Hey kardeşler, hey dostlar, yolda belde, tavlada tarlada, kırda ovada durup da bizi dinleyenler, okuyanlar, dünyanın kaç bucak olduğunu soranlar, bilenler, hey yedi iklim dört bucağı gezenler, size bir destanımız var. İnsanoğlu şu dünyada neyi arar, arasa arasa dostluğu, kardeşliği arar, sözü çok uzatmak neye yarar… Biz başlayalım Köroğlunun hikayelerini anlatmaya birer birer. Gidelim eski, uzak yıllara, Köroğlunun başından geçenleri söyleyelim. Söyleyelim de dinleyenlerimizin, okuyanlarımızın damakları tatlı, gönülleri hoş olsun, mert yakaları namert eline geçmesin. Bir de burada bizden önce gelmiş geçmiş, bir hoş sada olmuş, Köroğlu hikayeleri anlatan ustalarımıza canı gönülden bir selam uçuralım. Ruhları şadımanlık etsin. Şöyle rivayet ederler ki: O zamanlar İstanbul padişahlık, Bolu beylikti. Malum, İstanbulda Osmanoğulları hüküm sürerdi. Onları anlatmanın bir gerekliği yok; onları herkes bilir. Şimdi biz haberi Bolu Beyinden verelim. O zamanın Bolu Beyi, Osmanlı Padişahları kadar ünlü, onlar kadar itibarlı bir Beydi. Gençti, yakışıklıydı. Tebası onu sever, onunla övünürdü. Bu uzun boylu, akıllı, yakışıklı, adaletli Bolu Beyi, Boluda dünyanın en güzel atlarını yetiştirirdi. Onun yetiştirdiği atların ünü Anadoluyu aşmış ta Hindistandan Firengistana, İrandan Turana ulaşmıştı. Bolu Beyi deyince, akla en güzel, rüzgar gibi, kuş gibi, yıldırım gibi atlar gelirdi. Dertsiz baş olmaz. Bolu Beyinin de başında büyük bir derdi vardı. Hem de ne dert! Bir dert ki düşman başına. Onun derdi şuydu ki, ta ezelden beri oldum olası Osmanlı Padişahlarıyla araları iyi gitmiyordu. Osmanlıyla arasının iyi olmaması çok tehlikeli bir işti. Bir gün elinden Beyliğini, otlaklardan atlarını, gövdesinden de kellesini alabilirlerdi. Osmanlının kötü gözle baktığı bir Bey, netse neylese başını beladan kurtaramazdı. Bolu Beyleri şimdiye kadar Osmanlının çok belasını savmışlardı. Savmışlardı ama ne pahasına. Osmanlı sarayından kulağına öyle haberler geliyordu ki, Beyi ürpertiyordu. Padişah onun ününü, şanını çekemiyormuş. Üstüne sefere kalkacakmış. O da her gelen haberden sonra büyük armağanlarla Padişahın öfkesini indiriyordu. Bu mutlu Beyin bu derdi de ortadan kalksa, artık dünyada ondan mutlu kimse olmayacaktı. İşte bu yüzdendir ki Bolu Beyi Osmanlının gözüne girmek, onunla barışmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. O, şuna inanıyordu ki bir gün bu muradına da erecek, sonsuz mutluluğa kavuşacaktı. Bolu Beyinin atlarından dolayı, ünü dünyayı tutmuştu, dedik. Adını Çinden Maçine, İrandan Turana duymayan yoktu, dedik. Ona bu ünü sağlayan güzel atları kim yetiştirirdi? Onun seyisbaşısı kimdi? At yetiştiricisinin adına Koca Yusuf derlerdi. O da Bolu Beyi kadar dünyaya ün salmıştı. Onun da hakkında dünyanın her köşe bucağında akla hayale gelmez hikayeler duyardınız. Yok, onu bir ana değil de bir kısrak doğurmuş. Yok, o, at dilini bilirmiş de gece sabahlara kadar atlarla konuşur, onların dertlerini dinler, yaralarına merhem olurmuş. Dünyadaki bütün atlardan, at soylarından ona atlar, damızlıklar, selamlar gelirmiş. Koca Yusuf değil, seyisbaşı değil, atlar padişahı… Uzun sözün kısası, her yaratığın, arıların, kuşların, karıncaların padişahı vardır, Koca Yusuf da atların padişahı. Şöyle uzaktan bir ata baksa, o atın yedi sülalesini sayardı. Ne düşündüğünü, ne ettiğini, kaç yaşında bulunduğunu, ne kadar kulunu olduğunu bilirdi. Şimdi biz gelelim Koca Yusufun hikayesine. Bu Koca Yusuf kimdi neyin nesiydi? Görenler bilenler, duyanlar şöyle rivayet ederler ki, o, belki on bin yıldır soylu, güzel atlar yetiştiren bir soydandır. Onun yeri yurdu çamlıklı, başından bulutları eksik olmayan bol pınarlı, yarpuz kokulu, savran kurmuş oturmuş sarı çiçekli bir dağın eteğindeydi. Burası bereketli, taş eksen biter, çayır çimen düz bir ovaydı. Her bahar açan menekşesi dize kadar çıkar, ova yaz sonuna kadar dalga dalga menekşe kokardı. İşte bu güzelim ovada yüzlerce, binlerce soylu at otlardı. Bütün ova at kişnemelerinden çınlardı. Yüzlerce, yelesi rüzgarda kısrak, arkalarında tayları, ovada başı boş, oradan oraya, özgür, mutlu koşar dururlardı. Ovadaki binlerce at çobansız yularsız… Ve burası bir atlar cennetiydi. Bura halkının da bir tek işi vardı, at yetiştirmek. Dünyayı cins cins, ışıl ışıl, boy boy, renk renk atlarla donatmaktı işleri. Bura halkı ekin ekmesini, hasat etmesini bilmezdi. Bilip de ne yapsınlar. Atlar yüzünden dünyanın her yerinden onlara oluk oluk altın geliyordu. Padişahlar, Beyler onlardan yılkı yılkı atlar alıyorlardı. Bu at yetiştiricisi halk öylesine mutluydu ki Allahtan hiçbir dilekleri olmuyordu. Yılın birinde başlarına hiç beklenmedik, duymadıkları, görmedikleri bir hal geldi. Bu at yetiştiren toprakta kıtlık oldu. Ansızın, ot bitirmez bir kıtlık. Bulutlardan bir damla yağmur düşmedi. Toprak bölük bölük bölündü. Topraktan öylesine toz bulutları kalkıyordu ki, göz gözü görmüyordu. Tozdan soluk bile alamıyordu insan. Millet açlıktan koyunlar gibi toprakları yaladı. İnsanlar, daha da çok atlar kırılmaya başladı. Şurada burada yüzlerce tay ölüsü uzanmış yatıyor, kısraklar yavrularının başında dönüp duruyordu. Derken kısraklar da kırılmaya başladılar. Bir damla ot, su bulamayan bazı atlar da dağa çıktılar, dağdaki pınarlar kesilmiş, ağaçlar kurumuştu. Atlar, dağdan daha ötelere kaçtılar. Geriye kalan dost atlar, köyün içinde, evlerin kapılarında bir zaman beklediler. İnsanlar onlara hiçbir şey veremediler. En sonunda onlar da yelelerini rüzgara verip, başlarını aldılar, sulu otlu diyarlara göç ettiler. Ovada bir tek attan başka at kalmadı. Atlardan sonra insanlar da dayanamayıp yorganını alan, çoluğunu çocuğunu arkasına takan ver elini İstanbul, ver elini Adana, Urfa, ver elini İzmir deyip gittiler. İnsanlardan da köyde bir tek Yusufun babası kaldı. Yusufun babası her ölen atıyla bir kere ölmüş, her kaçan atıyla onun yüreğinin bir parçası gitmiş, o da bu acılara dayanamamış, yataklara düşmüştü. Atlardan kaçmayıp da kalan at, Yusufun babasının atıydı. Kır bir attı. Yelesi bulut gibi kabarmıştı. Ve Yusufun babası hasta düştüğünden beri evin kapısından ayrılmıyor, büyük kederli gözlerinde sonsuz bir acıyla kapıda kıpırdamadan duruyordu. Baba bir gün oğlunu çağırdı: “Oğlum Yusuf,” dedi, “şu ata bin de, buralardan uzaklaştır. O dost, o çok soylu bir attır. İnsanlar bir gün böyle atlara muhtaç olacaklar. Bari ölmesin. Yaşasın, döl versin ki, kır atın soyu kurumasın.” Yusuf: “Emrin başım üstüne baba. Götürürüm onu, çayırlık, sulak bir diyara bırakır gelirim,” dedi. Yusuf ertesi gün ala şafakta ata atladı sürdü. Toprak öyle yarılmıştı ki hendek hendek açılmıştı. Kır at hendeklerin üstünden kuş gibi aştı. Toz bulutlarını yara yara kıtlık diyarından çıktı. Bir sulak, otlu, bereketli ovaya geldiler. Yusuf attan indi, eyerini, gemini aldı, iki gözlerinden öpüp onu salıverdi. Yaya olarak yola düşüp binbir zahmetle, ayakları şişerek, yorgunluktan baygın düşerek, günler sonra eve geldi. Eve geldi ki ne görsün. Gördüğünden gözleri fal taşı gibi açıldı. Kır at kapıda olduğu gibi durup duruyor. Yusuf: “Baba, vallahi götürdüm,” dedi, “ona çok güzel, sulak, otlu bir ova buldum. İnan bana baba, kır atı götürdüm bıraktım. İnanmazsan ayaklarına bak.” Baba: “İnanıyorum sana oğul,” diye karşılık verdi. “İnanıyorum ama, atı gene götür. Bu sefer başka yere. Bizim yurdumuza benzer bir dağ eteğindeki ovaya. Götür oğlum. Belki bu sefer geriye dönmez. Yazıktır, ölmesin kır at.” Yusuftur, daha soluk almadan ata atladı, sürdü. Az gittiler, uz gittiler, yollar beller aştılar, güzel topraklar, sulak, otlu ovalar gördüler, durmadılar. En sonunda Yusuf bir yer buldu ki kendi diyarlarının tıpkısı. Attan indi, gemini eyerini aldı, gözlerinden iki kere öptükten sonra ata seslendi: “Kır at, kır at, canım kır at! Bilirim dostsun, kardaşsın, yoldaşsın, gönüldeşsin, bizden ayrılamazsın ama, orada kalırsan açlıktan öleceksin. Geriye dönme! Bir daha geriye dönüp de eve gelme! Babam seni gene geriye gönderir. Olan bana oluyor, günlerce aç susuz yol yürüyorum. Kıyma bana…” “Sağlıcakla kal,” dedi ve yola düştü. Eve geldiği zaman ayağında ayakkabı kalmamış, erimiş, ayaklarının altı yüzülmüştü. Eve geldi ki ne görsün, gene kır at kapıda durup durur! Öfkesinden kanı başına sıçradı ama, kır ata hiçbir şey söyleyemedi. Yusuf: “Baba, baba! İnan bana bu sefer de götürdüm,” dedi. “Ayaklarına bak.” Baba: “İnandım oğul, inandım sana. Bu bir deniz aygırıdır. Ben onu beş yıl deniz kıyısı bekleyerek, denizden çıktığı bir anda yakalayıp getirdim. Bu soylu bir attır. Bizi ölse de bırakmaz. Yalnız, o yıllardır deniz görmemiştir. O, yıllardır denizine hasrettir. Belki denizini görünce geriye dönmez. Onu bu sefer de götür bir deniz kıyısına bırak…” Hasta baba daha fazla konuşamadı, sustu. Başı da yastığa düştü. Bir süre gözleri kapalı öyle kaldı. Sonra iki dirseği üstüne dayanarak doğruldu: “Yusufum,” diye inledi. “Beni kır atın yanına götür.” Yusuf: “Baba hastasın, kalkma. Atı senin yanına getireyim.” Baba: “Kaldır beni. Kaldır da ata götür beni,” diye diretti. Baba eğilip atın kulağına bir şeyler söyledikten sonra onu gözlerinden öptü: “Sağlıcakla git benim en yiğit, en sadık, en candan dostum kır at. Sağlıcakla git ey benim kardaştan ilerim. Sağlıcakla git benim gönüldeşim.” Yusuf baktı ki atın boynuna asılıp kalmış babasının ayakta duracak hali yok, onu aldı yatağına götürdü. Baba yatakta azıcık dinlendikten sonra oğlunu sesledi: “İki gözüm oğul, gönüldeşim kır ata kılaptan işleme, altın üzengili eyeri, gene altın işleme babamdan kalma gemi vur, göğsüne incili, mercanlı, maşallahlı gerdanlığı, hamayili tak, götür deniz kıyısına onu öylece bırak.” Babasının dediği takım ta eskiden, büyük dedelerinden kalmıştı. Bu takım bir hazine ederdi. Yusuf ikircikliydi. Kır ata bu eyeri vursam mı vurmasam mı, diye düşünüyordu ki, babası: “Oğul, oğul,” dedi, “iki gözümün ışığı insan soyunun yakışığı oğul, bu takım evimize atlarla geldi, bırak da evimizden giden son atla birlikte gitsin.” Yusufun içi gidiyordu ama babasına karşı koymadı. Eyeri ata vurdu, dizgini gerdanlığı taktı, at bir ışıltı içinde balkıdı. Ve bir şafak vaktı Yusuf altındaki atı en yakın deniz kıyısına sürdü. Ve gene günlerden sonra bir şafak vaktı bir denizin kıyısına vardı. Vardı ki deniz kudurmuş. Dalgalar minare boyu. Doruklarında ak köpükler. Dünyayı bir gümbürtü almış, ortalık inliyor. Deniz kıyısında attan indi. O iner inmez de deniz duruldu, kuzu gibi oldu. Yusuf elindeki dizgini eyerin kaşına bağlayıp kır atı gözlerinden öptü. Sağrısına bir şaplak vurup: “İşte seni vatanına getirdim kır at. Yolun açık olsun. Sağlıcakla…” deyip onu bıraktı. Attır, bir sıçradı iki şahlandı, birkaç sefer kıyının kumluğunda kuyruğu dikip gitti geldi, sonra da denize açıldı. Denizin üstünden tozlu yoldaymış gibi, ayağı suya dokunmuyormuş gibi, uçup gidiyormuş gibi koşuyordu. Yusuf, kır at ta ötelerde, denizin uzağında ak bir nokta kalıncaya kadar arkasından baktı baktı, sonra onu gözden iyice kaybetti. Geriye döndü. Eve gelince kır atı gene karşısında bulacaktı, ama bu sefer o kadar üzülmüyordu. Kır at bu sefer eyeri de birlikte getirecekti. Ve Yusuf karar vermişti. Kır atı bir daha götürmeyecekti. Köyün üst başındaki tepeden evlerine baktı. Eğer at geri gelmişse, evin önünü bir altın ışıltısı alacaktı. Hiçbir şey göremeyince yüreği cız etti. Demek kır at da, yurdunu görünce onları bırakmıştı! Şimdi baba oğul virane köyde yapayalnız kalmışlardı. Yusuf: “Baba, baba! Kır at gelmedi.” Babası zayıf elleriyle yüzünü kapatmıştı. Kır atın geri gelmeyişi onu ta yüreğinden vurmuştu. Kır atı denizine göndermişti ama dönüp geleceğini de umut ediyordu. Demek onu kır at da bırakmıştı. “Gelmedi oğul, iki gözümün ışığı, insanoğlunun yakışığı oğul, kır at gelmedi ha? Gitti ha?” Baba belliydi ki atın burada kalmamasını, burada kıtlıktan ölmemesini istemiş, atın dönüp dönüp geriye gelmesi de ona güç vermiş, sonra da atın bir daha geri dönmemesine içerlemiş, boyuna ah çekiyordu. “Aaaaah, kır at!” Aradan günler geçti, baba yataktan kalkamadı. Yusuf hasta babasını sırtına alıp bu yangından, kıtlıktan başka diyarlara göç etmek istedi, baba buna razı gelmedi. Güzel günler gördüğü, suna gibi atlar yetiştirdiği yurdunda ölecekti. Bir gün oğlunu sesledi: “Benim ömrüm azalmıştır, oğul! Benim sana vasiyetim şudur ki baba mesleğini bırakma. Sana iyilik de kötülük de, ün de şan da, baba mesleğinden gelecektir. Ölüm de yaşamak da baba mesleğinden gelecektir. Bu topraklar bir daha ihya olamaz. Bu bizim topraklar çürüdü. Kendine git daha güzel bir diyar bul, orada daha güzel atlar yetiştir. Kula kul olma, kulun emrine girme. Girersen, bil ki başına büyük belalar gelecektir. Kendi başına buyruk ol. Dünyayı güzel atlarla donatmaya devam et.” Yusuf: “Emrin baş üstüne baba. Başım üstüne. Kendi başıma buyruk olacağım, dünyayı güzel atlarla donatacağım,” dedi, babasına söz verdi. Böylece konuştular. Baba rahat, Yusuf rahattı. Bir şafak vaktı baba öldü. Ipıssız, kimsiz kimsesiz köyde tek başına kalan Yusuf altın torbasını yerden çıkarıp sırtına vurdu ve yollara düştü. Ora senin, bura benim, güzel, bereketli, at yetiştirmeye uygun, kendi topraklarına benzer bir yer arıyordu. Günlerce aylarca aradı bulamadı, buldu satmadılar, sattılar o kadar para istediler ki parası yetmedi. Uzun bir cebelleşmeden sonra bir gün kendini Bolu Beyinin diyarında buldu. Bu diyarı görünce sevinç içinde kaldı. Burası sulak, bağlık bahçelik bir yerdi. Ovasında yılkı yılkı atları vardı. Burası öyle bir yerdi ki, kendi yurdundan daha güzeldi. Burada daha güzel atlar yetiştirebilirdi. O anda hiçbir şeyi düşünmeden, babasının vasiyetini aklına bile getirmeden doğru Bolu Beyine gitti. Zaten Bolu Beyini çok iyi tanırdı. Bolu Beyi, her yıl yurtlarına gelir, babasının yetiştirdiği en güzel tayları alır giderdi. Yıllar yılı, sanki bir evde büyümüşçesine kardeş gibi olmuşlardı. Bolu Beyi onu görünce çok sevindi. “Seni bekliyordum, Koca Yusuf. Başınıza gelenleri duydum. Başın sağ olsun. Baban nasıl? Köyde mi kaldı?” Koca Yusuf: “Babam öldü.” Bolu Beyi: “Bir daha onun gibi bir at yetiştiricisi bu dünyaya gelemez. Bu dünyada bir daha onun yetiştirdiği gibi atlar yetişemez.” Koca Yusuf: “Son atı da gidince dayanamadı. O, oğulsuz yaşardı da atsız yaşayamazdı. Hastaydı ya, kahrından öldü. Kır at diye diye öldü.” “Sen yaşa, Koca Yusuf. Artık sen onu aratma. Baban ölürken sana el vermiştir. Sen de onun gibi güzel atlar yetiştireceksin. Dinle beni. Koca Yusuf, sen benim kardeşimden ilerisin. Baban beni çocuğu gibi severdi, bilirsin. Çok tuzunuzu ekmeğinizi yedim. Şu tavladaki atlarımın, şu ovadaki yılkılarımın çoğu babanın yetiştirdikleridir. Ya da onların soyundandır. Şimdi dinle beni… Bu atları sana teslim ediyorum. Sen benim seyisbaşım değil, kardeşimsin. Bu beylikte dilediğini dilediğin gibi yapacaksın, işine hiç karışmayacağım. Emrinde yüz tane seyis var. İstersen daha da alacaksın. İstersen şu atların hepsini öldürür, istersen satarsın. Sana hiç kimse karışmayacak.” Koca Yusuf büyük bir kıvanç içinde kaldı. Bolu Beyi bütün tavlalarını, binlerce atını ona teslim edivermişti. Onun şu dünyada at yetiştirmekten başka hiçbir isteği yoktu ki… Babasının vasiyeti hiç aklına gelmedi… Koca Yusuf: “Sağ ol, var ol Beyim. Sana öyle atlar yetiştireceğim ki, bu atları dünya, dünya oldu olalı görmemiş olacak.” Oradan ayrılıp hemen işine koyuldu. Tavlanın birisinin yanına bir ev yaptırdı. Artık atlarla beraberdi. Onlarla yiyor, onlarla içiyor, onlarla uyuyor, onlarla uyanıyordu. Derdi günü atlardı. Onların hastalıklarına, yiyeceklerine, yavrularına bakıyor, soylarını düzeltiyordu. Birkaç yıl içinde Bolu Beyinin tavlasındaki atlar değişti, güzelleşti. Yılkılardaki atlar da başkalaşmıştı. Yusufun babasının tavlasındaki atlardan daha güzel olmuştu her biri. Bir gün Bolu Beyi Yusufu çağırdı: “Kardeş Yusuf bu nasıl bir sırrı hikmettir ki birkaç yıl içinde tavlamdaki atların her biri değişti, rüzgar gibi oldu?.. Senin evlenme zamanın gelmiştir. Artık evlen de çoluk çocuk sahibi ol!” Bey duymuştu ki Koca Yusufun sevdiği kız vardı. İstediği kızı ona aldı. Beylere, padişahlara has bir düğün kurdu Koca Yusuf için. Düğün kırk gün, kırk gece sürdü. Koca Yusuf bu padişahlara has düğünden sonra işine daha bir candan, daha bir yürekten sarıldı. Atlar o kadar güzel, öylesine bakımlıydılar ki, her bir at güneş altında ışık saçıyordu. Evlendikten bir yıl sonra Koca Yusufun bir oğlu oldu. Adını Ruşen Ali koydular. Aradan böylece yıllar geçti. Seyisbaşı Koca Yusuf, Beyinden, işinden hayatından kıvanç duyuyor, Bey de seyisbaşı Koca Yusuftan dolayı kıvançlı… Neden kıvançlı olmasın, atlarının ünü varmış da bütün dünyayı tutmuş. Hindistandan, Arabistandan, Firengistandan ona at satın almaya geliyorlar. Yedi iklim dört bucağın padişahları, beyleri onun ayağına atlar almaya atlar görmeye geliyorlar. İşte bütün bunların hepsi de Koca Yusufun yüzünden. Sıcak bir bahar günüydü. Ağaçların dalları çiçekten bükülmüştü. Ovalar dağlar tepeden tırnağa çiçeğe kesmiş, toprak, deniz, ağaçlar, bütün dünya çiçek kokuyordu. Esen yeldeki koku insanı sarhoş edip başını döndürüyordu. Dağların, ovaların nennilendiği bir gündü velhasıl. Bolu Beyinin seyisbaşısı Koca Yusuf bu güzel günde yılkı yılkı atlarını deniz kıyısındaki otlağa salıvermiş, kendi de bir tepeye yan gelmiş atlarını seyrediyordu. Atlar bu bahar gününde otluyorlar, oynaşıyorlar, sevişiyorlardı. Atların mutluluğu dünyanın mutluluğu, Koca Yusufun mutluluğuydu. Daha birinci baharlarını yaşayan tor taylar delirmişler gibi düz ovada oradan oraya koşuyorlardı. Yeni bir dünyaya açılmanın, dünyanın baharını ilk olarak almanın tadındaydılar. Deniz durgun, ortalık ılımanlık, usuldan esen yel koku yüklüydü. Olgun kısraklar, atlar ılık güneşte aşkla, şevkle geniş sağrılarını gerip geriniyorlardı. Ne oldu, ne olmadı, birden ortalık karışıverdi. Direk direk toz yekindi ovadan, denizden. Deniz kudurdu, dorukları ak köpüklü dalgalar minare boyunu aştı, ortalık gümbürdedi. Yer, gök, deniz biribirine karıştı, her şey, ağaçlar, çiçekler, bulutlar, atlar, kumlar, otlar karman çorman oldu. Ve kudurmuş mavi, ulu denizin üstünü yıldırım gibi oradan oraya koşan, çatışan şimşeklenen kara bulutlar sardı. Deniz çalkandıkça bulutlar da çalkanıyorlardı. Bulutlar rüzgarlanıp şimşekleniyor, dönüyor, deliriyor, köpürüyor, köpükler bulutlara savruluyor, dünya kuduruyordu. Ovadaki atlar neye uğradıklarını şaşırmışlar, yeleleri kuyrukları savrularak oradan oraya koşuyorlardı. Ağaçları kökünden söken rüzgar ince bacaklı bu yılın taylarını oradan oraya sürüklüyordu. Atlar, yele kuyruk karmakarışık, toz duman içinde dönüp duruyorlar, kümelenip biribirlerine sokuluyorlar, sonra geri dağılıyorlardı. Tozdan dumandan göz gözü görmüyor, denizle toprak, denizle gök, toprakla gök, ağaçlar bulutlar biribirlerine karışmış, neyin ne olduğu belli olmuyor. Dünya, dünya oldu olalı böylesine kaynaşmamıştı. Koca Yusuf yanındaki ağacın bedenine sarılmış, esen ulu rüzgardan kendisini korumak, onun önüne düşüp denize, dalgalara sürüklenmemek için elinden geleni yapıyor, bu delirmiş dünya karşısında şaşkın, dili damağı kurumuş, sonucun neye varacağını bekliyordu. Durup dururken şu dünyaya ne olmuştu? Onun bu kadar delirdiği, zıvanadan çıktığı şimdiye kadar ne görülmüş, ne de duyulmuştu. Ağzına burnuna toz, acı tuz dolmuş Koca Yusuf gövdesine sarıldığı ağaca gittikçe var gücüyle sarılıyor, rüzgara kendisini kaptırmamak için sonsuz bir güç harcıyordu. Bir korkusu vardı, ya rüzgar sarıldığı ağacı kökünden söker de götürürse? Ne oldu, ne olmadı, birden gümbürtü kirp diye kesiliverdi. Esen rüzgar sanki hiç esmemişti. Denizin dalgaları çekildi. Sanki önce kuduran deniz o değildi. Dünya öylesine bir sessizliğe gömüldü ki ortalıkta çıt yok ve yaprak kıpırdamıyor. Deniz dümdüz. Değil dalga, köpük, üstünde en küçük bir kırışık bile yok. Ovadaki atlarsa, bu inanılmaz sessizlik içinde durup kalmışlar, oldukları yerde dimdik, heykeller gibi. Derken ta ötelerde, denizin üstünde beyaz bir at başı gözüktü. Pırıl pırıl, büyük gözleri ışık içinde bir atın başıydı bu. Gövdesi suyun içindeki at, denizi yara yara kıyıya doğru yıldırım gibi geliyordu. Sonra atın boynu çıktı suyun yüzüne. Az sonra da at bir silkindi, suyun yüzüne çıkıverdi. Suyun yüzünde uçarcasına kıyıya doğru gelmeye başladı. Mavi denizin üstünden kayarak gelen kır at pırıltı içinde balkıyordu. Bu sessizlik içinde bile kır atın denize dokunan ayakları hiçbir ses çıkarmıyordu. Koca Yusuf bir türlü gözlerine inanamıyor, deminden beri olup bitenler hayal mi gerçek mi bir türlü kendine gelemiyor. Durun bakalım ne olacak? Koca Yusuf kendi kendine söylendi: “Deniz aygırı dedikleri bu olmasın? Babamın denize giden atı bile böyle güzel değil. Babamın atı bu olmasın? Keşki bütün atlar bu deniz aygırı gibi yaratılsaydı, şu dünyada hiçbir şey istemezdim. Böyle bir çift atım olsun, bir çift gözüm var, onu da alsınlar…”
Yaşar Kemal – Üç Anadolu Efsanesi
PDF Kitap İndir |