Albard kimse tarafından keşfedilmeden, yıkıntıların arasında üç gün üç gece yattı. Yarı uyur vaziyette, hayaller gördü; kıpırdayamayacak, seslenemeyecek kadar güçsüzdü. Güneşin, sonra yıldızların üzerinden geçtiğini gördü. Üşüdü, çok üşüdü. O koca gövdesi açlıktan bir deri bir kemik kaldı. Ölmek üzere olduğunu, kurtulmak için yapabileceği bir şey kalmadığını biliyordu; istemiyordu da. Sadece bu kadar uzun sürmesi onu şaşırtıyordu; en sonunda bir tür yaşamak olan ölümün sona erdiği o gizemli anda olacaklar biraz korkutuyordu onu. Zihnini toparlayıp tüm Ozanların yaşamlarının sonunda, ruhlarını serbest bırakmak için söyledikleri şarkıyı söylemeye hazırlandı. Ozanların çoğu şarkısından farklı olarak bu şarkının sözleri vardı. Albard dudaklarını oynatmıyor, ses çıkarmıyordu. Ama içinden şarkısını söylemeye başlamıştı: Yaşama sevincim, bırak beni gideyim Kalan günlerim, bırak beni gideyim Yüreğim, bırak beni gideyim Bırak gideyim uzaklara… Kendi sesi ona tatlı ve huzur dolu gelmişti, yakında uyuyacağım diye düşündü. Acısı dinmiş, etrafını çevreleyen yıkıntılar halindeki kent sessizleşmişti. Günün hangi saati, yılın hangi zamanı olduğunu bilmiyordu artık. Onun için yaşamının sona erme zamanıydı. Yaşama sevincim, bırak beni gideyim Kalan günlerim, bırak beni gideyim Yüreğim, bırak beni gideyim Bırak gideyim uzaklara… Şarkı, yavaş yavaş yok olan zihninde gittikçe belirsizleşirken yeni bir ses duydu: yaklaşan ayak sesleri. Seslere bakılırsa bu görünmeyen misafir sıçrayıp duruyor gibiydi. Albard ölümün sis perdesinin ardından kendi kendine konuşan, tiz, cıvıldayan bir ses duydu. “Sıçra, Jumper!” dedi ses. Beni rahat bırak, dedi Albard içinden. Bırak öleyim. Yararı yoktu. Yeni gelen onu duymuyordu, duysa da kulak asmazdı zaten. Yaklaşıyordu. Albard’ı bulmak üzereydi. “Buralarda bir yerlerde, ben de buradayım, bu yüzden onun buradalığı benim buradalığımla buluştuğunda onu bulacağım. Sıçra Jumper!” Hayır! diye bağırdı Albard sonu gelmek üzere olan zihninin derinliklerinden. Lütfen o olmasın! Neşeli olan olmasın! Haydi, ölüm, haydi! Çabuk gel! Artık çok geçti. Bedeni soğumuş, gözleri kapanmış olsa da içindeki yaşam inatla onu bırakmıyordu: böylece kendisine Jumper diyen onu buldu ve sevinçle haykırdı. “Ne mutlu bir gün! Albard! Sevgili dostum, seni buldum!” Git başımdan! “Hiç iyi görünmüyorsun.” Ölmek üzereyim, şapşal. “Takma kafana! Seni hemen ayağa kaldırıp keyfini yerine getiririz.” Umarım boğulursun, yağ tulumu. “Hah şöyle! Yapabileceğini biliyorsun! Buz kesmişsin. Aman aman! Ovalım-ovuşturalım! Seni bir güzel ısıtalım.” Ufaklık, ölmek üzere olan adamın açlıktan bir deri bir kemik kalmış vücudunun üzerine uzanıp buz kesmiş uzuvlarını ovuşturarak ısıttı. Albard içindeki küçük yaşam kıvılcımının tutuşup alev aldığını hissetti. Gözlerini açtı. “Selam yabancı!” dedi Jumper yüzü sevinçle parlayarak. “Bu harika dünyaya tekrar hoş geldin!” Albard konuşmadı. İri, gri gözlerinden öfke ve küçümseme okunuyordu. “Teşekkür etmene gerek yok,” dedi Jumper. “İnsanları mutlu etmek bana yetiyor.” Ne şapşal bir yağ tulumu, diye düşündü Albard, Jumper kollarını ve bacaklarını ovuştururken. Hislerinin geri dönmesiyle ilk acı verici heyecanı duyumsadı. Ne tür bir yaratık ki bu? Erkek mi, kadın mı? Yoksa yeni bir isim vermek gereken bambaşka bir şey mi? Yağ tulumu’nda karar kıldı. Aptal, sırıtık bir yağ tulumu. Normalden daha ufak, kısa bacaklı ve toparlak olsa da yaratığın insan olduğuna kuşku yoktu. Standart sayıda kol, bacak, göz ve kulağı; top gibi yusyuvarlak kafasının üzerinde saçları vardı. Saçları açık mı koyu muydu? Kısa mı uzun muydu? Tuhaf olan, her an neşeli sesi dışında Jumper’ın hiçbir yerinin sabit kalmayışıydı. Bazen, ufak tefek orta yaşlı bir adamı, bazen on yaşında bir kız çocuğunu andırıyordu. Yalnızca hoplayıp zıplayarak yürüdüğü için değil, hiç yerinde duramadığı için de ona Jumper diyorlardı. Hiçbir yeri durmuyor; her an değişerek başka bir şeye dönüşüyordu. Jumper’a kim ya da ne olduğunu sormanın da bir yararı yoktu çünkü karşısındakini memnun etme hevesiyle gülümseyerek bu soruyu; “Ne olmamı istersin?” diye yanıtlıyordu. Çocuklar için onları şımartan bir dede, kadınlar için oyuncu bir çocuk, erkekler içinse içten bir dosttu. Şimdi ise Albard’ın kurtarıcısı, hizmetçisi ve hemşiresiydi. Yıkıntıların arasında ona yiyecek ve içecek aradı, soğuk gecelerde bedenine sokulup uyuyarak, sıcaklığıyla onu ısıttı. Şikâyet etmek zordu. Her şeyden önce Jumper çok iyi huyluydu. Amansızca ve önüne geçilmez bir şekilde iyi huyluydu. Albard gücünü topladıkça yattığı yerden ona kırıcı sözler söylüyor, ama asla onu gücendirmeyi başaramıyordu. “İnan bana Jumper, anlamsız iyimserliğini bir gün daha çekmektense ölmeyi tercih ederim.” “Karamsar olmamı mı tercih edersin? İstersen karamsar da olabilirim.” Başını eğip dudaklarını sarkıttı ve içini çekip ayaklarını sürüyerek ortalıkta dolaşmaya başladı. “Üzgün ve yalnız, üzgün ve yalnız.” “Kısa ve çirkin,” dedi Albard. “Üzgün ve yalnız, kısa ve çirkin,” diye tekrarladı Jumper. “Kalın kafalı ve şişko.” “Üzgün ve yalnız, kısa ve çirkin, kalın kafalı ve şişko,” dedi Jumper göğsünü yumruklayarak. Ama sonra yüzünde kocaman bir gülümsemeyle başını kaldırıp, “Hoşuna gitti mi? Becerebildim mi?” diyerek her şeyi bozdu. Albard istemeye istemeye, kendini ona adayan Jumper’ın bakımı sayesinde iyileşti. “Sağ ol Jumper,” dedi aksi bir sesle. “Hiçbir amacı ve mutluluk olasılığı kalmayan hayatım, sayende biraz daha sürecek.” “Yo, hayır,” dedi Jumper. “Çok yanılıyorsun. Hayatının bir amacı var. Çocuğu yetiştireceksin.” “Ne çocuğu?” Ama, Albard hangi çocuk olduğunu gayet iyi biliyordu. Önemli olan tek çocuk vardı: kendisinden sonra imparator olacak olan. Elbette öğrenmesi gereken şeyler vardı. Nefret ettiği ve sevdiği, düşmanı, rakibi, bütün gücünü elinden alan, vârisi ve halefi olan çocuk. Albard gençliğini ve onu bekleyen geleceği kıskanıyordu. Kendisini yendiği için ondan nefret ediyordu. Onu çocuğu gibi seviyor, onunla gurur duyuyordu. Onu yeniden görmek için can atıyor, ölmeden önce bir kez olsun kollarına almak istiyordu. Karmaşık, yoğun duygular içindeydi; hepsi ona çocuktan söz eden bu yağ tulumunun yüzündendi. Görünüşe bakılırsa, tüm bunlardan habersiz olan Jumper cevap verdi: “Adı Bowman Hath.” “Bu çocuğu ne için yetiştirmem gerekiyormuş?” “Yeni görevlerini yerine getirebilmesi için.” “Peki bunu niçin yapacakmışım?” “Çünkü,” dedi Jumper yüzü sevinçle aydınlanarak, “çünkü aramızda en iyi sensin.” “En iyi benim öyle mi?” Albard Siren’de söylenenleri biliyordu. Onun, aynı zamanda en iyi ve en kötü olduğunu söylüyorlardı. Hem peygamberi alnından öpen Ozanların en büyüğü, en güçlüsü hem de aralarında ona ihanet etmiş tek Ozan’dı. “Evet, öyleyim. Ne olmuş yani?” “O yüzden çocuğu yetiştireceksin. Sonunda her şeyin nasıl yoluna girdiğini göreceksin.” “Sonunda hepimiz öleceğiz.” “Orası öyle, ne büyük bir şeref!” Albard iç geçirerek vazgeçti. Böylesine inatçı bir memnuniyeti bozmak imkânsızdı. “Neredeymiş bu çocuk?” “Halkıyla birlikte dağlara doğru gidiyor. Acele etmeliyiz. Yola çıkalı epey zaman oldu; rüzgâr şiddetleniyor.” “Rüzgâr şiddetleniyor, öyle mi? Her şey sona erdiğinde sen de orada olacak mısın küçük Jumper? Rüzgârı arkana alıp ateş şarkısını söyleyecek misin?” “Evet! Elbette orada olacağım! Ateş rüzgârını göreceğimiz için çok şanslı bir nesil sayılırız!” “Beni sayma. Ben seçimimi uzun zaman önce yaptım. Göreceğimi gördüm, şimdi her şey bitti.” Etrafına, bir zamanlar dünyanın en güzel kentinin yanmış yıkıntılarına baktı. Bunu hak etmiyorlardı. Onlara her şeyin en mükemmelini verdim ama onlar bundan korktular. Kargaşayı seviyorlardı. İstediklerini aldılar. “Seni Siren mi gönderdi yağ tulumu?” “Elbette.” “Siren benden nefret ediyor. Ölmemi istiyor.” “Hiç de değil. Hepimiz gibi sen de üzerine düşeni yaptın.” “Üzerime düşeni mi yaptım?!” Albard büyük bir kahkaha patlattı. İşte bu çok komikti! Asi, hain, isyankâr Albard, Siren’in planları için üzerine düşeni yapmış! Hayır o, kuralları yıkmış, otoriteye meydan okumuş, herkesten ayrılıp yalnızca kendisinin hakim olduğu bir dünya kurmuştu. Ozanlar hiçbir zaman dünyada güç sahibi olmaya çalışmamıştı. Yalnızca en iyileri Albard, bu en önemli kuralı yıkmıştı. “Siren’in planlarında rol falan oynamadım küçük Jumper. Bana ‘kayıp’ diyorlar. Ben Siren’in başarısızlığıyım.” Sesi gururluydu. Kenti yıkıldığına göre, ölmesine izin verilmediğine göre başka neyi kalmıştı ki? “Gitmeliyiz,” dedi Jumper. “Yeterince güçlü müsün?” “Gittikçe güçleniyorum. Ama eskisi gibi değilim. Sen beni eskiden görecektin! İnanılmazdım! Şimdi derilerim sarktı, yürürken sallanıyor. Ah ölümlü dünya!” “Ama güçlerinin geri döndüğünü hissediyorsun.” “Evet, biraz.” Etrafına bakındı. Yerde, ölmek için sürünerek girdiği çukurun yanında kısa bir kılıç duruyordu. Emirlerini yerine getirirken düşüp ölen, üzeri toz toprak ve taşla kaplı zavallı bir aptalın elinden düşmüştü. Albard zihnini kılıcın kabzasına yoğunlaştırdı ve büyük bir çaba sonucunda yıkıntının altında biraz oynatmayı başardı. Daha fazlasına gücü yetmemişti. İç çekerek eğilip taşları itti ve bir eliyle kılıcı yerden aldı. Jumper gülümseyerek takdirini belli etti. “İşte! İyi bir başlangıç, değil mi?” “Bununla boğazını kesersem iyi bir son da olabilir.” “Yok canım öyle şey yapmazsın. Hem ölürsem işine yaramam.” “Zaten işime yaramıyorsun Jumper! İstediğim şeyleri bana veremezsin. İhtiyacım olan şeyleri yapamazsın.” Kılıcı yünlü giysisinin kemeri olan ipe geçirip kocaman gaga burnunu kuzeye çevirdi. “Şu çocuğu bulup, yoluna koyulmasına yardım edelim de başlamış olan şey tamamlansın. Siren öyle istediği için değil, ben istediğim için. Siren beni kontrol edemez. Canım ne istiyorsa onu yaparım.” Albard gölün üzerindeki köprüye dönmüş kuzeydeki tepelere bakıyordu, bu yüzden Jumper’ın toparlak, budala yüzünde bir an için beliren ifadeyi görmedi. Yüzünde, itaat etmekten başka şansı olmadığını bildiği inatçı çocuğuna son sözü söyleme iznini veren bir ebeveynin hoşgörülü gülümsemesi vardı. “İstediğin gibi olsun,” dedi tuhaf, genç-yaşlı yaratık, arkasından zıplayarak. “Sıçra, Jumper!” 1 Sakız Ağacından Görünen Manzara Yorgun yolcular çok yavaş ilerliyordu. Arazi yükseliyor, hava soğuyordu. Ağır yüklü arabayı çeken atlar başlarını eğmiş, yavaş ama sabit bir hızda yürüseler de herkes her geçen gün biraz daha zayıf düştüklerini görebiliyordu. Sürücü Seldom Erth, yüklerini hafifletmek için şimdi yanlarından yürüyordu. Altmışının üzerindeydi ve en yaşlılarıydı, ama yol boyunca tekerlekler için büyük taşlara ve derin çukurlara dikkat ederek, gençler kadar kararlı adımlarla yürüyordu. Asıl zorlananlar çocuklardı. Miller Marish’in küçük kızı Jet altı yaşındaydı. Seldom Erth, küçük bacaklarını dinlendirsin diye zaman zaman onu arabaya atıp kedinin yanına, arkadaki çadır bezlerinin üzerine oturtuyordu. Her yaştan otuz iki kişiydiler, yanları sıra giden iki yük atı, beş inek ve bir kedi vardı. Grubun lideri Hanno Hath birbirlerinden ayrılmamaları gerektiğini söylemişti, bu yüzden en yavaş üyelerinin hızına ayak uyduruyorlardı. Tehlikeli zamanlardı. Haydutların yolculara pusu kurduğu söylentileri dolaşıyordu. Keskin gözlü genç erkekler, güçlükle ilerleyen grubu kollamak için kılıçları hazır, önden yürüseler de Hanno tecrübesiz olduklarının ve az bir yiyecekle günlerdir yürüdüklerinin farkındaydı. Gözlerini ufka dikmiş bakarken aklından geçen tek korku haydutlar değildi; kış yaklaşıyordu. Arabada yiyecekleri ve yakacak odunları vardı ama miktarı her geçen gün azalıyordu ve soğuk, kıraç topraklardan geçiyorlardı. “İnancını yitirme Hannoka!” dedi yanında yürüyen karısı Ira. Sırtında taşıdığı yükün ağırlığını bildiğinden, sanki hem karısı hem de annesiymiş gibi onu rahatlatmak için çocukluk ismini kullanmıştı. “İnancını yitirme Hannoka!” “Çocuklar için endişeleniyorum. Daha ne kadar devam edebilirler?” “Yorulurlarsa onları taşırız.” “Ya sen?” “Sizi yavaşlatıyor muyum?” “Hayır. İyi yürüyorsun. Hâlâ hissediyor musun?” “Hâlâ yüzümde sıcaklığını hissediyorum.” Ira kabul etmek istemese de Hanno her geçen gün onun biraz daha güçsüz düştüğünü ve adımlarının yavaşladığını görüyordu. Geride kalmaması için grubun yürüyüş hızını düşürüyor ve bunu sanki çocuklar için yapıyormuş gibi davranıyordu. Gittikçe zayıfladığını ve sessizleştiğini görmekten nefret ediyordu. Her zaman gürültücü, birden parlayıp çabuk öfkelenen bir kadın olmuştu. Şimdiyse sessizdi. Enerjisini uzun yürüyüşe saklıyordu. İnancını yitirme Hannoka! Onu çok iyi anlıyordu. Anayurda varacaklarına, bir gün sonsuza dek güvende olacaklarına inanmasını söylüyordu. Ama orada onunla birlikte olacağını söylemiyordu. Bu karanlık düşünceyi uzaklaştırmak için kafasını hızla, öfkeyle salladı. Bunu düşünmenin bir faydası yoktu. Halkını bu soğuk topraklardan uzaklara, dağlara doğru götürürken şimdi özenle ve sebatla çalışmasına ihtiyaç vardı. On beş yaşındaki oğlu Bowman, arkadaşı Mumpo’yla birlikte en önden yürüyordu. Vakit öğlene geliyordu ve yakında yorulan bacaklarını dinlendirmek, gittikçe azalan yiyeceklerinden yemek için mola verileceğini biliyorlardı. Bowman keskin gözlerini yakına, önlerindeki tepeye dikmişti. Düzensiz bir şekilde yayılmış birkaç ağaç seçebiliyordu. “Ağaçlar var!” “Çok değil.” “Yemiş ya da meyve olabilir. Yakacak odun.” Bu kayalık arazide o kadar az şey yetişiyordu ki tek tük birkaç ağaç bile umut ışığı yakıyordu. Adımlarını hızlandırıp arkalarındakilerle arayı açtılar. “Oradan dağları da görebiliriz,” dedi Mumpo. “Olabilir.” Diğerlerinin onları duyamayacağı kadar uzaklaşmışlardı; yamaçtan yukarı tırmanırken Mumpo bütün gündür söylemeyi planladığı şey için bunu fırsat bildi. “Prensesle konuştum. Seni sordu.” “O artık prenses değil.” “Ondan kaçtığını düşünüyor. Nedenini anlayamıyor.” “Ondan kaçmıyorum.” “Kaçıyorsun. Herkes görüyor.” “Herkes kendi işine baksın,” dedi Bowman öfkeyle. “Bu, onları niye ilgilendiriyor? Seni niye ilgilendiriyor?” “Hiç,” dedi Mumpo. “Bir daha söz etmem.” Sessizce yürüyüp ağaçlara vardılar. Taşlar ayaklarının altında çatırdıyordu. Bowman eğilip ağaçların altındaki toprağı kaplayan koyu-kahverengi kabuklardan birini yerden aldı. Kokladı: keskin, nahoş bir kokusu vardı. Hayal kırıklığıyla yere atıp, tepeye çıkmış olan Mumpo’yu izledi. “Dağları görebiliyor musun?” “Hayır,” dedi Mumpo. Bowman yorgunluğun üzerini ağır bir palto gibi sardığını hissetti. Mumpo’nun yanında durup kuzeye baktı ve kıraç toprakların aşağı doğru meyledip tekrar yükseldiğini gördü. Uzun zamandır ufukta bu dalgalanmalardan başka bir şey görünmüyordu. Uzaktaki kıyıları görmelerine izin vermeyen dev okyanus dalgaları aşıyor gibiydiler. Arkasına baktı. Her zamanki gibi yan yana yürüyen anne babasını gördü. Arkalarından ikili üçlü dağınık gruplar halinde yürüyen insanlar, Mumpo’nun prenses dediği kızla birlikte yürüyen kız kardeşi Kestrel; onların da ardından gıcırdayarak ilerleyen arabayla Creoth ve beş ineği geliyordu. İneklerin arkasından güçlükle yürüyen Bayan Chirish’le, el ele tutuşmuş sıra halinde yürüyen küçük çocukların arasındaki Pinto’yu seçebiliyordu. En arkadan küçük Scooch’la leylek bacaklı öğretmen Pillish ve arkayı kollayan Bek’le Rollo Shim geliyordu. Bowman Mumpo’nun sessizliğini fark ederek ona fazla sert çıktığını anladı. “Özür dilerim,” dedi. “Açıklaması gerçekten zor.” “Önemli değil.” “Sanırım sizden ayrılmam gerekecek. Hepinizden. Biri beni almaya gelecek, ben de gitmek zorunda kalacağım.” “Kim seni almaya gelecek?” “Kim olduğunu ve ne zaman geleceğini bilmiyorum. Yalnızca neden olduğunu biliyorum. Ateş rüzgârı denen, dünyadaki acımasızlığı ortadan kaldıracak bir dönem yaklaşıyor. Peygamberin çocuğu olduğum için ben de onun bir parçası olmak zorundayım.” Sözler ağzından çıkar çıkmaz Mumpo’nun bunlardan pek bir şey anlamayacağını hissetti. Başka şekilde açıklamaya çalıştı. “Bir yere ait olmama hissini bilir misin?” “Evet,” dedi Mumpo. Bu hissi çok iyi biliyordu. Bowman’ın bundan söz etmesi onu şaşırtmıştı. Bowman’ın ailesi, Kestrel’i vardı. “Sanırım sizi bırakıp bir daha dönmemek üzere gidebilmek için kendimi bir yere ait hissetmiyorum.” Mumpo üzüntüyle başını eğdi. “Kestrel de seninle mi gelecek?” “Sanmıyorum. Bilmiyorum. Buna beni almaya gelen karar verecek.” “Belki benim de sizinle geleceğimi söyler. Daha önceki gibi. Üç arkadaş.” “Hayır,” dedi Bowman. “Sana burada ihtiyaçları var. Onları koruyacağına söz ver. Annemi, babamı. Kız kardeşlerimi. Sevdiğim herkesi.” “Söz veriyorum Bo.” “Güçlüsün. Sana ihtiyaçları var.” Küçük çocuklar sırayı bozmuş, ağaçlara kadar birbirleriyle yarışıyordu. Mimilith’in büyük oğulları onların önündeydi. Bowman dur diyemeden Mo Mimilith yerdeki yemişlerden birini alıp ağzına attı. “Böö!” diye bağırıp tükürdü. “Böö! Acı!” “Dağları görüyor musunuz?” diye seslendi Hanno. “Hayır. Dağ yok.” Herkes hayal kırıklığıyla iç çekti. Hanno ağaçların arasında mola vereceklerini söyledi. Tepeye koşmaktan nefes nefese kalan Pinto yanına gelip Bowman’ın elini tuttu. “Daha ne kadar yolumuz kaldı dersin?” “Bilmiyorum,” dedi Bowman. “Yorulduğum için sormuyorum. Sadece merak ettim.” Yedi yaşındaki Pinto Bowman’ın her adımına karşılık iki adım atmak zorundaydı ama kendisine acınmasından nefret ediyordu. Kestrel de onlara katılıp Bowman’ı kenara çekti. Arkadaşı, bir zamanlar prenses olan genç kız Bowman’la göz göze gelip bakışlarını kaçırdı. Her zaman gururlu biri olmuştu. Şimdi hiçbir şeyi yoktu, güzelliği bile elinden alınmıştı ama hâlâ gururluydu. Dünyayı izleyen iri, parlak, kehribar rengi gözleri, hiçbir şey istemiyor, hiçbir şey beklemiyorum der gibiydi. Ama o izler! O iki yumuşak, leylak rengi yara, yanaklarından aşağı, dudaklarının kenarına kadar verevlemesine inen o iki çizgi Bowman’ın aklını başından alıyordu. Bir zamanlar tatlı bir güzelliği olan yüzünü tamamen değiştiriyordu. Yüzünü kesen adam, “Güzelliğin kalmadı!” demişti, ama onun yerine, daha sert, daha olgun ve olağanüstü, yeni bir güzellik gelmişti.
William Nicholson – Ates Sarkisi
PDF Kitap İndir |