid! Köpek!» Adam bir an dinledi. Sonra da yüzünde hafif bir endişe belirdi. Köpek, karanlık gecede susmuştu. «Korkulacak bir şey olmadığından eminim.» Kapıya doğru gitti. Royan nedense garip bir hisle ona seslendi. «Duraid! Dikkatli ol!» Adam bu uyarıyı önemsemiyormuş gibi omzunu silkti ve sonra da terasa çıktı. Royan bir an bir gölge farketti. Bunun çölden esen rüzgârda dalgalanan sarmaşığın gölgesi olduğunu sandı. Ama sonra bir adamın taş döşeli terası hızla ve sessizce aştığını gördü. Terasın ortasında içinde balık bulunan havuzun yanından dolaşan Duraid’e arkadan sokuldu. Royan haykırarak kocasını uyardı. «Duraid!» Adam hızla dönüp lambayı iyice yukarı kaldırdı. «Sen de kimsin?» diye bağırdı Duraid. «Burada ne işin var?» Yabancı usulca ona sokulurken uzun geleneksel ‘dishdasha’ entarisi bacaklarının etrafında uçuştu. Adamın kafasında beyaz ‘ghutrah’ başörtüsü vardı. Duraid lambanın ışığında, onun örtünün köşesini yüzünü göstermemek için aşağıya doğru çekmiş olduğunu farketti. Yabancının arkası Royan’a dönüktü. Bu yüzden kadın saldırganın sağ elindeki bıçağı göremiyordu. Ama davetsiz konuğun yukarıya, Duraid’in karnına doğru yaptığı hareketin ne anlama geldiğini anladı. Duraid acıyla inleyerek iki büklüm oldu. Saldırgan bıçağı onun vücudundan çıkardı ve sonra tekrar sapladı.Arkeolog o arada lambayı atıp düşmanının bıçaklı eline sarıldı. Yere düşen lambanın yağı akıyor, alevi daha da parlaklaşıyordu. Bu arada iki adam karanlıkta boğuşmaktaydılar. Ancak Royan yine de kocasının beyaz gömleğinin önüne yayılan koyu renk lekeyi farketmişti. Duraid ona, «Kaç!» diye haykırdı. «Git! Yardım getir! Onu tutamıyorum!» Royan’ın tanıdığı Duraid nazik bir insandı. Kitaplarla ilgilenen, bilgili, uysal biri. Saldırganla başa çıkması imkânsızdı. «Lütfen git! Kendini kurtar, çiçeğim!» Royan kocasının sesinden gücünün tükenmek üzere olduğunu anladı. Ama çaresizce hâlâ düşmanının bıçaklı elini tutuyordu. Royan bu son yaşamsal saniyelerde şok ve kararsızlık yüzünden felce uğramıştı. Ancak şimdi bunun etkisinden kurtularak kapıya doğru koştu. Yaşadığı dehşet ve Duraid’e yardım getirmesi gerektiğini bilmek ona güç verdi. Bir kedi hızıyla terası aştı. Kocası bu arada düşmanın onun önünü kesmesine engel olmaya çalışıyordu. Royan alçak duvarı aşıp hurmalığa girdi. Az kalsın ikinci düşmanın kollarına düşüyordu. Elini uzatmış olan adam yüzünü tırmalarken genç kadın haykırarak yan döndü. Neredeyse saldırganın elinden kurtulacaktı. Ama adam onu ince pamuklu bluzundan yakaladı. Royan bu kez saldırganın elindeki bıçağı gördü. Yıldızların ışığında gümüş gibi parlayan uzun bıçağı. Bu yüzden yeniden çabaladı. Pamuklu kumaşın yırtılmasıyla Royan da kurtuldu. Ne var ki, bıçaktan kaçabilecek kadar hızlı davranamadı. Bıçağın kolunun yukarısını çizdiğini hissetti. Paniğin ve sağlıklı genç vücudunun verdiği güçle düşmanına tekmeyi indirdi. Ayağı adamın belinin aşağısındaki yumuşak yere çarparken, dizi ve bileği titredi. Saldırgan haykırarak dizüstü düştü. Royan hurmalıkta hızla koşmaya başladı. Önce gayesizce, belirli bir yön seçmeden koştu. Bütün istediği bacaklarının gücünün yetebildiği kadar bu adamlardan uzaklaşmaktı. Sonra yavaş yavaş kapıldığı paniği kontrol altına aldı. Arkasına baktı, peşinde kimse yoktu. Genç kadın gölün kıyısına vardığında zaman gücünün tükenmemesi için yavaşladı. Ve o zaman ılık kanının kolundan aşağıya akarak parmaklarının ucundan damladığını farketti. Durup hurmalardan birinin sert gövdesine yaslandı. Parçalanmış bluzundan bir şerit yırtarak telaşla kolunu sardı. Şok ve panik yüzünden öyle titriyordu ki, sağlam eliyle bile bu işi zor başardı. Uydurma sargısını sol eli ve dişleriyle bağladı. Kan akışı bu sayede biraz yavaşladı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir