Yaşar Kemal – Sari Defterdekiler Folklor Derlemeleri

Kemal Sadık Göğceli’nin halk yaratılarına ilgisi ne zaman başladı, bunun kesin tarihini belirlemek kolay değil… Nerede başladı, sorusunun yanıtını biliyoruz: Çukurova’nın karnına doğru yürümüş kayalıklı bir dağın koyağındaki Hemite köyünde. Hemite o zamanlar şimdiki gibi Osmaniye’ye değil, Kadirli’ye bağlı bir köy… Doğduğu evde Kürtçe, köyde Türkçe konuşuluyordu. Kemal Sadık, altı yedi yaşlarındayken, yöredeki halk şairleri gibi şiirler söylemeye başlamıştı. Daha okuma yazma öğrenmemişti. Köyünde okul yoktu. Anası, onun halk şairi olmasını hiç istemiyordu. Oysa, “Bu ev, Abdale Zeyniki’nin diz çöküp destan söylediği evdir,” diye övünülüyordu evde… Aile daha Çukurova’ya göçmeden, büyük Kürt halk şairi, destancısı evlerine konuk olup destan söylemişti. Eve gelen kimi konuklar ve Kürt destancılar hep Abdale Zeyniki’den söz ediyorlardı. Küçük Kemal, demek ki, hiç ayırdına varmadan, evin içindeki Abdale Zeyniki efsanesinden ve çevredeki halk şairlerinden etkilenmişti. Söyledikçe söylüyordu… Adı Âşık Kemal’e çıktı, Çukurova’da yayılmaya başladı… Bir gün Hemite’ye Torosların âmâ şairi Âşık Ali geldi. Sabaha kadar çakıştılar. Yani, bir Âşık Ali söyledi, bir Âşık Kemal… Âşık Ali, bu çocuğu pek sevdi. “Sen bu yaşta bu kadarsan, sonunda Karacaoğlan gibi olacaksın,” dedi… Anası neden karşı çıkıyordu onun şiir, türkü söylemesine? Birkaç yıl önce, Kemal’i dört buçuk yaşındayken, dağlar gibi kocası öldürülmüştü. Zala’nın oğlu gibi babayiğit bir koruyucusu varken… Onu, Van’dan gelirken ölümden kurtardığı, besleyip büyüttüğü, oğulluğu Yusuf, camide namaz kılarken bıçaklamıştı. Zala’nın oğlunun elinden ne gelir? Nigâr Hatun, belki de, biricik evladı Kemal halk şairi olursa başını alır gider, yuvadan uçar diye düşünüyordu… Zala’nın oğlu, sonrada eşkiya oldu.


Bazı geceler, yanında beş eşkiya ile Kemallerin evine gelir, ona armağanlar getirirdi. Yumuşak, tatlı, güler yüzlü bir adamdı… İşte bu Zala’nın oğlunu bir gün Toroslarda candarmalar çevirdiler ve beş kişisiyle birlikte öldürdüler. Kemal, bu acı haberi alır almaz uzun bir ağıt yaktı. Anasına da söyledi. Anası, ilk olarak bu türküsünü sevdi, ilk olarak şiir söylemesine ses çıkarmadı. Onu yenmişti… Bir süre önce köye bir çerçi gelmişti. Köylü kadınlara istediklerini borca veriyor, bir deftere yazıyordu. Sekiz yaşlarındaki Kemal, çerçiye bu yaptığının ne olduğunu sormuştu. Çerçi, “Yazıyorum,” demişti, “sonra yazdığımı okuyorum, böylece kimin ne kadar borcu olduğunu unutmuyorum.” Hemite’de hiç okur yazar yoktu. Köyün imamı Fettah Hoca bile yazı yazamıyordu. Kemal, anasının Zala’nın oğlu üstüne türküsünü sevmesiyle öyle bir coşkuya kapıldı ki… Bu coşku, belleğindeki ağıdı sildi… Ertesi sabah uyanınca ağıdı tümüyle unuttuğunu anladı. Demek, unutmamak için yazmak gerekiyordu. Artık dokuz yaşlarındaydı. Arkadaşı Mehmet, Hemite’ye bir saat uzaklıktaki Burhanlı köyünün ilkokuluna başlamıştı.

O da kararını verdi. Okula yazılacak, üç ayda okur yazar olacak, bir daha da söylediklerini unutmayacaktı… Okul serüvenini anlatırsak, bu girişi uzatırız. Özetleyelim. Üç ay sonra, artık gazete bile okuyor, dağlara taşlara, bulduğu kâğıtlara, duvarlara yazılar yazıyordu… İlkokulun son sınıfındayken, yukarı Toroslardan ünlü destancı Âşık Rahmi geldi. Bir gece Kemal’i onun karşısına çıkardılar. Öğretmeni şair, folklorcu Abdullah Zeki Çukurova da oradaydı. Âşık Rahmi’yle sabaha kadar çakıştılar. Sabahleyin Âşık Rahmi, ona küçük bir saz armağan etti. Öğretmeni çok övündü, neredeyse kutsadı öğrencisini… Âşık Rahmi dedi ki: “İlkokulu bitirip de diplomanı alınca benim köyüme gel. Seninle birlikte bütün Anadolu’yu köy köy, kasaba kasaba dolaşır, destanlar, türküler söyleriz. Sen de yetişirsin.” Kemal’in Karacaoğlan gibi bir âşık olacağından hiç kuşkusu yoktu… İlkokulu bitirip de diplomasını alınca, tam bir ay ikircik içinde kaldı Kemal. Ya Adana’ya ortaokula gidecek, ya da Âşık Rahmi’ye doğru dağların yolunu tutacaktı… Uykusuz geceler geçirdi. Ve ortaokula gitmeyi yeğledi… Bundan sonrası, ortaokul öğrenciliği ve ortaokulu bırakıp geçim sağlamak için türlü işlere girip çıkması, uzun bir maceradır. Ortaokulu bıraktığı 1939 yılından İstanbul’a gittiği 1951’e kadar onca işi arasında hiç bıkıp usanmadan, yılmadan, halk anlatılarını derleme çabası içinde oldu.

Çukurova’da sürekli dolaştığı, bir de köylülerle ilişki kurmayı iyi bildiği için, sözlü halk edebiyatı hazinelerinin yığın yığın durduğu o kapalı kutuyu açması kolay oluyordu. Bir köye gittiğinde, Köroğlu anlatmakla işe girişiyordu. Köylü, “Âşık Kemal gelmiş,” diye başında toplanıyordu. Anlatıp bitirince, “Şimdi de siz anlatın bakalım,” diyordu. Ne anlatılırsa defterine geçiriyordu… O yılların defterleri de evlere şenlikti. Kötü kâğıtlı, zevksiz kapaklı… Sarı defterler, bloknotlar, çizgili okul defterleri, cep defterleri… En çok ağıtlara önem veriyordu. Kadınlar da nazlanmadan, bildikleri ağıtları birbiri ardınca Âşık Kemal’e söylüyorlardı… Sonradan “dünya edebiyatının devi” olarak nitelenecek ve Yaşar Kemal adıyla tanınacak olan Kemal Sadık Göğceli’nin halk yaratılarıyla ilişkisini, derleme çabalarını kendi anlatımlarına dayanarak aktardım. Şimdi bir tanık geliyor karşımıza. Saygın bir tanık. Abidin Dino. O dönemde, kardeşi Arif Dino’yla birlikte Adana sürgününde… Kemal Sadık, Dino’lara saygı ve sevgiyle bağlanmış. Derlemelerini götürüp önlerine seriyor… Abidin Dino yazıyor (Milliyet Sanat Dergisi, 5 Şubat 1979): “Gözümüzün önüne, bir deri bir kemik, köylü delikanlının biri çıkacak. Adı Kemal Sadık Göğceli. Hemite köyünden gelmedir. Dağ bayır dinlemez, köyünden, dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan ikide bir de kopup gelir Adana’ya, çöker önümüze, ağıtlar, türküler, destanlar serer buruşuk sarı kâğıtlar üstüne yazılmış.

(…) Her getirdiği söz yumağı akıllara durgunluktu. Dehşetli acı, dehşetli güzel. Delikanlı, köylü usulü büzülüp çöküyor, ya da bir duvara sırt veriyor ve izliyordu şaşkınlığımızı, hınzır ve sevinçli. Halkın yarattığı büyülü sözler bizi duygulandırdıkça, sardıkça, coşturdukça delikanlının sipsivri yüzünde, burgu burgu cin gibi bakışında koskocaman bir sevinç beliriyor, bir kahkaha atıyordu. Ağıtları toplamak, ölümle kavgaya tutuşmak gibi bir şeydi. Yitebilecek olanla, yitenle, ölümle, yok olmakla bir yarışma. Kurtarmak gerekti Çukurova ve Toros doğasının, insanının söz serüvenini. Söz sözden ötedir elbet, önemli olan sözlerin yaşantı gücü, kavga gücü, düş gücü. Göğceli de sezinliyordu bunu besbelli ve bu yüzden kilometrelerce yürüyüp, dağ bayır koşup ne kurtarırsa kârdır kuralınca, önce ağıtları, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova’nın tüm uyaklı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, küfürlerini “avlıyordu”. Folklor derlemesi filan değildi bu iş, hayat memat işiydi, özbeöz malını kurtarıyordu Çukurova’nın, sorumluydu kuşa kurda karşı, şaka değil. Biliyordu ki gün gelir, sigaya çekerler adamı, “lan hırpo, nerdeydin, neden yazmadın bizi?” Böylece söz avlıyordu Toros eteklerinde, Gâvurdağı’nda, ormanlarda, bataklıklarda, pirinç tarlalarında, nadaslarda, felhanlarda. Bunu yapabilmek için Göğceli yürüyordu tabana kuvvet, boyuna yürüyordu, topladığı dizelerle yürümek arasında doğrudan bir ilişki vardı. Bir sözcük on adım, bin adım karşılığı, bir tümce kilometreler karşılığı olabilirdi yerine göre. (…) … “Ona ‘Türküler Müfettişi’ adını takmıştım.” İşte o yıllarda Halkevleri Genel Başkanı Ferit Celal Güven’le de tanıştı o bir deri bir kemik delikanlı… Ferit Celal, ağıt derlemelerinin 1943’te Ağıtlar I adıyla Adana Halkevi yayınları arasında çıkmasını sağladı.

Ağıtların özgün ve önemli bir halk edebiyatı türü olduğu, ilk kez, yirmi yaşındaki Kemal Sadık Göğceli’nin bu kitabıyla ortaya konuluyor, folklor araştırmacılarının dikkati çekiliyordu. Sonra polis, candarma baskıları başladı… Göğceli sık sık karakollara çağrılıyordu. Abidin Dino şöyle açıklıyor: “Hayrola, neden başı derde girdi (daha doğrusu ayakları) diyebilirsiniz belki… Ayrıntıların önemi yok, başka türlü olamazdı sadece. Evet, işin kökeninde sınıfsal baskı yatıyordu. ‘Ayak takımından bir köylü parçası’, köylüler namına konuşup yazmaya kalkışıyordu, falakalara, ‘çifte ay’lı dosyalara yeter de artar da böylesi bir çıkış…” Evinin sık sık aranmasına, defterlerinin alınıp götürülmesine de… İyi ki CHP Adana Halkevi İdare Heyeti Reisliği’nden 1167 sayılı, 21 Ekim 1944 tarihli belgeyi almıştı. Yoksa, başına daha çok işler de gelebilirdi. Bu mühürlü, imzalı kâğıtta aynen şunlar yazılıydı: “Adana Halkevi tarafından verilen vesikadır. Halkevimiz elemanlarından olup bu kere folklor derlemesine memur edilen Kemal Sadık Göğceli’ye kaza, nahiye ve köylerde lazım gelen kolaylığın gösterilmesini saygılarımla rice ederim. Adana Halkevi Reisi Eczacı Hasan Basri Arsoy” Ağıt ve tekerleme derlemelerinden bir kesimini 1946’da Türk Dil Kurumu’nun kitaplığına verdi de kurtardı. Evinin basılması, aranması sırasında götürülen defterlerini ne yazık ki geri alamadı. Yalnızca kıyıda köşede kalmış birkaç defter kurtuldu, bugünlere geldi. Elinizdeki kitap, o defterlerden yararlanılarak oluşturuldu. * * * Yaşar Kemal, derleme yaparken, karşısındakinin söylediklerini olduğu gibi, hızla yazıya geçiriyordu. Hiç atlamadan… Yazısı, benim gibi “aşina” olanlarca okunaklıydı. Yine de, Çukurova’da “avladığı” kimi sözleri, sözcükleri bilmeyenler için, sökmek kolay değildi.

Uzunca bir süre çalıştım, okuyamadığım sözcük sayısı çok aza indi. Bunları da kendisine okutturdum. Bir gün saatlerce çalıştık… Derlemeleri türlere ve şairlere göre ayırdım. Bunların tümüne yakını daha önce derlenmemiş, yayımlanmamıştı. Karacaoğlan şiirlerini (39 şiir; kitapta “Koşmalar-Semailer-Varsağılar” bölümünde sayıca en ön sırada yer alıyor), bu alanda en güvenilir kaynaklar olarak bilinen Sadeddin Nüzhet Ergun (Karaca Oğlan-Hayatı ve Şiirleri, 4. basım, İstanbul 1942) ve Cahit Öztelli (Karaca Oğlan-Hayatı ve Şiirleri, 4. basım, İstanbul 1972)’nin kitaplarındakilerle karşılaştırarak hangi şiirlerinin çeşitlenme (varyant) olduğunu belirttim. Çeşitlenmeler arasında büyük ayrımlar var. Altında sözü geçen kitapların adı anılmayan şiirler –başka yayınlarda çeşitlenmeleri yoksa– ilk kez gün ışığına çıkıyor. Öteki derlemelerden büyük bir çoğunluğu da ilk kez yayımlanıyor. * * * Sözünü ettiğim defterleri 1992’de bana armağan etmişti Yaşar Kemal. İçindekileri yayımlama iznini de vermişti. Bunlar, aldığım ve alacağım armağanların en değerlisiydi. Mutluluk duyuyorum, övünç duyuyorum. Bir gün, yazılı ya da sözlü “vasiyet”te bulunduğumda, edebiyat tarihinin malı olan bu defterlerin korunmasına ilişkin isteklerimi de belirteceğim.

Alpay Kabacalı Nisan 1996 KOŞMALAR-SEMAİLER-VARSAĞILAR KARACAOĞLAN’DAN Ağca kuğum aylak kuğum Dal boynunu eğdin bugün Ben engelden sakınırdım Sen engele uydun bugün Yüce dağdan bakınırken Lale sümbül sokunurken Ben engelden sakınırken Sen engele uydun bugün

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir