William Nicholson – Ruzgar Calgisi

Yabancılar geldiği zaman Manth halkı hâlâ avcılık günlerinde yanlarında taşıdıkları alçak, hasır duvarlı barakalarda yaşıyorlardı. Kubbe şeklindeki barakalar gelecekte zenginliklerinin kaynağı olacak tuz madeninin etrafında kümelenmişti. Bu, tuz mağaralarının üzerinde bugün durmakta olan büyük şehri inşa etmelerinden çok önceydi. Sıcak bir yaz günü, bir grup yolcu çöldeki düzlüklerden çıkageldi ve şehrin yakınlarında kamp kurdu. Hem kadın hem de erkeklerinin saçları uzun ve dağınıktı, yavaş hareket ediyor, çok az konuşuyor, konuştuklarında da alçak sesle konuşuyorlardı. Manth halkıyla değiş tokuş yapıyor, ekmek, et ve tuz alıp karşılığında kendilerinin yaptığı gümüşten küçük süsler veriyorlardı. Sorun yaratmıyorlardı ama yakında oluşları her nedense rahatsız ediciydi. Kimdiler? Nereden gelmişlerdi? Nereye gidiyorlardı? Doğrudan sorulan bu sorulara yalnızca gülümseyerek, omuz silkerek ya da kafa sallayarak yanıt veriyorlardı. Yabancılar işe koyulup bir kule inşa etmeye başladılar. Yavaş yavaş ahşap bir yapı belirdi: Adam boyundan yüksekçe bir platform, onun üzerine de kalaslar ve metal borulardan daha dar bir kule çıktılar. Boruların hepsi bir orgun boruları gibi farklı boyutlardaydı ve birbirlerine tutturulmuşlardı. Tabanda genişleyen ağızları dışa doğru açılarak yan yana çepeçevre sıralanıyordu. Yukarı doğru yaklaşıp birleşerek tek bir silindir, bir boyun oluşturuyor, sonra tekrar ayrışarak, her birinin ucuna iliştirilmiş büyük deri kepçelerde sonlanıyorlardı. Rüzgâr estiğinde kepçeler itiliyor ve yapının üst kısmı olduğu yerde dönerek en şiddetli esintileri alacak biçimde yönleniyordu. Gelen hava, boyundan aşağı farklı kalınlıkta boruların içine doğru akıyor, aşağıdaki ağızlardan anlamsız bir ses dizisi halinde çıkıyordu.


Kulenin belirgin bir amacı yoktu. Bir süre insanlarda merak uyandırdı; bir o yana bir bu yana doğru gıcırdadıkça insanlar durup bakıyordu. Rüzgâr şiddetli estiğinde, başlangıçta komik gelen ama kısa süre sonra sıkıcı olmaya başlayan hüzünlü bir inilti çıkarıyordu. Sessiz yolcular bir açıklamada bulunmadılar. Öyle görünüyordu ki buraya sadece bu tuhaf yapıyı inşa etmek için gelmişlerdi, zira işleri bittiğinde çadırlarını toplayıp yola koyuldular. Gitmeden önce liderleri gümüşten küçük bir nesne çıkarıp kuleye tırmandı ve onu yapının boynundaki bir yuvaya yerleştirdi. Yolcuların oradan ayrıldıkları gün sakin bir yaz sabahıydı ve hava durgundu. Çöl düzlüklerinde uzaklaştıkları sırada metal boru ve borazanlar sessizdi. Manth halkı, geldiklerinde olduğu gibi giderlerken de şaşkın, arkalarında bıraktıkları dev korkuluğa bakakaldı. O gece uyuduklarında esmeye başlayan rüzgârla hayatlarına yeni bir ses girdi. Sesi uykularında duydular ve nedenini bilmeksizin gülümseyerek uyandılar. Ilık gecede bir araya toplanıp neşe ve merak içerisinde dinlediler. Rüzgâr çalgısı şarkı söylüyordu. 1 Minik Pinpin Ün Kazanıyor “Kazkafa! Sersem tavuk! Kaz-kaz-kafa!” Bowman Hath yatakta uzanmış, yandaki banyoda söylenmekte olan annesinden gelen anlaşılmaz sesleri dinliyordu. İmparatorluk Sarayı’nın kulesindeki çanın güçlü sesi şehrin çatılarının üzerinden geçerek uzaktan kulağına çalındı: Dong! Dong! Saat altıyı, tüm Aramanth’ın uyanış saatini haber veriyordu.

Bowman gözlerini açtı ve yattığı yerden turuncu perdelerden süzülen gün ışığını izledi. Kendisini üzgün hissettiğini fark ederek, yine ne var, diye düşündü. Okulda geçireceği gün aklına gelince her zamanki gibi midesi kasıldı, ama bu seferki farklı bir histi. Sanki üzüntüsü bir şeyleri yitirmiş olmaktan kaynaklanıyor gibiydi. Ama neyi? İkiz kız kardeşi Kestrel yandaki yatakta, elini uzatsa dokunabileceği bir uzaklıkta uyumayı sürdürüyordu. Bir süre kız kardeşinin hafif horultulu nefes alışverişlerini dinledi, sonra uyandırmak için ona bir düşünce yolladı. Kestrel huysuz bir şekilde homurdanana değin bekledi. Ardından sessizce beşe kadar saydı ve hızla yataktan kalktı. Banyoya giden koridordan geçerken minik kız kardeşi Pinpin’i selamlamak için durdu. Pinpin üzerinde eskimiş geceliğiyle karyolasında ayağa kalkmış, başparmağını emiyordu. Evdeki iki yatak odasında da karyolasını koyacak yer olmadığından Pinpin koridorda uyuyordu. Turuncu Bölge’deki apartmanlar beş kişilik bir aile için gerçekten de çok küçüktü. “Merhaba Pinpin,” dedi. Pinpin başparmağını ağzından çıkardı ve yuvarlak yüzü mutlu bir gülümsemeyle aydınlandı. “Öp,” dedi.

Bowman ona bir öpücük verdi. “Kucak,” dedi. Bowman ona sarıldı. Yumuşacık yuvarlak bedenine sarıldığı sırada hatırladı. Bugün Pinpin’in ilk sınav günüydü. Yalnızca iki yaşındaydı, sınavın iyi mi yoksa kötü mü geçtiğini anlayamayacak kadar küçüktü ama şu andan öleceği güne değin bir derecesi olacaktı. Bowman’ı üzen şey işte buydu. Bowman’ın gözlerine yaşlar doldu. Herkes ona çok çabuk ağladığını söylüyordu ama elinden ne gelirdi ki? Hisleri çok güçlüydü. Böyle olmasını istemiyordu ama birine baktığında, herhangi birine, onun ne hissettiğini anlıyordu ve hissedilen şey çoğunlukla korku ya da üzüntü oluyordu. Sonra neden korktuklarını ya da neye üzüldüklerini anlıyordu ve o da aynı şeyleri hissediyor ve ağlamaya başlıyordu. Bu çok tuhaf bir duyguydu. Bu sabah onu üzen Pinpin’in şu anda hissettikleri değil, onun bir gün hissedeceğini bildiği şeylerdi. Pinpin’in neşeli küçük kalbinde şimdi hiçbir üzüntü yoktu. Ama bugünden itibaren ilk önce belli belirsiz, sonra da keskin bir endişeyle gelecekten korkmaya başlayacaktı çünkü Aramanth’da hayat sınavlarla ölçülüyordu.

Her sınav beraberinde başarısızlık ihtimalini de getiriyor, başarıyla geçilen her sınav bir sonrakinde yeni bir başarısızlık ihtimali anlamına geliyordu. Bundan kaçış yoktu, bunun bir sonu da yoktu. Yalnızca bunları düşünmek bile kalbinin küçük kız kardeşi için sevgiyle atmasına neden oldu. Ona sımsıkı sarılıp neşeli yanaklarından öptü, öptü. “Pinpin’i seviyorum,” dedi. “Bo’yu seviyorum,” dedi Pinpin. Banyodan keskin, kulak tırmalayıcı bir ses, ardından da bir dizi sövgü daha duyuldu. “Kazkafa! Turp beyinli!” Ve ardından o çok tanıdık ağlamaklı feryat. “Ey mutsuz insanlar!” Bu, annesinin uzaktan da olsa doğrudan soyundan geldiği peygamber Ira Manth’ın feryadını. İsim kuşaktan kuşağa sürdürülmüştü ve annesinin de adı Ira idi. Öfke nöbetlerinden birine tutulduğunda, babası onlara göz kırpar ve “İşte peygamber geliyor,” derdi. Banyo kapısı çarpılarak açıldı ve Ira gözüktü, telaş içindeydi. Sabahlığının kol deliklerini bulamayıp öfkeyle çekiştirerek giysinin içine girmeye çalışmıştı. Sabahlığın kolları her iki yanda da boşlukta sallanıyor ve Ira Hath’in kolları patlamış dikişlerden dışarı sarkıyordu. “Bugün Pinpin’in sınav günü,” dedi Bo.

“Bugün ne?” Ira Hath bir an için boş boş baktı. Sonra Pinpin’i Bowman’dan aldı; sanki birisi alıp götürecekmiş gibi ona sımsıkı sarılma sırası ondaydı. “Bebeğim,” dedi. “Bebeğim.” Kahvaltının sonuna değin kimse sınavdan söz açmadı. Ardından babaları kitabını bir kenara bırakıp masadan her zamankinden biraz daha erken kalktı ve ortalığa şöyle dedi: “Sanırım hazırlansak iyi olur.” Kestrel yukarı doğru baktı, gözleri kararlılıkla parlıyordu. “Ben gelmiyorum,” dedi. Hanno Hath iç çekti ve kırışık yanaklarını bir eliyle sıvazladı. “Biliyorum güzelim. Biliyorum.” “Haksızlık bu,” dedi Kestrel, sanki babası onu gitmeye zorluyormuş gibi. Aslında bir bakıma zorluyordu da. Hanno Hath çocuklarına karşı öyle nazikti ve ne hissettiklerini öyle iyi anlıyordu ki çocuklar için onun isteklerine karşı gelmek neredeyse imkânsızdı. Ocaktan tanıdık bir yanık kokusu yükseldi.

“Ah, kazkafam!” diye bağırdı karısı. Tost ekmeğini yine yakmıştı. • • • Hath ailesi Toplantı Binası’na doğru yürürken güneş henüz gökyüzünde yükselmemişti ve Turuncu Bölge’nin üzerine şehrin yüksek duvarlarının gölgesi vuruyordu. Bay ve Bayan Hath önden yürüyor, Bowman ve Kestrel aralarında her ikisinin de elini tutan Pinpin’le arkadan onları takip ediyorlardı. İki yaşında çocukları olan diğer aileler de turuncu boyalı evlerin düzenli bahçelerinin önünden geçerek aynı yönde ilerliyorlardı. Önlerinden yürüyen Blesh ailesi küçük oğullarına öğüt veriyorlardı. “Bir, iki, üç, dört, uyurken üstünü ört! Beş, altı, yedi, sekiz, akşamları süt içeriz!” Şehir meydanına geldikleri sırada Bayan Blesh arkasını döndü ve onları gördü. Her zaman yaptığı gibi sanki çok yakın dostlarıymışçasına el sallayıp Bayan Hath’in kendisine yetişmesini bekledi. “Sır tutabilir misin?” dedi fısıltıyla. “Eğer bizim ufaklık bugün yeterince iyi bir sonuç alırsa Kırmızı’ya geçiyoruz.” Bayan Hath bir an için düşündü. “Kırmızı ha, çok iyi,” dedi. “Duydun mu? Dün öğleden sonra bizim Rufy sınıf ikincisi oldu.” Bay Blesh arkaya doğru seslendi. “İkinci mi? İkinci mi? Neden birinci değil? Ben bunu öğrenmek istiyorum.

” “Ah siz erkekler!” dedi Bayan Blesh. Bayan Hath’e doğru dönüp yakın bir dost edasıyla, “Ellerinde değil, öyle değil mi? Kazanmak zorundalar,” dedi. Bu sözleri söylerken hafif patlak gözleri bir an için Hanno Hath’in üzerinde durdu. Herkes zavallı Hanno Hath’in üç yıldır terfi etmediğini biliyordu, ama tabii karısı ne kadar hayal kırıklığına uğradığından hiç söz etmiyordu. Kestrel onun acıyan bakışlarını yakaladı ve bu onda Bayan Blesh’in gövdesine bir bıçak saplama isteği yarattı. Ama ondan da fazla, babasına sarılıp, kırışık, üzgün yüzünü öpücüklere boğmak istedi. Sıkıntısını hafifletmek için Bayan Blesh’in geniş sırtını kaba düşüncelerle bombaladı. Kaşalot! Sersem tavuk! Kazkafa! Toplantı Binası’nın girişinde Müfettiş Asistanı bir kadın oturmuş, listeden isimleri kontrol ediyordu. En önce Bleshler girdi. Müfettiş Asistanı, “Ufaklık temiz mi?” diye sordu. “Çişini tutmayı öğrendi mi?” “Elbette,” dedi Bayan Blesh. “Yaşına göre beklenmeyecek derecede ileri.” Sıra Pinpin’e geldiğinde Müfettiş Asistanı aynı soruyu sordu. “Temiz mi? Çişini tutmayı öğrendi mi?” Bay Hath Bayan Hath’e, Bowman Kestrel’e baktı. Pinpin’in mutfakta bıraktığı çişten gölcükler gözlerinin önüne geldi.

Fakat hepsinde aynı anda aile gururlarını koruma isteği uyandı. “Çişini tutabiliyor mu da ne demek hanımefendi,” dedi Bayan Hath yüzünde büyük bir gülümsemeyle. “Benim kızım çişiyle Milli Marşımıza ritim tutabiliyor.” Müfettiş Asistanı şaşkın gözlerle baktı ve sonra listedeki TEMİZ kutucuğuna bir işaret koydu. “Yirmi üç numaralı sıra,” dedi. Toplantı Binası’nın içi arı kovanı gibi hareketliydi. Bir köşede duran büyük karatahtada, sınava girecek olanların doksan yedisinin de isimleri alfabetik sıraya göre yazılmıştı. Pinpin’in ismi tam haliyle yabancı görünüyordu: PINTO HATH. Bayan Hath Pinpin’in bezini çıkarırken Hath ailesi yirmi üç numaralı sıranın etrafında koruyucu bir halka oluşturdu. Temiz yazıldığından bezini bağlı bırakmak hile sayılırdı. Pinpin bu işe çok sevinmişti. Poposunda serin havayı hissetmek çok hoşuna gidiyordu. Müfettişlerin içeri gireceğini haber veren zil sesiyle beraber büyük odaya bir sessizlik çöktü. Odada her birinde iki yaşında bir bebeğin oturduğu doksan yedi sıra ve sıraların arkasında anne-baba ve kardeşlerin oturduğu banklar vardı. Ani sessizlik ufaklıkları hayrete düşürmüştü, bir teki bile ağlamıyordu.

Müfettişler kabarık kırmızı cübbelerinin etekleriyle yerleri süpürerek içeri girdiler ve podyumda görkemli bir sıra oluşturdular. On kişiydiler. Tam ortada uzun boylu Başmüfettiş Maslo Inch duruyordu; binada en yüksek sınıfın parlak beyaz giysilerini giyen tek kişiydi. “Bağlılık yemini için ayağa kalkın!” Herkes ayağa kalktı, anne-babalar ufaklıkları ayağa kaldırdılar. Hep birlikte, herkesin yürekten bildiği kelimeleri tekrarladılar. “Daha çok çalışacağıma, daha yükseğe çıkacağıma ve yarının bugünden daha iyi olması için çaba göstereceğime, İmparatoruma olan sevgim ve Aramanth’ın şerefi üzerine ant içerim!” Ardından herkes yerine oturdu ve Başmüfettiş kısa bir konuşma yaptı. Henüz hâlâ kırklı yaşlarının ortasında olan Maslo Inch kısa süre önce en yüksek seviyeye yükseltilmişti; ama o kadar uzun boyluydu ve görünümü öyle güçlü, sesi öyle gürdü ki bütün hayatı boyunca beyaz giymiş gibi görünüyor ve davranıyordu. Maslo Inch’i uzun zamandır tanıyan Hanno Hath sessizce eğlenerek izliyordu. “Dostlarım,” dedi Başmüfettiş monoton bir sesle, “bugün çok özel bir gün, sevgili çocuklarınızın ilk sınav günü. Bugünden itibaren, küçük oğlunuz ya da kızınızın kendi kişisel derecesi olacağını bilmek kimbilir ne kadar gurur verici olmalı. Gösterdikleri çabalarla aile derecenize katkıda bulunabileceklerini anlayacakları yaşa geldiklerinde onlar da ne kadar gururlanacaklardır.” Konuşmasının burasında dostane bir uyarıyla elini havaya kaldırdı ve ciddi bir şekilde onlara baktı. “Ancak derecelerin tek başına bir şey ifade etmediğini asla unutmayın. Önemli olan tek şey derecenizi nasıl yükselttiğinizdir. Bugün dünden daha iyi.

Şehrimizi büyük yapan ruh işte budur.” Ardından kırmızı cübbeli müfettişler yavaş yavaş ön sıralara, oradan da arkalara doğru ilerlediler. Başmüfettiş Maslo Inch herkese tepeden bakan bir kule gibi podyumda kaldı. Etrafı tarayan gözleri bir süre sonra kaçınılmaz olarak Hanno Hath’e takıldı. Gözlerinde bir an için onu tanımanın verdiği bir parıltı belirdi, gözlerini gezdirdikçe parıltı da yok oldu. Hanno Hath kendi kendine omuz silkti. O ve Maslo Inch tam olarak aynı dönemdendiler. Okulda aynı sınıfta yer almışlardı. Ama bu çok uzun zaman önceydi. Sınavlar tamamlandıkça notlar veriliyor ve notlar önde duran büyük karatahtaya yazılıyordu. Kısa süre sonra küçük çocuklar arasında bir sıralama oluşmaya başladı. Bleshlerin çocuğu en tepeye yakındı, 30 üzerinden 23 puan alarak 7,6’lık bir derece yapmıştı. B, H’den önce geldiğinden, Blesh ailesinin işi Hath’lere daha sıra gelmeden bitmişti. Bayan Blesh, deneyimlerinin faydalarını aktarmak için kollarında iftihar ettiği bebeğiyle sıraların arasından ilerledi. “Akılsız çocuk beşi unuttu,” diye açıklama yaptı.

“Bir, iki, üç, dört, altı.” Yalandan bir kızgınlıkla parmağını çocuğa doğru salladı. “Dört, beş, altı, seni sersem! Bunu biliyorsun! Eminim Pinto biliyordur.” “Aslında Pinpin bir milyona kadar sayabiliyor,” dedi Kestrel. “Demek küçük hikâyeler uydurmayı seviyoruz,” dedi Bayan Blesh, Kestrel’in kafasını okşayarak. “İneği, kitabı ve fincanı bildi,” diye devam etti. “Muzu bilemedi. Ama 7,6 iyi bir başlangıç. Hatırlıyorum da Rufy nin ilk derecesi 7,8’di, ona bir de şimdi bakın. Asla 9’un altına düşmüyor. Dereceleri o şekilde önemsediğimden değil tabii.” Müfettiş Pinpin için hazırdı. Kâğıtlarına bakarak sıraya yaklaştı. “Pinto Hath,” dedi. Sonra gözlerini kaldırdı, yüzünde sevecen bir gülümseme belirdi.

Pinpin bu bakışa içgüdüsel bir şüpheyle yaklaştı. “Sana ne diye hitap edeceğiz bakalım, küçük dostum?” “İsmiyle,” dedi Bayan Hath. “Pekâlâ Pinto,” dedi Müfettiş, neşeyle parıldamaya devam eden bir yüzle. “Burada güzel resimler var. Bakalım bana onların neler olduğunu söyleyebilecek misin?” Pinpin’in önüne üzerinde renkli şekiller olan bir kâğıt koydu. Pinpin baktı fakat hiçbir şey söylemedi. Müfettiş parmağıyla bir köpeğe işaret etti. “Bu nedir?” Pinpin’den hiç ses çıkmadı. “Öyleyse bu nedir?” Sessizlik. “Oğlunuzun duyma sorunu var mı?” “Hayır,” dedi Bayan Hath. “Kızım sizi duyabiliyor.” “Ama oğlunuz konuşmuyor.” “Sanırım kızımın söylemek istediği fazla bir şey yok.” Bowman ve Kestrel nefeslerini tuttular. Müfettiş kaşlarını çattı, çok ciddi görünüyordu ve kâğıtlarına bir not aldı.

Sonra resimlere geri döndü. “Pekâlâ Pinto. Bana bir köpecik göster. Hani köpecik?” Pinpin ona baktı ve ne konuştu ne de gösterdi. “Öyleyse bir ev. Bana küçük bir ev göster.” Hiçbir şey. Müfettiş sonunda daha da ciddi bir yüz ifadesiyle resimlerini bir kenara bırakana değin bu şekilde devam etti. “Biraz da saymayı deneyelim, ne dersin küçük dostum?” Pinpin’in devam ettirmesi için saymaya başladı, ama onun tüm yaptığı bakmaktı. Müfettiş bir not daha aldı. “Sınavın son bölümü,” dedi Bayan Hath’e dönerek, “çocuğun konuşma becerisini ölçmek için tasarlanmıştır. Dinleme, anlama ve karşılık verme. Bu bölümde çocukların kucağa alındıklarında daha rahat olduklarını düşünüyoruz.” “Onu kucağınıza mı almak istiyorsunuz?” “Eğer bir itirazınız yoksa.” “Emin misiniz?” “Bunu daha önce de yaptım Bayan Hath.

Küçük adam benimle güvende olacaktır.” Ira Hath gözlerini yere çevirdi ve burnu hafifçe oynadı. Bowman bunu gördü ve Kestrel’e hızla bir düşünce gönderdi. Annem çatlayacak. Ama onun tüm yaptığı Pinpin’i oturduğu yerden kaldırıp Müfettiş’in bekleyen kollarına vermek oldu. Bowman ve Kestrel ilgiyle izlediler. Babaları, her şeyin gidebileceği en kötü şekilde gittiğinin ve yapabileceği hiçbir şey olmadığının farkında, gözleri kapalı bir şekilde oturuyordu. “Evet Pinto, sen iyi bir çocuksun, değil mi?” Müfettiş, Pinpin’in çenesinin altını gıdıkladı ve burnuna dokundu. “Bu nedir peki? Bu senin burnun mu?” Pinpin sessiz kaldı. Müfettiş boynundaki zincire asılı duran büyük altın madalyonu çıkarıp Pinpin’in gözlerinin önünde salladı. Madalyon sabah güneşinde parıldadı. “Cici, cici. Tutmak ister misin?” Pinpin bir şey söylemedi. Müfettiş sıkıntılı bir ifadeyle Bayan Hath’e baktı. “Farkında mısınız bilmiyorum,” dedi.

“Şu anki duruma bakılırsa, çocuğunuza sıfır puan vermek zorunda kalacağım.” “Durum o kadar kötü mü?” dedi Bayan Hath, gözleri parıldayarak. “Ondan hiçbir yanıt alamıyorum, görüyorsunuz.” “Hiçbir şey mi?” “Sevdiği bir kelime oyunu ya da tekerleme var mı?” “Durun bir düşüneyim.” Bayan Hath dudaklarını büzüp parmağıyla alnını ovuşturarak oldukça gösterişli bir düşünme taklidi yaptı. Bowman Kestrel’e bir düşünce gönderdi. Çatlıyor. “Evet,” dedi Bayan Hath. “Sevdiği bir oyun var. Fış, fış, fış demeyi deneyin.” “Fış, fış, fış mı?” “Bu hoşuna gidecek.” Bowman ve Kestrel aynı anda aynı düşünceyi gönderdiler. Çatladı! Müfettiş, Pinpin’e, “Fış, fış, fış,” dedi. “Fış, fış, fış, küçük adam.” Pinpin şaşkınlık içinde Müfettiş’e baktı ve sanki daha rahat bir şekilde yerleşmeye çalışıyormuş gibi kollarında kıpırdandı.

Bayan Hath izliyordu, burnunun oynaması artık kontrolden çıkmıştı. Bowman ve Kestrel yürekleri ağızlarında izlediler. Her an olabilir, diye karşılıklı düşündüler. “Fış, fış, fış,” dedi Müfettiş. “Her an olabilir,” dedi Bayan Hath. Bowman ve Kestrel içlerinden, Haydi Pinpin, haydi, diye geçiriyorlardı. Yap şunu. Bay Hath gözlerini açtı ve ötekilerin yüzlerindeki ifadeleri gördü. Bir anda olanların farkına vararak banktan kalktı ve kollarını uzattı. “Verin onu ben alayım…” Çok geç kalmıştı. Aferin sana Pinpin! dediler Bo ve Kess coşkuyla, düşüncelerinin neşe dolu sessizliği içinde. Aferin Pinpin, aferin! Pinpin yuvarlak yüzünde bir memnuniyet ifadesiyle çişini, Müfettişin kollarından aşağı doğru durmadan akan uzun bir dere gibi bırakıyordu. Müfettiş, ilk başta ne olduğunu anlayamadan üzerine yayılan hafif ılıklığı hissetti. Sonra, Bayan Hath ve çocuklarının yüzlerinde takılı kalmış şaşkın bakışları görünce gözlerini aşağı doğru çevirdi. Islaklık kırmızı cübbesine sızıyordu.

Tam bir sessizlik içerisinde Pinpin’i alması için Bay Hath’e uzattı ve arkasını dönüp sıraların arasından ağır adımlarla uzaklaştı. Bayan Hath Pinpin’i kocasından aldı ve onu öpücüklere boğdu. Bowman ve Kestrel yere yıkılmış, sessizce kahkahalar atarak yuvarlanıyorlardı. Hanno Hath, olayı Maslo Inch’e anlatan Müfettiş’i izledi ve kimseye fark ettirmeden içini çekti. Karısı ve çocuklarının bilmediği bir şeyi biliyordu, bu sabah iyi bir derece almaya ihtiyaçları vardı. Şimdi sıfır puanla, büyük ihtimalle Turuncu Bölge’deki evlerinden ayrılıp daha mütevazı bir yerle idare etmek zorunda kalacaklardı. Eğer şanslılarsa iki oda, daha büyük bir olasılıkla bir oda ve ortak mutfak ve banyo. Hanno Hath kibirli bir adam değildi. Başkalarının onun hakkında ne düşündüğüne pek aldırış etmezdi. Ama ailesini çok seviyordu ve onları hayal kırıklığına uğratma düşüncesi onu derinden yaralıyordu. Ira Hath, Pinpin’e sımsıkı sarıldı ve gelecek hakkında düşünmeyi reddetti. “Fış, fış, fış,” diye mırıldandı Pinpin neşeyle.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir