Yaşar Kemal – Ağrıdağı Efsanesi

Ağrıdağının yamacında, dört bin iki yüz metrede bir göl vardır, adına Küp gölü derler. Göl bir harman yeri büyüklüğündedir. Çok derinlerdedir. Göl değil bir kuyu. Gölün dört bir yanı, yani kuyunun ağzı, fırdolayı kırmızı, keskin, bıçak ağzı gibi ışıltılı kayalarla çevrilidir. Kayalardan göle kadar daralarak inen yumuşak bakır rengi toprak belli bir aşıntıyla yol yoldur. Bakır rengi toprağın üstüne yer yer taze bir yeşil çimen serpilir. Sonra gölün mavisi başlar. Bu, bambaşka bir mavidir. Hiçbir suda, hiçbir mavide böyle bir mavi yoktur. Laciverdi, yumuşak, kadife bir mavidir. Her yıl karlar eriyip de bahar gözünü açınca, Ağrıdağında bir ulu tazelik patlayınca, gölün kıyıları, ince kar çizgisinin üstü, keskin, kısa, küt çiçeklerle dolar. Çiçeklerin rengi alabildiğine parlaktır. En küçük çiçek bile mavi, kırmızı, sarı, mor kendi renginde çok uzaklardan bir renk pırıltısı olarak balkır. Ve keskin kokarlar.


Gölün mavi suyu, bakır rengi toprağı baş döndürücü keskin kokularla kokar. Ve bu kokular çok uzaklardan duyulur. Ve her yıl Ağrıdağında bahar gözünü açtığında, çiçeklerle, keskin kokular, renklerle, bakır rengi toprakla birlikte Ağrıdağınm güzel, kederli kara gözlü, iri yapılı, çok uzun, ince parmaklı çobanları da kavallarım alıp Küp gölüne gelirler. Kırmızı kayalıkların dibine, bakır toprağın, bin yıllık baharın üstüne kepeneklerini atıp gölün kıyısına fırdolayı otururlar. Daha gün doğmadan Ağrıdağının harman olmuş yalp yalp yanan yıldızları altında kavallarım bellerinden çıkarıp Ağrıdağının öfkesini çalmaya başlarlar. Bu, gün doğumundan gün batımma kadar sürer. Bu arada, tam gün kavuşurken gölün üstünde kar gibi ak 9 <31 Ağrıdağının yamacındaki Küp gölünün kıyısında çobanların birikip kaval çaldıklarıdır 10 küçücük bir kuş dönmeye başlar. Sivri, uzun, kırlangıca benzer bir kuştur. Gölün üstünde çok hızlı döner. Uzun, ak halkalar çizer üst üste. Ak halkalar tel tel gölün som mavisine düşer, tam günün battığı anda kavalcılar çalmayı keserler. Kavallarını bellerine sokup doğrulurlar. Gölün üstünde bütün hızıyla uçan kuş tam bu sırada göle şimşek gibi çakılırcasma iner, bir kanadım suyun mavisine daldırır kalkar. Böylece üç kere daldırır, sonra da uçup gider, gözden ırar, yiter. Ak kuştan sonra çobanlar da sessiz, birer ikişer oradan ayrılır, karanlığa karışır çekilir giderler.

Kır bir at Ahmedin evinin kapısında dün akşamdan beri duruyordu. Boynunu uzatmış, geniş burun delikleriyle kapının yer yer çatlamış tahtasını koklar gibiydi. Bu atı Ahmedin kapısında ilk önce çok yaşlı, uzun ak sakallı Sofi gördü. Atm üstünde gümüş savatlı bir Çerkeş eyeri vardı. Üzengisi işleme gümüştendi. Sofi ata yaklaştı bükülmüş beliyle onun az ötesinde durdu. Dizginleri sırma işlemeliydi ve eyerin altın, sedef kakma kaşına geçirilmişti. Eyerin altından da atm sağrısına doğru, çok iyi pişirildiği daha uzaktan belli olan bir nakışlı keçe belleme uzanıyordu. Keçe bellemenin üstüne eski zamanlardan kalma bir güneş sureti işlenmişti. Çok turuncu. Güneşin ardından da uzun bir hayat ağacı yemyeşil yükseliyordu. Atm sol yanında da böyle bir güneş, böyle bir ağaç vardı. Sofi bu güneşi, bu ağacı bir yerlerde görmüştü. Bunu şöyle hayal meyal ansıyordu. Bu suretler bir ünlü aşiretin, oymağın damgası olmalıydı.

Sofi bir süre azıcık ürkmüş, azıcık şaşırmış, azıcık korkmuş atm ötesinde sessiz durdu. Ahmedin evine gelen bu ünlü, bu büyük konuk kimdi ola? Damgayı kafasında evirip çeviriyor, hangi oymağın hangi beyin, paşanın damgası olduğunu bir türlü bulamıyordu. Yalnız bu damga ona korku veriyordu. Böylesi damgalar hep uğursuzdu. Bir korkuyla gelir, bir korkuyla giderlerdi. Bu yerlerde böyle donatılmış bir atı olabilecek hiç kimse yoktu. Üstelik buradaki her oymağın da damgasını bilirdi Sofi. Bahardı. Ağrıdağmm karları erimeye yüz tutmuştu. Aşağılarda kırmızı kayalıkların uçları yer yer gözükmeye başlamış, sarı karçiçekleri uç vermişti. Çok uzaklardan, arka arkaya kai l Atın Ahmedin kapısında gelip durduğudur 12 tarlanmış turnalar salınarak geçiyorlar, Van gölüne doğru gidiyorlardı. Ahmedin hiçbir şeyden haberi yoktu. Ala şafakta içerden bir kaval sesi geliyordu. Sofi bu güzel kaval sesini çok eskilerden bu yana tanırdı. Ahmedin dedesi Sultan Ağa da böylesine kaval çalardı.

Babası Resul da… Bu evin erkekleri üstüne kaval çalan bir kişi daha gelmemişti Ağrıdağma. Belki de şu yeryüzüne. Bunu Sofi söylüyorsa doğruydu. Çünkü Sofi bütün şu doğunun, Kafkasm, İranın, Turanın en ünlü kavalcısıydı. Sofi atm yanma biraz daha yanaştı. Damgayı daha yakından gözden geçirdi. At sanki içerden gelen kaval sesini dinliyordu, kulağını bir iyice vermiş. Ahmet çok eski bir Ağrıdağı türküsünü çalıyordu. Ağrıdağmın iflah etmez öfkesini. Bu türküyü tekmil Ağrı kavalcılarına Sofi öğretmişti. At boynunu sese iyice uzattı. Sofi de… Bu destanı çalmayalı, dinlemeyeli çok oluyordu. Bir koca dağ nasıl da bir kaval sesinde korkunç bir öfkeye geliyordu. Sofi böyle tuhaf, şaşkın şeyler düşünürken, şu insanoğluna akıl ermez, diyordu. Bir incecik kavaldan koskoca, kükremiş bir dağ çıkarıyorlar, diyordu.

Şu insanlar, şu dünyada var oldukça her şeye akıl erdirecekler, kartalın uçuşuna, karıncanın yuvasına, ayın, günün doğuşuna, batışına, ölüme, kalıma, her şeye akıl sır erdirecekler. Karanlığa ışığa, her şeye, her şeye akıl erdirecekler, tek insanoğluna güçleri yetmeyecek. Onun sırrına ulaşamayacaklar. Ve dağ yürüyordu kaval sesinde. Ve uçurumlar, çığlar, ayaz gece, yıldızlar patlıyordu. Ay ışığı patlıyordu. Ve dağ bütün hışmıyla yürüyordu. Terlemiş, soluklanan… Bir ulu dev gibi göğüs geçiriyordu Ağrı. Sofi çok derinden Ağrının soluklandığını duyuyordu. Çok uzak, derin bir uğultu dünyanın ortasına doğru soluklanıyordu. Ahmet çalıyor, dağın soluğu, öfkesi büyüyordu. Böyle zamanlarda Sofi kulağını dağın uğuldayan toprağına dayıyordu. Dağ gittikçe öfkeleniyor, soluğu derinleşiyor, sıklaşıyor, bir iniyor, bir kalkıyor, paramparça oluyor, bütün hışmı, bütün ağırlığıyla dünyanın üstüne çöküyordu. Sonra da dünyayı bir sessizlik kaplıyordu. Her bir yan ıpıssız.

Dünya bomboş kalmış, Ağrıdağı başını almış da dünyamızdan çekip gitmiş, kurdunu kuşunu, insanını almış götürmüş, yıldızını, 13 ayını, güneşini, esen yelini, yağmurunu karmı, çiçeklerini almış götürmüş, şu dünyayı bomboş bırakmıştı. Çölleri dolduran sürmeli ceylan sürülerini de almış götürmüştü. Kavalın sesinde ıssızlık, boşluk donup kalmıştı… Sonra birden bütün çiçekleri, yıldızları, kokusu, alabalıklı, aydınlık suları, ceylanlı çölleriyle dünya Sofinin gözlerinin önünde yeniden açıldı. Gözlerinin önündeki at başkalaştı. Atın keçe bellemesindeki güneş canlandı. Hayat ağacı yaprak döktü, çiçek açtı. Kavalın sesi bir ara kesildi. Güneş de Ağrının tepesinin ötesinden ucunu kıpkırmızı bir dilim gibi göstermişti. Sofi kendine geldi. Bir ata baktı, bir kapıya. At da başını kaldırdı, iri kederli gözleriyle Sofiye baktı. Sofinin yüreğine belirsiz bir korku girdi: “Ahmet, Ahmet,” diye bağırdı. Ahmet Sofinin sesini tanıdı, kapıya yürüdü, açtı: “Buyur dayı,” dedi. Atı görünce, önce şaşırdı. Sonra bir ata, bir Sofiye baktı.

Sofi: “Konuğun kim Ahmet?” diye sordu. “Hoş geldi safalar getirdi.” Ahmet: “Konuğum yok,” diye karşılık verdi. İkisi de ata baktılar. At kapıdan uzaklaştı, evi bir kere döndü geldi kapıda gene durdu. Uzun, sallı bir attı. Kulakları sivri, dikilmiş. Başını havaya kaldırdı, kişner gibi yaptı, kişnemedi. Ahmedin evi bir kayanın dibindeydi. Yontulmamış kırmızı kayalardan örülmüştü. Kapısı genişti ve bir tek penceresi vardı. Sofi düşündü. Ahmet de düşündü. Sofi: “Bu at senin kısmetindir,” dedi. “Öyledir,” dedi Ahmet.

“Mademki gelmiş, kapıda durmuş. Ama bu at kimin atı?” Sofi: 14 Ahmedin: “Ne yapalım, at benim kısmetimdir,” dediği yerdir 15 “Keçesinde damgası var. Bir yerlerden, çok eski zamanlardan gözüm ısırıyor bu damgayı. Bir belalı, bir korkulu yerin damgası olsa gerek. Ama kimin olursa olsun, bu at senin. Kapına haktan armağan geldi.” “Haktan…” dedi Ahmet. Bir sevinç mi, bir bela mı? Ahmedin yüzüne düşen gölge Sofinin gözünden kaçmadı. “Kimin olursa olsun bu at şenindir. Yalnız, şu damgayı gözüm ısırıyor. Çok eski günlerden kalma bir damga.” Bir de böyle koşumları olan at şunun bunun atı olamazdı. “Çok düşünme, atı al, şu aşağı yola bırak gel. At bir daha kapma gelirse, al gene götür. Bunu üç kere böyle yap,” dedi Sofi.

“At gene gelirse bu senin atındır. Atm sahibi bey de olsa, paşa da, Osmanlı Padişahı, Acem Şahı da olsa, Köroğlu da olsa, kelleni verir de bu atı veremezsin. Ve hem de veremeyiz.” Gün doğdu, sırmalanmış bulutlar açıldı, karların üstüne ışıltılı bir ışık dumanı çöktü. Ahmet atı tuttu, at uysaldı, üstüne bindi aşağılara sürdü. Atı bıraktı, döndü. Döndü ki ne görsün, at Sofinin yanında duruyor. Bunu üç kere yineledi. “Başa gelen çekilir, dayı,” dedi Ahmet. Nasıl olsa bu atm sahibi bir gün atını arayacaktı. Kim olursa olsun artık Ahmet atı ona veremezdi. Kellesini verir de atı ona veremezdi. Atı ahıra çekti. Hem sevinçli, hem korkuluydu. Kendini bildi bileli böyle güzel bir at görmemişti.

Sofi: “Atm sahibi bir sütsüz çıkar da ille de atımı isterim derse dövüş olacak. Ağrının başı kızarsa dünyayla dövüşür,” diye sevinçtendi. Ahmet ona katıldı: “Dövüşür,” dedi. Ahmedin kapısına bir küheylamn gelip durduğunu önce bütün köy duydu. Gelip atı gördüler. Sonra yakın köyler, sonra tekmil Ağrı yöresi duydu, gelip atı gördüler. Az bir zamanda atm ünü İrana, Turana ulaştı. Bu hali, Ahmedin başına gelip konan devlet kuşunu türlü türlü yorumladılar. Kimi hayra yordu, kimi şerre… 16 Sonra aşağıdaki ovadan, Karakiliseden, Gihadinden, Iğdlrdan Kürt Beyleri duydular, atı görmeye geldiler, Ahmedin talihine gıpta ettiler. Uzun bir süre atın sahibinden haber çıkmadı. Ahmet atma binip, yarenlerini yarıma alıp İran toprağına talana gidiyor, maldan mal, koyundan koyun, attan at sürüp getiriyordu Ağndağına. Ama kuşku içindeydi. Bu atm sahibi kimse bir gün ortaya çıkacaktı. Bu kişi kimdi acaba? Belki gözü kanlı, dediğinden dönmez bir Beydi. Belki de pısırığın birisi.

Aradan altı ay geçti. Ahmet korkusunu da, kuşkusunu da, büyük sevincini de unuttu. Bir gün, bir sabah vakti, güneş gelmiş Ağrıdağınm böğrüne kıpkırmızı donmuş oturmuşken Sofi değneğine basa basa, ak uzun sakalı titreyerek Ahmede geldi: “Duydun mu Ahmet?” diye sordu. Ahmet: “Duydum,” dedi. “Beyazıt Paşası Mahmut Han atını arıyormuş.” Ahmet: “Duydum,” dedi. “Atı getirene beş at, bir de elli altm verecekmiş.” “Bele,” dedi. “Atı kimin evinde, kimin elinde bulursa onun kellesini vuracakmış.” Ahmet: “Ne yapalım, at benim kısmetimdir,” dedi. “Ordusunu çekip gelecek üstümüze.” “At benim kısmetimdir.” “Mahmut Han zalim bir paşadır.” “At benim kısmetimdir.” “Mahmut Hanla başa çıkılmaz.

” “At bana haktan yadigardır.” “Mahmut Han hakkı, yadigarı bilemez. O, Osmanlı olmuştur.” “At bana yadigardır.” Aradan bir ay geçti geçmedi, Mahmut Hanın adamları Ahmedin evine geldiler:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir