Yaşar Kemal – Agacin Curugu

Yaşar Kemal’in yazılarından seçmeler 1974’te Baldaki Tuz adlı kitapta toplanmıştı. Kısa sürede tükenen kitap ikinci kez basıldı, ikinci baskısı da tükendi. Gazete, dergi yazılarından derlemelerle oluşturulan kitaplar çoğunca okur bulmazken ve Yaşar Kemal –12 Mart döneminde kısa bir süre Yeni Halkçı gazetesinde çıkanlar sayılmazsa– uzun zamandan beri köşe yazıları yazmazken, sözü geçen derleme neden böylesine ilgi gördü? Soruya Yaşar Kemal ünlü bir öykücüdür, romancıdır, röportaj yazarıdır… gibisinden kolay bir yanıt verilebilir ama, bu yanıt yukarıdaki sorunun tam karşılığı olamaz. Romanlarının, bütün hikâyelerinin, iki ciltlik röportajlarının yanı sıra neden Baldaki Tuz? İlginin nedeni, Yaşar Kemal’in en güncel olayları bile can alıcı yönleriyle ele alıp kendine özgü bir yöntemle ve toplumcu bakış açısıyla işleme başarısında aranmalı. Bu kez de özellikle gazeteci ve yazar olarak tanıklık ettiği olaylarla beslenip gelişen düşünce çizgisinin söz ustalığı ile pekiştirilmiş ve aşağı yukarı yirmi yıllık zaman diliminde (1959-1977) yayımlanmış yüzlerce yazısını bulup taradım. Ölçütüm, toplum ve sanat sorunlarıyla birlikte “Yaşar Kemal’in düşünce ve yazarlık serüveni”ydi. Bu serüven, konumuz olan yazılar çerçevesinde kısaca şöyle özetlenebilir: Yaşar Kemal, ilk köşe yazısından beri konularına toplumcu ve gerçekçi bakış açısıyla eğilmektedir. Örneğin 1960’ta, “İlgi” başlıklı yazısında, Henri Alleg’in Cezayir’de işkence görmesine tepki göstermekte, işkenceyi insan soyunun aşağılanması olarak gördüğünü belirtip olayla tüm insanlığın ilgilenmesini istemektedir. On üç yıl sonra 12 Mart rejimi işkencelerine karşı çıkacak bir yazarla karşı karşıyayızdır… Aynı zamanda mesleğinin temel sorunları üzerinde düşünmüş, sağlam ölçülere ulaşmıştır. Zaman zaman bu konulara değinen yazılar yazmaktadır. Örneğin 1959’da, “Bölge Dili Değil, Halkın Dili” başlıklı yazısında halk dilinin zenginliğini ortaya koymakta, yazı dilinde ondan yararlanmak gerektiğini belirtmektedir. Demek ki bu yakınlarda birçok polemik yazısına konu alınan İstanbul Tükçesi üstüne görüşlerini (kitabın sonuna, Erdal Öz’le görüşmesine bakınız) 1959’dan beri savunmaktadır… Bu örnekler yazılarının kolay kolay eskimediğini de kanıtlamaktadır. 1964-1970 arasında Yaşar Kemal, her çeşit sömürüye ve siyasal iktidarların baskılarına, tehlikeli siyasal gidişe karşı çıkan bir sosyalisttir. Bu arada kültürümüzün yozlaştırılması yolundaki çabalara ilk dikkati çekenlerden biridir. 12 Mart döneminde, tüm aydınların susturulduğu sırada ise, ‘Balyoz Harekatı’nda ilk tutuklananlardan biri olduğuna aldırmaksızın, kendisine köşe açan tek yayın organında gür sesiyle işkencelere ve faşist uygulamalara ateş püskürecektir.


Ve Yaşar Kemal, Türk romanının doruğu olmakla kalmaz; çağdaş dünya romancılarının önde gelenlerindendir. Yapıtları çeşitli dillere çevrilmekte, birçok ülkede yeni yeni baskılar yapmakta, incelemelere, bilimsel çalışmalara konu olmaktadır. Yazarımız uluslararası toplantılara çağrılmaktadır… Türkiye’deki okur ilgisi yayın organlarını onunla yapılmış “görüşme”lere yer vermeye yöneltilmişse de az sayıdaki eliştirmenlerimiz ve inceleme yazarlarımızı şimdilik harekete getirememiş görünüyor… Bütün bunlar da onun yazarlık serüveninin bir yönünü oluşturmaktadır: Elinizdeki kitapta sanat ve politika üstüne görüşlerini açıkladığı “görüşme”lerle uluslararası toplantılarda yaptığı konuşmalara da yer verilmiştir. Bu içeriğiyle Yaşar Kemal üstüne eleştiri ve incelemelere geniş bir kaynak oluşturacağını sandığım Ağacın Çürüğü’nü onun tükenmeyen kaynağına, halkımıza “ithaf” görevi bana düştü. Kolay, ama övünç ve mutluluk verici bir görev. ALPAY KABACALI Kasım 1977 Ağacın çürüğü özünden olur Yiğidin kötüsü sözünden olur El için ağlayan gözünden olur Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz İlbeylioğlu Adamın çürüğü sözünden, ağacın çürüğü özünden olur. Avşar Atasözü Okuma Hakkı İnsanlar dünyaya geldikten sonra, ellerinden alınamaz, ya da alınmaması gereken birtakım haklara sahip olurlar: Yaşama hakkı, yeme hakkı, doyma hakkı, başını sokacak bir deliği bulma hakkı, işkence edilmeme, tutsak olmama, sömürülmeme hakkı, eğlenme, dinlenme, gülebilme hakkı… Ne bileyim ben, bir sürü hak… Bunların hepsi insanların insanca yaşamasını sağlarlar. Bunlardan bir tanesi olmazsa insanoğlunun onuru zedelenir, yaşamasının tadı tuzu kalmaz. Şu yaşanası dünya ağı kesilir insanın başına. Yüzyıllardan beri insanoğlu yaşamasını sağlayan hakları için çetin savaşlar vermiştir. Daha da veriyor. Dünya ilerledikçe, insanoğlu haklarını savundukça, dişiyle tırnağıyla koparıp aldıkça daha yeni, daha başka haklar da karşısında boy gösteriyor. Bu haklar da öteki haklar kadar önemli, onlar kadar yaşamaya karışmış, onlar kadar vazgeçilmez, onlar kadar olmazsa olmaz haklar oluyor: Hür olma hakkı. Bunun üstünde durmayacağım o kadar. Devrimiz bir hürriyetler savaşı devri.

Benim demem o ki, bunlar kadar önemli, vazgeçilmez, olmazsa olmaz bir hak var devrimizde. Bu hakkın hak olması, öyle derinden duyulması o kadar uzak değil ama, şimdi hakların içinde birincilerden: Okuma hakkı… Her insanın okuma, öğrenme hakkı var. Artık kimse bu hakkı insanların elinden alamamalı. Birçok milletler, yüzyılımızda halklarına bu hakkı çoktan sağladılar. Artık halklarına bakarlarken yüzleri kızarmıyor, utanmıyorlar. Halklarını yüzde yüz okutmamış milletlere de hiç çekinmeden “geri millet” diyorlar. Şimdi bütün bunlar karşısında, gelelim bizim halimize… İstatistikler diyor ki, Türkiyenin yüzde otuzu okur yazar. Değil, iyi biliyorum ki, değil. Ben köylerde, gazete manşetini okuyamayan çok ilkokul mezunu gördüm. Anasına mektup yazamayan epeyce okuryazar gördüm. Şimdi buna, diyelim ki doğru, bu yüzde otuzun çoğunluğu şehirlerdedir. Köye düşse düşse yüzde onu düşer. Yani yüzde seksenin yüzde yetmişi şu atom, şu jet devrinde körkütük cahil, dünyadan habersiz. Bu adamlar ormanlarımızı yakıp, ocağımızı söndürüyorlar diyoruz. Bunlar bu gidişle adam olmazlar, diyoruz.

Haklarında, onların hiçbir şeyden haberi olmadan, göğsümüzü gere gere türlü sözler ediyoruz. Halbuki bütün bu dertlerin, bu kötülüklerin, bu uykunun bir kaynağı var; o da, insanların ellerinden okuma haklarının alınması. Halk toplulukları okuma haklarını almak için otoriteleri zorlarlar. Bizde de zorladılar. Ve bunun sonucu olarak Köy Enstitüleri kuruldu. Köy Enstitülerinin kuruluşu vatanda görülmedik bir iş oldu. Toprağın yüzü güldü. Vatan sathı canlandı. Cıvıl cıvıl. Yüzlerce binlerce toprak çocuğu Enstitülere geldiler akın akın. Kendi okullarını kendi elceğizleriyle kurdular. Beş yıl içinde yüzlerce inanmış toprak adamı bilgilerle, zanaatlarla köylerine geri döndüler. Bu inanmış toprak adamlarıyla kara güç arasında zorlu bir dövüş başladı. İftiralara kurban gidenler, vurulup öldürülenler oldu. Ama onlar yürüdüler.

Bir ışık gibi yurdu bir uçtan bir uca sarıyorlardı ki… Karşılarına aşılmaz bir duvar çıktı ve her şey tersine döndü. Artık ağzına ve akla ne kötülük gelirse onlara yakıştırılıyordu. Vatan hiyanetliği karasını bile sürdüler onlara. Sonra ne oldu. Köy Enstitüleri yön değiştirdi. Köy Öğretmen Okulları oldu. Bundan ne değişti diyeceksiniz. Her şey değişti. Eskiden yalnız köy çocukları alınırdı Enstitülere, şimdi şehirliler de alınıyor. Ben söyleyim de siz anlayın, şimdi Öğretmen Okullarına, yüzdeye vurursak daha çok şehir çocukları giriyor. Başka değişen ne mi var? Bütün program değiştirildi. Köylerine dönenler eskiden, ellerinde köylünün işine yarar bir zanaatla gidiyorlar, yaralarına merhem oluyorlardı. Şimdi efendi efendi, elini ılıktan soğuğa vurmamışlar gidiyor köye. Eskiden kızlar vardı okullarda. Şimdi kızlar için bunlar yasak! Eskiden daha çok öğrenci giriyor, daha çok mezun oluyorlardı.

Yani açıkçası bu Köy Öğretmen Okulları o Köy Enstitüleri değil. Sözümü nereye getireceğim, bu yakınlarda iki Köy Enstitüsü savunucusunu Milli Eğitim Bakanlığı, bakanlık emrine almış. Daha da alacakları, işlerinden, ekmeklerinden edecekleri epeyi Köy Enstitüleri taraftarları varmış. Baştan aşağı yanlış bir davranış… Köy Enstitüleri bir ihtiyacın sonucuydu. Milletin okuma hakkını yerine getiriyordu. Durum bugün de böyledir. İhtiyaç ortada duruyor. Bizim köylerde çok yalınayak gezenler vardır. Bunlar paraları olsa bile ayakkabı ihtiyacı duymayanlardır. İlkokulu bitirmiş birini yalınayak gezdirebilir misiniz? Demem o ki, ihtiyaçlar, insanın aklı erdikçe artar. İhtiyaçlar arttıkça insan çalışmak zorunda kalır… Her işin başı çağımıza uymak. Tek çaresi de, hiç olmazsa, ilkokul olarak, vatandaşlarımıza okuma hakkını tanımak. Bizde Köy Enstitüleri başarılı bir örnekti. Taraftarlarını yermek değil, gene de tek çare dinlemek. “Köy Enstitülerinin sözünü bu memlekette bir daha ettirmem” diyenlere ne dersiniz? 9.

8.1959 Anadoludan Gelenler Yığın yığın, akın akın geliyorlar, diyorlar. Perperişan, ne üstte üst, ne başta baş, aç sefil, kirli, pis kokar geliyorlar. Zaten sıkıntıda olan şehirlerin ekmeklerine, sularına, taşıtlarına, evlerine, sokaklarına, meydanlarına ortak oluyorlar, diyorlar. Hatta, bu kadar pis insanlar Türk olamazlar, diyenler de var. Onların Türk olamayacaklarına dair türlü deliller de gösteriyorlar: Türkler bu kadar pis, bu kadar sefil, kirli, perişan olurlar mıymış. Haşa huzurdan… Türk dediğin nezih, tertemiz, saçı başı taralı…. Türk dediğin karnı tok… Bir eli yağda, bir eli balda. Bu şehirlere akın akın gelenleri ne yapmalı? Mutlak bir çaresini bulmalı. Epeydir gazetelerimizde de bu araştırılıyor, türlü teklifler ortaya atılıyor, uygulanması isteniyor, uygulanmasına ramak kalıyor, sonra vazgeçiliyor, sonra da çaresiz zor bulunur bu mesele başıboş bırakılıyor. Toprakbastı parası alalım, diyorlar. İşi gücü olmayanları şehre sokmayalım, diyorlar. Misafirliğe gelenlerin de misafir kalacakları günleri daraltalım, diyorlar. Daha bin türlü ipe sapa gelmez çareler öne sürüyorlar. Şu şehre gelenlerin ayaklarını şehirden keselim de, nasıl olursa olsun, nasıl kesersek evladır, diyorlar.

Bu olacak iş değil. Yıllardan beri gecekondular, gecekondular… Yıkılıyorlar, perişan ediliyorlar, başka yerde, başka semtte gene binlercesi çıkıyor. O da olmazsa çadırlarda yaşıyorlar. Bu gecekondularda da insan yaşar mı? Daracık, ışık girmez, on kişilik bir aile bir odada… Mutfağı helası, suyu, ışığı yok. Yolu yok. Çamur deryası, toz çölü. Bu kadar kötülük, insanlığa sığmaz işler bir arada. Gördükçe hallerini insan inciniyor canım! Bu yığını buradan atmalı. Göz görmemeli hallerini. Nereye giderlerse gitsinler. Bu şehirlere akın her devirde az çok dünyanın her yerinde olmuştur. Bizim tarihimizde de örnekleri var. Osmanlı devrinde, ta on beşinci yüzyılda bile, bu şehirlere akın sıkıntısı başlamıştı. Bakın bir örnek. O zaman bunları şehirlerden defedebilmek için ne kadar güzel çareler bulunuyormuş! “İstanbul, Edirne, Bursa gibi şehirlerde yaşamak güçtü.

Esasen zamanın idare adamları İstanbul şehrinde nüfusun artmasına taraftar değildiler. Her memlekette olduğu gibi, nüfusu kalabalık şehirlere erzak taşımak için kâfi derecede münakale vasıtası olmaması yüzünden, şehirleri kâfi derecede beslemek imkânsızdı. Esasen halkın şehirlere ilticası da zirai mahsullerin azalmasına sebebiyet verebilirdi. Bu endişe karşısında şehirlere yerleşen aşağı sınıftan insanların muhtelif bahanelerle yerlerine gönderildiği çok vaki idi. Mesela kapı kapı dolaşarak odun yarıcılığı eden ırgatlardan biri, bir cinayet yaptığı için, seksen odun yarıcısının kafası vurulmuş, bir kısmı köylerine iade edilmiş, bir kısmı da… “ (Solakzade Tarihi. Hüseyin Avni, Reaya ve Köylü adlı eserden.) Bugün birisi hırsızlık yaptı diye seksen gecekonducunun elini kesip gerisini de köyüne yollayabiliyor musun? İşte zurnanın zırt dediği yer burası. Bu devir yirminci yüzyıl. Bu devirde insan hakkı, vatandaş hakkı var az çok. Bu vatanın her hangi bir yerinde her vatandaş canının istediği gibi oturur kalkar, misafir gelir, çalışır, yerleşir, gider. Bütün dünyada akınlar olmuştur. Türlü ekonomik sebeplerden topraktan kopmuş köylü şehirleri doldurmuştur. Ya bunlara şehirlerde iş bulunmuş, ya da topraktan kopan halkın, niçin toprağından ayrıldığı araştırılmış, bunun önüne geçilmiş. Yoksa Osmanlı, yoksa hukuk dışı usullerle değil. Şimdilerde Anadolu halkı niçin toprağından kopuyor? Anadolu halkının yaşayışını bilen bilir ki, onun evini barkını bırakması, başka yerlere gitmesi ölümden de beter bir iştir.

Öyleyse niçin? İşte bunun sebebi: Artık Anadolu halkını, artan ihtiyaçlar yüzünden toprağı beslemiyor. Bir de toprağı verimini kaybetti. Bir de çalışması müthiş düzensiz, çağımıza yakışmaz, ilkel, öldürücü, verimsiz bir çalışmadır. Bir de ormanların yok olmasından dolayı Anadolunun iklimi değişti. Yıllarca bir damla yağmur düşmeyen bölgeler var. Kıtlıklar oluyor. Açlıklar oluyor. Anadolunun bereketli yerlerinden, örneğin Çukurovadan, yorganını sırtına vurup da gelenini gördünüz mü hiç? Ve işte bu gördüğünüz kalabalık, kirli, pis kalabalık, akın akın gelip de rahatınızı bozanlar, köydeki yağmurdan kaçayım derken şehirlerde doluya tutulanlar… Etin kemikten ayrılması kadar zor, baba yurtlarından ayrılmaları. Tek çare onlara topraklarında yaşayabilecek bir çalışma düzeni bulmaktır. Yoksa zoraki, kanun dışı tedbirlerle geldikleri yere kovmak değil.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir