Daha çarşıya adımımı atar atmaz önüme çıkan ilk kişi, daha hoş geldin bile demeden: “Bu kaymakam mı…” diye başladı, “bu kaymakam mı… bir diktatör. Evleri yıktı, ocakları söndürdü. Çingeneler var ya, hani bilirsin Çingene Sami, daha yenilerde öldü. İşte onlar. Evlerini yıktı da bu kaymakam. Aaaah bu kaymakam… Allah hiçbir kasabanın başına vermesin böyle bir kaymakamı. İşte karakış ortasında Çingeneler açıkta, saçak altlarında kaldılar. Bu yüzden çocukları satlıcan oldu da öldü. Sonra bu kaymakam var ya, yola bir metre giden evi toptan yıktırdı. İşte böyle. Diyorlar ki…” “Ne diyorlar?” “Ben sana söylüyorum ki kardaş, sen de bu memleketin bir çocuğusun. Elbirliği edelim de bu afeti şu kasabanın üstünden kaldıralım. Hazır İçişleri Bakanı da kasabamızda iken. Sen bir, İçişleri Bakanı iki, bir de dört milletvekilimiz, üç, bir de ağalarımız, beylerimiz, parti başkanlarımız, bir de şu kaymakamın zulmünü görmüş muhtarlarımız. Bir de köylülerimiz… Fıkara, ağzı var dili yok köylülerimiz. Amanın şu kaymakamın, şu zulüm makinasının önüne geçin. O Milli Birlik devrinde onun önüne geçilemiyordu. Şimdi tam sırası. Hep birlik olup, şu ayağı yalın köylü oğlu kaymakamın hakkından gelelim. İçişleri Bakanıdır hemşerimiz. Neden atmaz bu kaymakamı? Ne sebepten? Varmış, demiş ki Bakana, ağamız, ben seni milletvekili yaptım… yoksa sen bu koltukta oturamazdın. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti bir hükümetinin koskoca bir İçişleri Bakanı olamazdın ben olmasaydım. Sen de bu kaymakamı atmazsan, ben de sana hakkımı helal etmem. Ve de sen bir daha milletvekilliği, İçişleri Bakanlığı yüzü göremezsin. O da, peki, demiş. Sen gözümden iste o kaymakamı atmayı… Hele bir sandalyamıza oturup yerimizi sağlamlaştıralım. Bir kaymakam da ne ki? Sen onu benim gözümden iste. Önce Van ilinin Muradiye ilçesine kış ortasına sürdülerdi. Şimdi, sen onu benim gözümden iste ki, ben onu Ağrının Diyadin kasabasına süreyim ki, kuş uçmaz kervan geçmez…” “Kim etmiş, bu sözleri kim etmiş?” “İçişleri Bakanı.” “İnanmam. İşte buna inanmam. Hepiniz kadar ben de tanırım İçişleri Bakanını. O öyle demiş de siz neden benden yardım istiyorsunuz?” “Hani bu memleketin çocuğusun dedik de… Gazatacısın dedik de… Bir yardımın olur dedik de…” Başka biri yaklaştı yanıma: “Sen,” dedi, “o şom ağızlılara inanma. Böyle bir kaymakam bir daha bu kasabaya ne gelir, ne de gider. Elini yüksek gazeteci vicdanına koy. Koy ki, yarın şu kasabayı bir iyice dolaş. Dolaş ki, bu kasaba eski kasaba mı, bir iyice gör. Bu kasaba çamur deryası mı? Bu kasaba pislik yatağı mı, bir iyice gör de, var git kaymakama de ki, arkadaşım, aslanım, sana çok teşekkür borçluyum. Kasabamı bu hale getiren adamın yüce alnından öperim. Ben seni bilirim, sen ki vicdanı temiz hakçı hakkaniyetçi bir vatandaşımızsın. Hem de kasabamızın yetişmiş, İstanbullarda gezen bir evladısın. Gel bizim eve ki sana sağlam, güzel vesikalar arz edeyim ki, nedir bu kaymakam göresin…” Benim bir dostum vardır. İnsanlar içinde sevdiğim bir insandır. Saydığım bir insandır. İlk olarak, kasabaya varır varmaz, onu görmek iktiza eder. Yoksa gücenir. Gönül beklenmedik bir yerden bir acı gelirse gücenir. Onunla acı tatlı günlerimiz oldu. Bu dostumu bir gün belki enine boyuna anlatırım. Yaşı yetmişi aşkındır. Eski Yunan filozofları kadar akıllıdır. Ne öğrenmişse topraktan, hayattan öğrenmiştir. Kasabaya varır varmaz gittim elini öptüm. Hoşbeşten sonra ilk iş, gene kaymakam sözü çıktı karşıma. “Bu kaymakam var ya, sana söyleyim ki, bunu peşinen söyleyim ki, böyle bir kaymakam daha gelmedi kasabamıza… On beş yılda bu kasaba ağaları 37 tane kaymakamın arkasından teneke çaldırdı. Ama böylesi bir kaymakam gelmedi bu kasabaya. Hakkını inkar edenin gözünü Allah kör eyler. Kör eyler de, şu güzelim gün ışığından mahrum eyler. Bu kaymakam bir iki yıl daha kalsın bu kasabada, bu kasaba cennete kesmezse, ben de şu elimi kökünden keserim. Bu kaymakam insan değil, ne uyku biliyor ne dünek. İnsan olan bu kadar çalışmaya dayanamaz. Ama bu adam burada kalmasın. Sen benim dostumsun. İçtiğimiz su ayrı gitmezdi bir zamanlar. Haaa, şunu da söyleyim de iyi öğren, sen bu kaymakamı çok seversin. Çok kusurları var ya, gene de seversin. Bu kasabaya gelir gelmez, ilk işi ne oldu bilir misin? Ne oldu, dersin? Bir bilsen, varır da kaymakam dairesine, tutar da o kaymakamı, tam alıncığının ortasından öpersin. Arkadaş sana bir şey deyim mi, kaymakamı da valiyi de köylü oğlundan yapacaksın ki, halkın değerini bilsin… Ne diyordum hele, bu kaymakam kasabaya gelir gelmez, bir emir vermiş ki, bir ilanat vermiş ki, bundan böyle hiçbir ağa, bey köylünün önüne düşüp benim daireme getirmeyecek. Köylü hiçbir aracısız benim yanıma gelecek. İşini gördürecek. Artık aradaki ağa aracısını istemiyorum. Aracının bir gerekliği yok. Bunu duyan ağalar yandı bitti. Köylü üstündeki nüfuzlarının çoğu bu aracılıktan dolayıdır, bilirsin. Sen herkesten iyi bilirsin canım. İşte kaymakam bunu yapınca, ben de bir memnun oldum ki, sormayın. Tarifsiz memnun oldum. Artık köylü insan gibi gidip kaymakamın dairesine, ağaya beye yalvarmadan, kendi işini kendisi takip edecek. O zaman ne oldu? Ağaların değirmeninin suyu kesildi. Derken efendim, bu kasabaya gün doğdu. Allah bize bir baba, bulunmaz bir kaymakam gönderdi derken, deyip sevinirken… bir de baktım ki, Allah bize yeni bir Menderes göndermiş. Değirmenlerin suyunu kesip, çeltikçilere satar…” Herkesin bir derdi var, değirmencininki de su, derler. Benim dostumun derdi de suydu. Aaaah kaymakam aaah, hiç değirmenin suyu kesilir de çeltikçiye satılır mı? Kasabanın en akıllı bir adamı bile sana düşman kesilir. İnsan iş yaparken hiç yanını yönünü kollamaz mı? Bre gözünü sevdiğim kardeşim. Nereye gitsem, kiminle konuşsam bir kaymakam sözüdür gidiyor. Peki, bu kasabada başka konuşulacak söz yok mu? Sonra hep bana niçin söylüyorlar? İşin aslını bir öğretmenden öğrendim. Kasabalılar sanıyorlarmış ki, ben buraya kaymakam için röportaj yapmaya geldim. Böyle bir niyetim yoktu. Aklımdan bile geçmiyordu. Salt kasabamı görmeye gitmiştim. Eşimi dostumu, akrabalarımı, sularımı, ağaçlarımı görmeye gitmiştim. Bu kaymakam işinde iş var diye düşündüm sonra da. Şu, hani bana kötü bakanlar var ya, şimdi onun sebebini anladım. Bunlar kaymakama düşman ağalar, ağaların çocukları. Şu bana dostluk gösterenler var ya, aşırı sevgi, bunlar da kaymakamın yaptığı işlere sevinenler, öğretmenler, memurlar, köylüler, esnaf… Kısacası halk. Hani kasabamda karşılanışım o kadar da kötü değil. Ve oturdum, kasabada on gün kaldım, bu kaymakamın kasabadaki bir yıllık macerasını yazdım. İlk Kıyamet, Kaymakam Köylü ile Temasında Ağaları Kenara İtince Koptu Sanırım 1950’den önceydi. Kadirlide Çamlı kahvede ağalardan birisiyle konuşuyordum. Bu sıralar Kadirliye ortaokul açılması için bütün Kadirlililer canla başla çalışıyorlardı. Her nedense bu bizim ağa kasabaya ortaokul yapılması aleyhindeydi. Ağayla bunun tartışmasını yapıyorduk. Hiçbir şey söylemiyor, yalnız: “Kel başa şimşir tarak, şimşir tarak,” deyip duruyordu. Ben de oturmuş, dilimin döndüğünce, kasabaya ortaokul açılmasının zararlı değil, çok faydalı olacağını, gençlerin okuyacağını, kültürlerinin artacağını, ne bileyim ben, söylüyordum. Bunun üstüne ağa bir ara ağzındaki baklayı çıkarıverdi: “Biliyorum, biliyorum,” dedi, “okuyacaklar da bu fakir fıkaranın çocukları hep senin gibi olacaklar. Olacaklar da servetimize göz dikecekler. Okuyacaklar da köylünün önüne düşüp bizim topraklarımızı paylaşmaya çalışacaklar.” Ben o zamanlar Kadirli çarşısında Hacı Ali Çavuşla bir dükkan saçağı altına sığınmış bir arzuhalciydim. Hikayeler karalıyordum, roman denemeleri yapıyordum. Günde de en çok on lira kazanıyordum. Köylüler, ağaların elindeki hazine tarlalarının listesini çıkarıp bana getiriyorlardı. Falan ağada şu kadar devlet toprağı var, falanda şu kadar, diye. Ben de arzuhallerini yazıyordum. İşte bütün suçum buydu. Ağalar bu kadarcık şey için o kadar kesif propagandaya girişmişlerdi ki benim için, vay babam vay! Altından kalkılmaz. Evimde telsiz istasyonları mı yoktu, verici radyo mu yoktu, neler de neler. Her gece Sülemiş tepesine çıkıp, Rusyayla mı konuşmuyordum. Üstelik de, her hafta candarma dairesine ihbar ediliyordum. Bizim komşu, ama kapı bir komşu candarma çavuşu eve geliyor, bizim evi baştan sona tarıyordu. İş öyle bir hal almıştı ki, candarma çavuşu bizim evde ne var ne yok ezbere biliyordu. Kaç tane şiir yazdım, kaç satır hikaye yazdım, hepsini biliyordu. Bir de kasabanın yarı halkı, millete seyir gerek ya, bizim kapıya yığılıyor, bu aramayı seyrediyordu. Benim alıcı verici radyom öyle gizli bir yerdeydi ki, hiç mi hiç bulunmuyordu. Belki hala arıyorlar! Sonra, boşu boşuna hapisler mi? Şöyle arkama dönüp bakıyorum da, bunca zulme insanoğlu dayanamaz. Gençlik işte, dayandık. İnşallah bir gün bu korkunç macerayı okurlarıma iyice yazarım da, ağalar nedir, faydaları için insan hayatına nasıl kıyarlar, bir iyice anlarsınız. Yukarıdaki örneği kendimden söz etmek için vermedim. Demek istedim ki, ağanın en küçük bir faydasına dokundun mu, yandın. Yandın da bittin. Sana edilmedik iftira, yapılmadık zulüm kalmaz. Bir gün bir yazar çıkar da Anadolu kasabalarının içyüzünü yazarsa, işte o zaman niçin bir çıkmazdayız, niçin bu kadar geri, korkunç durumdayız, her şey gün gibi ortaya çıkar. Türkiyenin en büyük problemi ortaya çıkar. Osmaniye de Adananın bir ilçesidir. Kadirli kazasına komşudur, bitişiktir. Memet Can, Osmaniyenin bir köyündendir. Okumuş, kaymakam olmuş. Ben kendisiyle ancak yarım saat görüşebildim. Sanırsam bundan önce de bir kasabaya kaymakamlık etmiş. Uzun boylu, esmer, güçlü, gösterişi olan, otuz beş, otuz altı yaşında gösteren birisi. Milli Birlik Komitesi ihtilalle idareyi ele alınca, işte bu köylü Memet Can Kadirliye kaymakam tayin ediliyor. Üç ay hiçbir işe karışmıyor. Öyle donmuş gibi duruyor. Yalnız tek şey yapıyor, diyor ki, ağaların, başkalarının aracılığıyla gelen hiçbir işi, haklı da olsa yapmam, herkes kendi işini kendisi kovuşturacak. Kaymakamlık odası herkese açıktır. İlk homurtu buradan başlıyor. Nasıl olur da ağalar kendi öz köylülerinin işini kovuşturamazlarmış. Yüzyıllardan bu yana süregelen bir alışkanlığı bir kaymakam nasıl kaldırırmış! Nasıl kaldırır da, ayağı çarıklıları odaya doldururmuş. Kasabada kötü sözler dolaşmaya başlamış: “Ne olacak, fıkara çocuğu değil mi? Servet düşmanı, ağa düşmanı değil mi? Fıkara çocuğu oluşundan dolayı içinde derdi var, ağalara karşı. Odası Kaymakamlık odası değil, köylü odası. Çarık kokusundan odasına girilmiyor.” Ağalar, bunu böyle söylemişler ya, yaymışlar ya… Köylüde de, halkta da bir kıvanç bir kıvanç… Yerden mi bittin, gökten mi yağdın bre kaymakam? Buraya Kadirli derler. On beş yılda 37 kaymakam değiştiren kasabadır bu. Bu Kadirli ağaları burada kaç kaymakamın kuyruğuna teneke bağlamadı. Sen arandan, köylülerle kendi arandan, nasıl olur da ağaları çeker bir yana atarsın? Geleceğin varsa, göreceğin de var. CHP’li ağalar geliyor, iş yok. DP’liler geliyor, iş yok. CHP’liler diyor ki, bu adam DP’li. Bizi halkın gözünde beş paralık etti. DP’liler diyor ki, ne olacak, zaten Milli Birlik kaymakamı… İki uç burada bir iyice birleşiyorlar. Bir şey yıkılıyor Memet Canın kişiliğinde, o feodal nizam dedikleri ortaçağın bir düzeni yıkılıyor. Bunu nasıl yapar bu adam? Hiç köylü yanında ağası olmadan hükümet kapısına gidebilir mi, gider de kendi eliyle kendi işini görebilir mi? Öyleyse, bu ağaların, beylerin hikmeti vücudu ne? İş bununla kalsa iyi. Üç ay sonra bu kaymakam, bu ayağı çarıklı köylü oğlu azıttıkça azıtıyor. Halkı yanına aldı ya, arkasında da Milli Birlik hükümeti var ya… Aaaah, eski günler. Bir kaymakam ne ki, el kiri bile değil. Gidersin Ankaraya, çıkarsın İçişleri Bakanına, onun bile gerekliği yok, gidersin bir şube müdürüne, İl Başkanı selam eyledi, dersin. Bu kaymakamın burada durması iktiza etmez. Hemen alırlar, en münasip yere atıverirler. Bu Milli Birlik daha yeni. Üstelik de ilan edip duruyor, ağalara karşıyım, diye. Bir çare yok. Bu kaymakamın ettiği ettik değil ya, başta ihtilal hükümeti var, ne gelir elden. Beklemekle koruk helva olurmuş, bunu ağalar kadar dünyada hiç kimse bilmez. Ben, bunun öz bir tanığıyım ki, hiç kimse bunlar kadar beklemeyi bilemez. Ağıya ağıda bulduk ilacı, derler ya, bu kaymakam tam ağaların dişine göre adam. Köylü milleti kurnaz olur. Ağaları kendisiyle halk arasından kaldırınca, gerçekten bu büyük devrimi yapınca, halkın kendisine bağlanacağını biliyor. Kim bilir, babası, dedesi, ağa aracılığıyla hükümete, neler pahasına iş yaptırmışlardır. Bizim kaymakam üç ay bekledikten, bütün ilçeyi köy köy tanıdıktan sonra işe başlıyor. Köylüyü de bir iyice biliyor ya… Kadirlinin köylerinin bir kısmı ovada, bir kısmı Torostadır. Ova köylerinin birçoğunda okul yok. Kaymakamın elindeki okul tahsisatı da az, hepsine yetmez. Kaymakamımız köylü ya, köylünün yüreğini bir iyice biliyor ya… Köylere ilanat veriyor: “Behey arkadaşlar, kıymetli köylülerim, vatandaşlarım, bilesiniz ki, köyünüze okul yaptırılacak. Ama elimizde tahsisat az var. Şimdi, siz köylüler, kendi öz bir gönlünüzce, devlet zoru, kaymakam korkusu yok, bunu böylece, bunu isterim ki, bir iyice bilesiniz, kumunuzu, çakılınızı, bir de kirecinizi alır getirir, okul yapılacak yere yığarsanız, sizin okulunuza hemen başlatırım. Bu işi hangi köy ilk olarak yaparsa, ben de ilk olarak o köyün okuluna başlatırım…” Köylülerde bir ikircik, bir ikircik. Şimdiye kadar gelen hangi hükümet adamı sözünü tuttu ki… Her neyse, bir iki köy çakılı, kumu, taşı, kireci taşıyıp yığıyorlar okul yapılacak yere. Kaymakam, gün geçirip fırsat vermeden zamana, hemen okula başlatıyor. Az bir zamanda da okul bitiriliyor. Bunu gören köylülerde bir yarış, bir yarış… Kumu, taşı, kireci yığan yığana. Ve ova köylerinin okulları birkaç ay içinde tastamam oluyor. Öğretmen bekliyor. Amanın bu ne iştir, bu ne sihirdir, bu ne keramet? Derken senin kaymakam, aynı usulle, aynı şekilde ovadaki köy yollarına başlıyor. İmece yoluyla. Seninkiler, görüyorlar ki, az bir zamanda da köy yolları tamam olmaz mı? Bu sefer de dağ kollarının adamları gelip kaymakamın başına musallat olmazlar mı? “Arkadaş, biz adam değil miyiz? Biz, vatandaş değil miyiz? Dağ koluysa da vatanımız, bu topraklar Türkiye Cumhuriyetinin içinde değil mi? Arkadaş, ova köylüleri imece bilir de biz bilmez miyiz?” Ve kaymakam aynı usulle dağ köyleri yollarına ve okullarına başlatıyor. Kadirli ilçesinin 67 adet köyü var. Bu 67 adet köyden yalnız 27’sinde okul vardı. Hükümetin bir programı varmış. Türkiyede on yıl içinde okulsuz köy kalmayacakmış. Adana Valisi söyledi bana, Adana ilinde bu program beş yılda tamam olacakmış. Ben, buna inanıyorum. Mukadder Öztekin adındaki Adana Valisi de namlı çalışkanlardan. Bu on yıllık program Kadirli ilçesinde, yani Adana ilinin Kadirli ilçesinde, kaç yıla inmiş? Bir düşünün bakalım, mümkünü yok bulamazsınız? Akıl almaz bu işi. Yani bizim memlekette akıl almaz. 34 okul yapılacak bir ilçeye. 34 okul öyle kolay kolay biter mi? Sabrınızı fazla taşırmayım. Kadirlideki bu 34 okul bir yılda yapılıp bitecek. İçine öğrenciler girip gürül gürül okuyacaklar. Gittim gördüm, son birkaç okul da bitirilmek üzereydi. Siz olsanız bu kaymakamı ne yaparsınız? Ne mi yaparsınız? Düşüncenizi söylemenizi istemiyorum. Elin adamı böylesi kaymakamı ne yapar, ilerdeki yazılarımda göreceksiniz. On yılı bir yıla indiren! Ya biz dokuz yılı ne yapacağız?
Yaşar Kemal – Bir Bulut Kayniyor
PDF Kitap İndir |