Wilbur Smith – Yirtici Kus

Karanlık sulara çarparak dantel dantel köpüklerin belirmesine neden oldular. Çok geçmeden dalan kuşların ve oburca beslendikleri gümüş tirhosların çırpınışlarından suyun yüzü bembeyaz kesildi. Hal bakışlarını bu sahneden ayırarak belirmeye başlayan ufku taradı. Bir yelkenin pırıltısını gördüğü an kalbi tekledi sanki. Sadece bir fersah ötede dörtköşe seren yelkenleri olan yüksek bir gemi belirmişti. Hal ciğerlerini havayla doldurdu ve kıç güvertesine seslenmek için ağzını açtı. Ama sonra tekneyi tanıdı. Bu, Doğu Hindistan’dan gelen bir Hollanda gemisi değil, Moray Martısı adlı firkateyndi. Her zamanki yerinden çok uzaktaydı. Hal bu yüzden yanılmıştı. Hollandalılara abluka uygulayan küçük filonun önemli bir gemisiydi Moray Martısı. Geminin görünmemesi için “Akbaba” diye tanınan kaptanının doğu ufkunun aşağısında beklemesi gerekiyordu. Hal branda bezinden gözetleme yerinin yanından eğilerek aşağıya, güverteye baktı. Babası da ellerini beline dayamış, başını yukarı kaldırmış, ona bakıyordu. Delikanlı aşağıya seslenerek gördüğü tekneyi bildirdi. “Rüzgâr yönünde Martı.” Babası doğuya doğru bakmak için döndü. Sir Francis koyu renk gökyüzünün önünde kapkara duran Akbaba’nın gemisini tanımıştı. İnce boru biçimindeki pirinç teleskopu gözüne götürdü. Hal babasının omuzlarının duruşundan, teleskopu kapatışından ve yeleye benzeyen siyah saçlarını arkaya atışından onun öfkeli olduğunu anladı. Gün sona ermeden iki komutan ağız dalaşına girişeceklerdi. Delikanlı usulca güldü. Sir Francis demir gibi iradesi, sivri dili, yumrukları ve kılıcıyla hedef seçtiği insanların ödünü patlatırdı. Aynı mezhepten şövalyeler bile ondan çekinirlerdi. Hal o gün babasının öfkesinin odak noktasının kendisi değil de, başkaları olacağı için sevindi. Moray Martısı’nın gerisine doğru bakarak yeni gün başlarken gitgide belirginleşen ufku taradı. Keskin genç gözlerine yardımcı olması için bir teleskopa ihtiyacı yoktu. Zaten gemide o pahalı gereçten sadece bir tane vardı. Hal diğer yelkenleri fark etti. Tekneler tam olmaları gereken yerdeydi, koyu renk denizde küçücük beneklere benziyorlardı. Durumlarını bozmayan bu iki büyük filika yanlarda, Lady Edwina’dan on beş fersah ötedeydiler. Hal’ın babasının Hollandalıları yakalamak için oluşturduğu geniş ağın birer parçasıydılar. Filikalar üzerleri açık teknelerdi. Her birinde tepeden tırnağa silahlı on iki denizci vardı. Filikalara gerek olmadığı zaman bunlar parçalanıyor ve Lady Edwina’nın ambarına konuyordu. Sir Francis filikalardaki mürettebatı sürekli değiştirirdi. Çünkü sert West Country’lilerin, Gallilerin ve hepsinden daha sağlam olan eski esirlerin bu küçük teknelerdeki şartlara uzun süre dayanmaları ve savaşabilmeleri imkânsızdı. Sonunda güneş doğu okyanusundan yükselirken gündüzün çeliğe benzeyen ışığı etrafa yayıldı. Hal güneşin sularda çizdiği alev gibi yola baktı. Okyanusta yabancı yelkenler olmadığını anlayınca da keyfi kaçtı. Daha önceki altmış beş şafakta olduğu gibi, görünüşte yine hiçbir Hollandalı yoktu. Sonra kuzeye, kayada oyulmuş dev bir sfenkse benzeyen karaya bir göz attı. Ufuktan yükselen bu kara parçası anlaşılmaz, simsiyah bir kütleydi. Burası Afrika’nın en güney ucundaki Agulhas Burnu’ydu. Afrika! Dudağından dökülen bu gizemli ad kollarındaki tüyleri diken diken etti. Ensesindeki gür siyah saçları sanki dimdik oldu. Afrika! İnsan eti yiyen ejderhaların ve başka korkunç yaratıkların haritası çizilmemiş olan toprakları. Yine insan eti yiyen ve kemiklerini süs olarak taşıyan karaderili vahşilerin vatanı. Afrika! Altın, fildişi, köleler ve başka hazinelerin bulunduğu kıta. Bütün bunlar bu hazineleri arayacak ve belki de bu çabası sırasında ölecek kadar cesur bir insanı bekliyordu. Hal bu adın söylenişi ve gizlediği vaatler yüzünden hem büyüleniyor, hem de korkuyordu. Bu hem tehdit doluydu, hem de bir meydan okuma. Delikanlı Latince fiilleri çekmesi ya da gökyüzündeki takımyıldızları ezberlemesi gerekirken babasının kamarasında saatlerce haritalara bakıyordu. Fil, aslan ve ejderha resimleriyle dolu geniş toprakları, Ay Dağları’nı, “Koikhoi”, “Capdeboo”, “Sofala”, “Prester John’un Krallığı” adları verilmiş gölleri ve dev nehirleri inceliyordu. Ama babasından hiçbir uygar insanın Afrika’nın huşu uyandıran içerlerine yolculuk yapmadığını öğrenmişti. Delikanlı pek çok kez yaptığı gibi, oraya ilk giren insan olmak nasıl bir duygu uyandırırdı, diye düşünüyordu. Özellikle Prester John çok ilgisini çekiyordu. Afrika kıtasının derinliklerindeki çok büyük ve güçlü Hıristiyan imparatorluğunun efsanevi hükümdarı Avrupa mitolojisinde yüz yıllar önce yer almıştı. Hal onun bir tek adam mı olduğunu, yoksa bir dizi imparatorun mu yaşadığını merak ediyordu. Kıç güverteden bağırılarak verilen emirlerle daldığı hayallerden uyandı. Rüzgâr yüzünden sesler hafif geliyordu. Gemi de rotasını değiştirmişti. Aşağıya bakan delikanlı, babasının Moray Martısı’nın yolunu kesmek niyetinde olduğunu anladı. Batıya, Ümit Burnu’na ve Atlas Okyanusu’na doğru giden iki geminin yolları kesişecekti. İkisinin de yelkenleri camadanla küçültülmüştü. Sadece gabyadan yararlanıyor, ağır ağır gidiyorlardı. Bu sıcak güney sularında fazla kalmışlardı ve tahtalara Toredo kurtçukları doluşmuştu. Hiçbir gemi burada uzun süre dayanamazdı. Herkesi korkutan o gemi kurtları bir erkeğin parmağı kalınlığında ve kolu uzunluğundaydı. Tahtalara birbirlerine çok yakın delikler açıyor, keresteleri adeta kovana dönüştürüyorlardı. Hal direkteki yerinden bile iki gemideki tulumbaların sintine suyunu azaltmak için çalıştığını duyuyordu. Hiç kesilmeyen bu ses geminin yüzmesini sağlayan bir kalbin atışları gibiydi. İşte bu da Hollandalıları bulmalarını gerektiren nedenlerden biriydi. Gemi değiştirmeleri şarttı. Lady Edwina ayaklarının altında kemirilip delik deşik ediliyordu. İki gemi denizcilerin birbirlerine seslerini duyurabilecekleri kadar yaklaşınca tayfalar iğlere tırmandılar ya da küpeşteye dizildiler, aralarında açık saçık şakalar yapmaya başladılar. Hal onları böyle gördüğü zaman gemilere sığınan insanların çokluğu karşısında şaşırıyordu hep. Lady Edwina yüz yetmiş tonluk bir gemiydi. Uzunluğu yirmi bir metreden biraz fazlaydı. Ama şimdi iki filikadaki tayfalar da dahil gemide yüz otuz kişi vardı. Martı, Lady Edwina ‘dan daha büyük değildi. Ama teknede bunun yarım katı fazla tayfa bulunuyordu. Doğu Hindistan Şirketi’nin Hollandalı dev kalyonlarını yakalamak için bütün bu savaşçılara ihtiyaç vardı. Sir Francis diğer şövalyelerden güney okyanusun her köşesiyle ilgili bilgi toplamıştı. Bu nedenle de o gemilerden en aşağı beşinin hâlâ denizde olduğunu biliyordu. Bu mevsimde o güne kadar şirketin yirmi bir kalyonu buradan geçmiş, Hollandalıların “Tafelberg” diye tanımladığı kıtanın güneyindeki, dev Masa Dağı’nın eteğindeki küçücük malzeme deposuna uğramıştı. Ondan sonra da dönüp Amsterdam’a gitmek için Atlas Okyanusu’nda kuzeye doğru çıkmıştı. Geride kalan ve hâlâ Hint Okyanusu’nda ilerleyen bu beş geminin güneydoğudan esen alizeler kesilmeden ve rüzgâr sertleşerek kuzeybatıya dönmeden önce Ümit Burnu’nu dolanması gerekiyordu. Yakında olacaktı bu. Moray Martısı hükümetin izniyle korsanlık yapmadığı zamanlarda Cumbrae Kontu Angus Cochran, Zanzibar pazarlarında köle alışverişiyle kesesini dolduruyordu. Zavallılar ince uzun köle ambarının yukarısında güvertedeki halkalı cıvatalara zincirleniyorlardı. Gemi doğudaki limanlardan birine ulaşıp yolculuk sona erince ancak prangaları çözülebiliyordu. Hint Okyanusu aşılırken o korkunç tropik yolculuğa dayanamayarak ölen biçareler, sağların yanında kalıyor ve iki güverte arasında yattıkları o dar yerde çürüyorlardı. Çürüyen cesetlerin kokularıyla, yaşayanların pisliklerininki birbirine karışıyordu. Bu nedenle köle gemilerinin çok belirgin bir kokusu vardı; rüzgâr aynı yönden estiği zaman fersah fersah öteden duyuluyordu. İyice temizlenmeleri bile köle taşıyan gemilere özgü o belirgin kokuyu gideremiyordu. Martı rüzgâra karşı dönerken Lady Edwina ‘nın mürettebatı abartılı bir tiksintiyle ulur gibi bağırdılar. “Tanrım! Gübre yığını gibi kokuyor.” Bir tayfa küçük, güzel firkateyne, “Siz poponuzu hiç silmez misiniz, hastalıklı böcekler?” diye haykırdı. “Daha buradan kokunuzu alabiliyoruz!” Martı’dan gelen cevaplar Hal’ı güldürdü. Tabii insan bağırsaklarının onun için gizli bir yanı yoktu. Ama tayfaların sözlerinin gerisini anlayamıyordu. Çünkü kadın vücudunun iki geminin mürettebatının da açık açık ayrıntılarının üzerinde durdukları o bölümlerini hiç görmemişti. Onların ne işe yaradıklarını da bilmiyordu. Ama bu tanımlamalar hayal gücünü çalıştırıyordu. Babasının bu sözleri duyduğu zaman ne kadar öfkeleneceğini düşündükçe daha da neşeleniyordu. Sir Francis dindar bir adamdı; gemideki her tayfanın Tanrı korkusuyla davranmasının savaşı kazanma olasılığını olumlu yönde etkileyeceğine inanırdı. Gemide kumarı, küfürü ve sert içkilerin içilmesini yasaklamıştı. Günde iki kez mürettebata dua ettiriyor, onlara bir limana çıktıklarında nazik ve onurlu davranmalarını öğütlüyordu. Ama Hal tayfaların, babasının bu nasihatlerine pek ender uyduklarını biliyordu. Şimdi adamlarının Akbaba’nın tayfalarıyla karşılıklı hakaretler yağdırmasını dinlerken kaşları hiddetle çatıldı. Ancak hoşnutsuzluğunu belirtmek için gemicilerin yarısını kırbaçlatamazdı. Bu nedenle firkateyn kolaylıkla konuşabileceği yakınlığa gelinceye kadar sesini çıkarmadı. O arada uşağını pelerinini getirmesi için kamarasına yolladı. Akbaba’ya söyleyecekleri resmi şeylerdi, onun için de uygun kılıkta olması gerekiyordu. Uşak geri geldiği zaman Sir Francis gösterişli kadife pelerini omuzlarına aldı ve ancak ondan sonra megafonu ağzına götürdü. “Günaydın, sayın Lord!” Akbaba küpeşteye yaklaşarak Sir Francis’i selamlamak için bir elini kaldırdı. Kareli eteğinin üstünde günün ilk ışıklarında parlayan yarım zırhı vardı ama başı açıktı. Kızıl saçı ve sakalı saman yığınını andırıyor, kızıl bukleleri rüzgârda dans ediyordu. Sanki kafası tutuşmuştu. Akbaba, “İsa seni sevsin, Franky!” diye kükredi. Gür sesi rüzgârın uğultusunu kolaylıkla bastırdı. Senin yerin doğu kanatta! Sir Francis öfkesi ve rüzgâr yüzünden kısa konuşmuştu. “Yerinden neden ayrıldın?” Akbaba özür diler gibi abartılı bir tavırla ellerini iki yana açtı. “Suyum azaldı. Sabrım da tükendi. Altmış beş gün ben ve cesur adamlarım için yeterli. Sofala kıyısında kolaylıkla ele geçirilecek altın ve köle var.” Aksanı bir İskoç fırtınasını andırıyordu. Elindeki belge sana Portekiz gemilerine saldırma izni vermiyor. Cumbrae Kontu bağırarak cevap verdi. “Hollandalı, Portekizli ya da İspanyol… onların altınları da güzel güzel ışıldıyor. Bildiğin gibi hattın gerisinde barış yok.” Sir Francis öfkeyle kükredi. “Akbaba adı sana çok uyuyor! Sende de o leş yiyen kuşun açlığı var.” Ama aslında Cumbrae’nin söylediği doğruydu. Hattın ötesinde barış yoktu. Yüz elli yıl önce, yani 25 Eylül 1493’te Papalık Bülteni Inter Caetera yayınlanmıştı. Buna göre Papa VI. Alexander dünyayı İspanyollarla Portekizliler arasında bölüştürmek için Atlas Okyanusu’nun ortasına kuzeyden güneye bir çizgi çekmişti. Bu işe katılmayan ve hasetle öfke duyan kaç Hıristiyan ülkesi bu emre uyacaktı? Aynı anda başka bir doktrin daha doğmuştu: “Hattın ötesinde barış yoktur.” Bu hem resmi, hem de bağımsız korsanların parolası halini almıştı. Denizcilerin kafasında bu sözlerin anlamı genişlemiş ve okyanusların keşfedilmemiş bölgelerini de içine almıştı. Kuzey kıtasının sularında korsanlık, yağma ve cinayet hattın ötesinde olduğu zaman hoş görülüyor, hatta alkışlanıyordu. Oysa daha önce Hıristiyan Avrupa’nın filoları hep birarada suçluyu arayıp yakalar ve onu kendi gemisinde serenin tepesine asardı. Papalık emrinden sonra tacize uğrayan her hükümdar resmi izin belgeleri imzalayarak, ticaret gemilerini bir anda korsan teknelerine dönüştürdüler. Sonra bu savaş gemilerini sınırları genişleyen dünyanın yeni keşfedilen okyanuslarına yağmaya yolladılar. Sir Francis Courteney’in belgesini Majeste Kral II. Charles adına İngiltere Lordlar Kamarası Başkanı ve Adalet Bakanı Clarendon Kontu Edward Hyde imzalamıştı. Buna göre Sir Francis’in İngiltere’nin savaşta olduğu Hollanda Cumhuriyeti gemilerini avlama izni vardı. Sir Francis birbirine iyice yakın olan iki geminin arasındaki açıklığın üzerinden, “Yerini terk ettiğin takdirde, ödülden pay alma hakkından da vazgeçmiş sayılırsın!” diye seslendi. Ama Akbaba dümencisine emir vermek için dönmüştü. Sonra da hazır bekleyen gaydacısına bağırdı. “Sir Francis’in bizi hatırlaması için bir parça çal!” Dokunaklı “Adalara Elveda” şarkısı suyun üzerinden Lady Edwina ‘ya ulaşırken Akbaba’nın tayfaları maymunlar gibi halatlara tırmandılar ve camadanları gevşettiler. Martı’nın üst arması şişti. Üst yelkeni top sesine benzeyen bir gürültüyle rüzgârla doldu. Gemi güneybatı rüzgârına doğru adeta hevesle yattı. Mavi iri bir dalgayı yararak parçaladı. Martı hızla uzaklaşırken Akbaba tekrar küpeşteye döndü. Gaydalardan yükselen müzik ve rüzgârın iniltisi arasında sesini yükseltti. “Saygıdeğer kardeşim şövalye, İsa’mızın barışı seni korusun.” Ama bu sözler Akbaba’nın ağzından çıkarken sanki sövgüye dönüştü. Mezhebin, uçları pençeye benzeyen kırmızı haçını taşıyan pelerini geniş omuzlarından geriye doğru şişip dalgalanan Sir Francis, İskoçyalının arkasından baktı. Tayfaların alaylı bağrışmaları ve kaba şakaları yavaş yavaş sona erdi. Gemiciler zaten az olan güçlerinin bir anda yarıdan bile azaldığını kavrarlarken gemiye yeni, sıkıntılı bir hava hakim oldu. Hollandalıların güçleri ne olursa olsun, onlarla yalnız karşılaşacaklardı. Lady Edwina’nın güvertesine ve donanımına doluşmuş olan tayfalar sessizleşmişlerdi. Birbirlerine bakamıyorlardı. Sonra Sir Francis başını arkaya atarak güldü. “Böylece paylarımız daha büyük olacak!” diye haykırdı. Gemiciler de onun kahkahalarına katıldılar. Pupanın altındaki kamarasına giderken ona, “Yaşa!” diye bağırdılar. Hal yarım saat daha direğin tepesinde kaldı. Tayfaların neşesinin ne kadar süreceğini düşünüyordu. Çünkü artık onlara günde sadece iki defa bir maşrapa su veriliyordu. Aslında kara ve tatlı sulu nehirler yarım günlük yoldan bile ötede değildi. Ama Sir Francis fıçıların doldurulması için bir tek filikayı bile göndermeye çekiniyordu. Hollandalılar her an gelebilirlerdi. Sir Francis’in o zaman her adamına ihtiyacı olacaktı. Sonunda nöbeti Hal’dan devralmak için bir tayfa yukarı tırmandı. Delikanlının yanına, branda bezinden gözetleme yerine süzülürken, “Görülecek ne var, evlat?” diye sordu. Pek bir şey yok. Hal ufuktaki iki filikanın küçücük yelkenlerini işaret etti. “Hiçbirinde işaret yok. Kırmızı bayrak çekip çekmediklerine dikkat et. Bu, avın gözüktüğü anlamına geliyor.” Gemici, “Neredeyse bana yellenmeyi de öğreteceksin,” diye homurdandı. Ama delikanlıya babacan bir tavırla gülümsüyordu. Gemide herkes çocuğu severdi. Hal da denizciye gülümsedi. “Bu doğru. Ama sana ders vermek hiç gerekli değil, Simon Usta. Sen tuvaletteyken gelen sesleri duydum. Teknedeki her tahtayı kıracaktın. Doğrusu, bir Hollanda gemisinin borda ateşini tercih ederim.” Simon gürültülü bir kahkaha attı. Sonra da Hal’ın omzuna yumruğuyla vurdu. “Sana bir albatros gibi uçmasını öğretmeden hemen aşağı in, evlat.” Hal çarmıhlardan aşağı inmeye başladı. Önce hareketleri tutuktu, çünkü o uzun nöbet sırasında kasları soğuk yüzünden sertleşmişti. Sonra ısındı ve çevikçe aşağıya indi. Tulumbanın başında çalışan ya da rüzgârın yırttığı yelkenleri tamir eden gemicilerden bazıları durup ona baktılar. Hal kendisinden üç yaş büyük bir delikanlı gibi güçlü kuvvetli ve geniş omuzluydu. Bacakları da uzundu, şimdiden babasıyla aynı boydaydı. Ama yine de cildi çocukluğundaki gibi taze ve düzgün, yüzü neşe doluydu. Ensesinde deri bir şeritle bağladığı saçları kepinin altından çıkmıştı, sabahın ilk ışıklarında mavimsi siyah ışıltılarla parlıyordu. Bu yaşta güzelliğinde hemen hemen kadınımsı bir şeyler vardı hâlâ. Tayfalar dört aydan beri denizdeydiler, altı aydan beri de kadın görmemişlerdi. Bu nedenle içlerinden sapık eğilimleri olanlar çocuğu ilgiyle seyrediyorlardı. Hal mayistra serenine erişmişti. Bu yüzden güvenli olan direkten uzaklaştı. Ana güverteden ve suları yaran pruvadan on iki metre yukarıda mayistra sereninin üzerinde çabucak koştu. Bir akrobat kadar dengeliydi. Şimdi bütün gemiciler ona bakıyorlardı. Gemidekilerin pek azı bunu yapabilirdi. Ned Tyler, “Bunu yapmak için ahmak ve genç olmak gerekir,” diye söylendi. Ama dümene dayanarak yukarı bakarken bir yandan da sevgiyle başını sallıyordu. “Bari babası küçük budalayı bu oyunu oynarken yakalamasa.” Hal mayistra sereninin ucuna erişerek hiç duraklamadan prasyaya geçti ve aşağıya doğru kaydı. Güverteyle arasında üç metre kalınca da çevik bir hareketle yere atladı. Fırçalanarak temizlenmiş beyaz tahtalara atlarken çıplak ayaklarının fazla acımaması için dizlerini bükmüştü. Zıplayıp kıça doğru döndü ve bir insanınkine benzemeyen çığlığı duyarak dondu kaldı. İlkel bir haykırıştı bu. Büyük bir yırtıcı hayvanın tehdit dolu meydan okuması. Hal bir an öylece kalakaldı. Sonra uzun boylu biri üzerine saldırırken sezgilerine uyarak döndü. Havayı yaran kılıcı görmeden onun çıkardığı tiz sesi duydu ve hemen eğildi. Gümüşümsü çelik, başının üzerinden geçti. Saldırgan tekrar gürledi. Kükreyişi öfke doluydu. Delikanlı rakibinin suratını gördü. Parlıyordu bu kara surat. Adamın mağaraya benzeyen ağzındaki kare biçimi kocaman dişleri bembeyaz, bağırırken bir leoparınki gibi bükülmüş dili pespembeydi. Gümüş kılıç havada kavis çizerek inerken Hal dans eder gibi bir hareketle sallandı. Kılıcın ucu deri yeleğin omzunu çizerken Hal’ın kolu çekiştiriliyormuş gibi oldu. Gözlerini saldırgandan ayırmadan arkasında duran dümenciye, “Ned!” diye bağırdı. “Bir kılıç!” Zencinin gözleri obsidyen taşı gibi simsiyahtı. İrisleri öfkesinden bulanıklaşmış, akları kan çanağına dönmüştü. Zenci çılgın gibi tekrar saldırırken Hal yana sıçradı ve darbenin yarattığı rüzgârı yanağında hissetti. Arkasında porsunun denizci kılıcını kınından çektiğini işitti. Kılıç güvertede ona doğru kaydı. Hal çevik bir hareketle eğilip kılıcı kaptı. Gardım alarak kılıcın ucunu hasmının gözlerine doğru çevirirken kabzayı doğal bir biçimde kavradı. Hal’ın kılıçla tehdidi uzun boylu adamı saldırmaktan vazgeçirdi. Delikanlı kemerinden yirmi beş santim boyundaki kamayı çekerek sivri ucunu da siyah tayfaya doğru çevirdi. Zencinin gözlerindeki çılgınca bakışın yerini soğuk bir ifade aldı; çocuğu bakışlarıyla tarttı. İki hasım ana direğin aşağısındaki açık güvertede birbirlerinin etrafında döndüler. Bir açık yakalamaya çalışırken kılıçlarını sallayarak birbirlerine hafifçe vurdular. Güvertedeki tayfalar işlerini bir yana bıraktılar. Tulumbaların başındakiler bile. Koşarak ikisinin etrafında bir daire oluşturdular. Sanki horoz dövüşü seyrediyorlardı. Kanların fışkıracağı beklentisiyle gözleri parlıyordu. Her saldırı ve savunmada homurdanıp alayla bağırıyor, tuttukları kavgacıyı teşvik ediyorlardı. “ Onun kara hayalarını kes, genç Hal!” “Yavru horozun kuyruk tüylerini yol, Aboli!” Aboli, Hal’dan on iki santim daha uzundu. İnce, çevik vücudunda hiç yağ yoktu. Afrika’nın doğu kıyısından, köle tüccarlarının çok değer verdikleri savaşçı bir kabiledendi. Aboli’nin kafasındaki her saç dikkatle alınmıştı. Başı cilalı siyah mermer gibi parlıyor, yanaklarını geleneksel dövmeler süslüyordu. Helezonlar çizen kabarık yara izleri görünüşünü korkunçlaştırmaktaydı. Uzun kaslı bacaklarının üzerinde kendine özgü bir zarafetle hareket ediyor, belinden yukarısını kara bir kobra gibi dalgalandırıyordu. Aboli sadece branda bezinden yapılmış yırtık pırtık bir etek giymişti. Göğsü çıplaktı. Gövdesiyle kollarının üst kısmındaki kaslar sanki bağımsız hareket ediyor, yağlıymışçasına parlayan derisinin altında sürünen ve çöreklenen yılanlara benziyordu. Aboli birdenbire saldırdı. Hal çaresizce bir çabayla kılıcı döndürdü. Ama zenci aynı anda yön değiştirip kılıcı tekrar çocuğun kafasına doğru salladı. Bu darbe öylesine güçlüydü ki, delikanlı buna sadece kılıçla karşı koyamayacağını anladı. Kılıçla kamayı havaya kaldırarak çaprazlamasına tuttu ve zencinin kılıcını başının yukarısında karşıladı. Çelik çeliğe çarparak şangırdadı. Kalabalık savunmadaki bu ustalık ve zarafet karşısında ulur gibi bağırdı. Ama Hal saldırının şiddetiyle bir adım geriledi. Aboli onu sıkıştırırken bir adım daha, sonra bir adım daha. Zenci çocuğa aman vermiyor, daha uzun boyunu ve üstün gücünü delikanlının doğal yeteneğine karşı kullanıyordu. Hal’ın yüzünden çaresizlik okunuyor, şimdi daha kolaylıkla geriliyordu. Hareketleri düzgün değildi; yorulmuştu ve korku yüzünden çabuk karşılık veremiyordu. Zalim seyirciler onun aleyhine dönerek, kan dökülmesi için bağırmaya, acımasız hasmını desteklemeye başladılar. “ Onun güzel suratını yar, Aboli!” “ Bize onun bağırsaklarını göster!” Hal’ın yanakları yağlı bir terle parlıyordu. Aboli’nin hamlesiyle direğe dayanıp kalırken yüzü buruştu. Birdenbire küçük bir çocuğa dönüştü, neredeyse ağlayacaktı. Dudakları yorgunluk ve korkuyla titriyordu. Artık karşı saldırıya geçemiyor, sadece kendini savunmaya çalışıyordu. Çocuk canını kurtarmak için savaşmaktaydı. Aboli yeniden amansızca saldırıya geçti. Kılıcı Hal’ın gövdesine doğru sallarken yön değiştirdi ve onun bacaklarını kesmeye çalıştı. Çocuğun gücü tükenmek üzereydi. Ancak darbeleri savuşturmayı başarabiliyordu. Sonra Aboli saldırı yönünü tekrar değiştirdi. Kılıcı çocuğun sol kalçasının aşağısına doğru sallarken onu fazla uzanmaya zorladı. Sonra ağırlığını diğer tarafa verdi, uzun sağ kolunu kaldırarak atıldı. Işıltılı kılıç Hal’ın savunmasını aştı. Seyirciler çok istedikleri kanı görünce kükrediler. Hal yalpalayarak direkten yanlamasına uzaklaştı. Güneşte soluk soluğa durdu. Kanlar ağır ağır yeleğine damlıyordu. Ama derisi sadece sıyrılmış, yara bir cerrahın ustalığıyla açılmıştı. Aboli, “Bir kadın gibi dövüşürsen, her seferinde seni yaralayacağım,” diye çocuğu azarladı. Hal olanlara inanamıyormuş gibi bitkince sol elini kaldırdı. Kama hâlâ elindeydi. Yumruğunun tersiyle çenesinden akan kanı sildi. Kulak memesinin ucu yarılmıştı. Ama akan kanlar nedeniyle yara çok daha ciddiymiş gibi gözüküyordu. Seyirciler alay ve keyifle böğürdüler. Filika serdümenlerinden biri, “Şuraya bakın hele,” diye bağırdı. “Bu çocuğun kanı cesaretinden çok fazla.” Bu alay üzerine delikanlı birdenbire değişti. Kamayı indirerek gardını aldı ve kılıcı ileri doğru uzattı. Çenesinden damlayan kanlara aldırmıyordu artık. Yüzü ifadesizleşmiş, bir heykelinkini andırıyordu. Dudakları gerilmiş, bembeyaz kesilmişti. Gırtlağından hafif bir homurtu yükselirken zenciye saldırdı. Öyle hızlı hareket etti ki, gafil avlanan Aboli geriledi. Kılıçlar birbirine kilitlendiği zaman çocuğun kolundaki yeni gücü hissetti ve gözleri kısıldı. Sonra Hal tuzaktan kurtulan bir yaban kedisi gibi zenciye saldırdı. Can acısı ve öfke çocuğun ayaklarına kanat takmıştı sanki. Bakışları acımasızdı. Dişlerini sıktığı için yüz kasları gerilmişti. Bir maskeye dönüşen suratında o çocuksu ifade yoktu artık. Ama Hal’ın öfkesi mantık ve kurnazlığını elinden almamıştı. Güvertede yüzlerce saat ve gün çalışırken öğrendikleri birdenbire biraraya geldi. Seyirciler gözlerinin önünde gerçekleşen bu mucize karşısında ulur gibi sesler çıkardılar. Sanki o anda çocuk bir erkek olmuştu. Boyu uzamış gibiydi. Şimdi kara hasmıyla çene çeneye, göz göze duruyordu. Aboli çocuğun saldırısına karşı koyarken, bu iş fazla süremez, diye düşündü. Gücü kesilir. Ama karşısında yeni biri vardı. Ve zenci onu henüz tanımıyordu. Aboli saldırıya karşı koyarken geriledi. Kendi kendine, yakında yorulur, derken gözlerinin önünde dans eden iki kılıç doğaüstü güçlermiş gibi gözüktü. Bunlar bir zamanlar vatanı olan karanlık ormanlardaki, insanı korkutan hayaletlere benziyordu. Aboli delikanlının rengi uçmuş yüzüne ve alev saçan gözlerine baktı. Onları tanıyamadı ve batıl inanca benzeyen bir huşu duydu. Bu yüzden sağ kolu yavaşladı. Karşısındaki bir iblisti. Onda da iblislerin o anormal gücü vardı. Aboli hayatının tehlikede olduğunu anladı. Kılıç zencinin savunmasını bir güneş ışını gibi yardı ve hızla adamın göğsüne doğru geldi. Aboli belinden yukarısını yana doğru çevirdi. Ama kılıç havaya kaldırdığı sol kolunun altını yardı. Aboli can acısı duymadı. Sadece kılıcın ustura kadar keskin yanının kaburgalarına süründüğünü ve sıcakkanın aktığını hissetti. Hal’ın sol elindeki kamaya da aldırmadı. Oysa delikanlı her iki elini de aynı derecede ustalıkla kullanıyordu. Aboli göz ucuyla daha kısa ve sert silahın hızla kalbine doğru geldiğini gördü, ondan kurtulmak için kendini geriye doğru attı. Topuğu kangal yapılmış seren prasyasının ucuna takıldı ve yere yuvarlandı. Kılıcı tuttuğu eli bükülerek dirseğini borda tirizine çarptı. Kolu parmak uçlarına kadar felce uğradı. Kılıç elinden uçtu. Arka üstü yatan Aboli çaresizce yukarıya baktı. Ve o korkutucu yeşil gözlerden bakan ölümü gördü. Son on yıl özel olarak ilgilendiği, koruması altındaki çocuğun suratı değildi bu. O uzun on yıl boyunca üzerine titrediği, sevdiği ve eğittiği çocuk yoktu artık. Onun yerini kendini öldürmeye hazırlayan bir erkek almıştı. Kılıcın parlak ucu aşağıya doğru indi. Hal, Aboli’nin boğazına nişan almış ve genç vücudunun tüm gücünü bu işe vermişti. Henry! Otoriter, sert bir ses güvertede yankılanarak, kan görmekten çılgına dönmüş olan güruhun gürültüsünü yardı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir