Yaşar Kemal – Yağmurcuk Kuşu

Silme bir ay ışığı köyün koyağını ağzına kadar doldurmuştu. Salman taş avlunun köşesinde kıpırtısız duruyor, duyulur duyulmaz bir türkü mırıldanıyordu, bir hoş, bir eski zaman türküsü … Çocuklar gene pıslanpatır oynamaya çıkmışlardı. Pıslanpatır bir tür saklambaç oyunuydu ve geceleri ay ışığında oynanırdı. Köyün pıslanpatıra çıkmış çocukları ikiye ayrılır, bir bölüğü köyün en olmayacak yerlerine saklanırlar, öteki bölüğü de onları arardı. Kim saklanacak, kim arayacak, diye de yazı tura atılırdı. Yazı turayı hep Tay Mustafa atardı. Bu böyleydi, bu ayrıcalık oldum olası Tay Mustafaya tanınmıştı. Salmanın ötedeki karartısı iki üç kat büyümüş gölgesi avlunun tozlu toprağına upuzun, koyu serilmişti. Omuzundaki tüfeği de hayal meyal seçiliyordu. Pıslanpatıra çıkmış çocuklar ta uzaktan onun dimdik, iki üç katı büyümüş karartısına bir göz atmadan edemiyorlar, onu görünce de ne kadar uzağa gitmek, onu görmemek mümkünse o kadar uzağa gidiyorlardı. Salmanın saçlan san, kirpi oku gibi, başına çekiçle çakılmışçasına dimdikti. Çakır gözleri çiğ bir ağı yeşilindeydi, küçücüktü, göz çanaklarının dibine saklanmış gitmişti. Hiçbir yöne bakmaz, insanda her yönü görüyor duygusunu uyandırırdı. Hiç konuşmaması, gülmemesi kavmimuş yüzünü biraz daha sertleştirip keskinleştiriyordu. Sivri burnu hep ürperir, kıpır kıpır eder, onu az önce oraya bir burun ustası takmış gibi yüzünde öyle dururdu. Omuzlan geniş, boyu kısa, hacakları çarpık, kollan çok uzundu, yere değercesine. Çocukların ondan korkmalan, uzaktan 7 ona bakmaktan bile çeklıı.meleri için hiçbir sebep yoktu. Salmanın omuzundaki Alaman filintası gıcır.gıcırdı. Kundağı, namlusu ay ışığında bile parlıyor, gün ışığında olduğu gibi sanki menevişliyordu. Gündüzleri uyumadığı zaman Salman hiç başka bir iş görmeden boyuna tüfeğiyle uğraşır, kundağı, namluyu, fişekleri, fişekieri bile tuhaf, kokulu bir sürü yağlada yağlar, siler, parlatır, güneşe koyar, karşısına geçip hayranlıkla yemeyi içmeyi unutup dalardı. İşte o zamanlar, bir düşte, uykuda, uyurgezerlikte gibi, büyülenmiş bir gülümseme, mutluluk onun yüzünde dolaşır, ardından da yitip giderdi. Sonra tüfeğini, fişeldiklerini güneşten alır, gene siler yağlar, gene güneşe çıkanr, konağın kapısının karşısındaki kaktüs ağılına dayardı. Tüfeğin menevişinden yemyeşil, ak, sert keskin dikenli, san, mavi, pembe, turuncu çiçekli, bir buçuk insan boyundaki sık kaktüs ağılına kaynaşarak mavi, çelik kıvılcımlar sağılırdı. Salman, eksiksiz silme fişek dolu altı tane de fişeklik bağlıyordu, sırma işleme. Fişekliklerin ikisini sağ omuzundan, ikisini sol omuzundan atıyor, ikisini de beline sanyordu. Kimisinde de ta boğazına kadar kendisini fişekliklerle donatıyordu. Boynuna asılı kocaman dürbünü tam göğsünün ortasına geliyor, bel kemerine takılı sapları gümüş savatlı çifte uzun biribirinin tıpkısı Çerkes hançerleri kalçalanın dövüyordu. Nagant tabancası, sapı altın kakma fildişiydi, üstüne paha biçilmez deniyordu her yerde, çıplak olarak sağ kasığının üstüne sokuluydu ve her zaman Salmanın eli hiç olmazsa tabancasının sapina dokunuyordu. Yırmisinde gösteren Salman, dişleri çok görünmezdi ya, göründüğünde de sütbeyaz ağzında bir sıra düzgün parlardı, yaşı belli olmayan kişilerdendi. Belki on yedisinde, belki yirmi yedisinde, otuzundaydı. Kasketini kulaklarına kadar indiriyordu yaz kış. Düşük kırmızı bıyıklan çenesine aşağı iniyordu, mısır püskülü gibi. Orada, ta avlunun köşesinde, kayalığı çevreleyen uzun, yılan işlemez kaktüslerin· sağında, tam kayalığın ucunda bitmiş, ne zaman dikildiği, kaç yaşında olduğu belli olmayan, dallan bir çınar ağacı dalı gibi yöreye yayılmış nar ağacının gölgesinin ucunda Salmanın karartısı büyüyor, sallanıyor, gölgesi gidip geliyordu. Kıpırtısız Salmanın gölgesi tek başına kaktüslerin gölgesinin ucunda oynayıp duruyordu. 8 Çocuklar, gölgeleri Ceyhan suyuna doğru uzamış kamış huğların, toprak damların arasından usulca kayarak, gölgelerini izleyerek köyün öteki alanına gidiyorlardı, Salmanın kararhsı gözden yitinceye kadar. Bazı geceler nereye gitseler Salmanın kararhsı onlan inatla izler, arkalanndan gelir, onlar da başlarını alır, ta köyün öteki ucundaki incirlerin oraya, Angıt kayasının alanına, Ceyhanın kıyısına gider, pıslanpahrlarını orada oynarlardı. Kışın soğuk ıssız gecelerinde pıslanpahr oynanmazdı. Kışın köyün içini salt kayalık mor dağdan inen poyraz yeli doldurur, ortalığı kılıç gibi biçerdi. Kış geceleri ay ışığı olsun olmasın köyün içi bir ıssızlık, bir yalnızlık, kedilerden başka hiçbir canlının olmadığı, poyrazın delicene ıslık çalarak öttüğü bir bomboşlukta. Toprak damların küçücük, bir el büyüklüğündeki pencerelerinden, huğların kamış çitlerinin aralıklarından incecik sızan ışıklar, bir de İsmail Ağanın avlusundaki köşede kaktüslerin ucunda, nar ağacının yanında karartısı büyüyerek bir yamçıya sanlmış duran Salman köyün cam, atardamanydı. İsmail Ağanın avlusunda onun evini bekleyen iki kişi daha olduğu biliniyordu ya, şimdiye kadar köyden kimse, ne çocuk, ne de büyük, onların avluda ne karartılanm, ne de kendilerini görmüşlerdi. Orada, avluda yalnız, karamsı bütün avluyu, bütün geceyi doldurarak, ayaklarının dibinde uyuyan, iri, her birisi bir at kadar çoban köpeklerine bakmadan Salman dururdu. Ve o orada durdukça çoban köpeklerinin bir kere olsun başlanın kaldınp ürdükleri duyulmuş değildi. Mustafa saydı, çocuklar tam on dokuz kişiydiler. “Aşık Ali fazla,” dedi bir çocuk. Aşık Ali: “Ben oynarnam öyleyse,” diye boynunu büktü. “Ben oyun bilmem ki, hiç oynamadım ki … ” Aşık Ali çocukların içinde en yaşlısıydı, yaşı dokuzdan aşkın, on ikiden de azdı. Mustafa alh ya da yedisindeydi. Uzun, inceydi. İri kara gözleri korkuyla, sevinçle anında parlar sönerdi. Çocukların içinde ayağında ayakkabısı olan tek kişiydi. “Herkes ikiye aynlsın.” Bir kütürtü pahrh, pazarlık, cebelleşme, ikiye aynldılar. 9 Aşık Ali: “Ben oynamarn,” dedi, açıkta kaldığına üzüldüğü sesinin düğürnlenişinden belliydi. Kuş Mernet gene Mustafanın bölüğünde kalmıştı. “Dur sen,” dedi Aşık Aliye Mustafa. ”Dur hele sen, yazı turayı atayırn, sonra sen … ” Yazı turayı attı, yere düşen paranın üstüne çokuştular çocuklar, Mustafa: “Biz saklanacağız,” dedi. “Aşık Ali sen de bizimle saklanacaksın.” Sakırga en büyükleriydi, sakalı bıyığı çıkıyordu nerdeyse, o hiçbir oyuna girmez, gece olsun, gündüz olsun, çocuklardan da bir an olsun ayrılmaz, az öteden onların oyunlarını, kendini kaphrarak, bir büyüde, düşte mutlulanarak seyrederdi. Pıslanpatır oyununda da, ortadaki yazılı, büyük dört köşe ak rnermer taşın üstüne oturur, bir tür yargıçlık yapar, çocukların oyunbozanlık, hile yapmalarına kesinlikle izin vermezdi. Sakırga işini o kadar benirnsernişti ki, işinden başka dünyayı gözü görmezdi. Çocuklar da ona güvenirlerdi. Şimdi de saklanacak çocuklar ortadan yitinceye kadar, dokuz çocuğun dokuzunun da yüzünü sarnanlık buğunun çitine döndürecek, ötekilerin imi tirni bellisiz oluncadır ki, onları salıverecekti. Oyunun kuralı saklananların hemen hepsini bulrnaktı. Bazı çocuklar öylesine saklanıyorlardı ki, uzun bir süre, geceler boyu o saklanan çocuklar bulunarnıyordu. Biltekmil saklananlar bulununca, bulanlara armağanlar veriyorlardı. Mendil, bilye, kuş vurmak için lastik sapan, uzaklara taş fırlatrnak için örülrnüş nakışlı yün, deri sapanlar, kuş faklan, daha türlü türlü armağanlar … Bulunanlar bulanlara şölen de veriyorlardı, zengin yiyecekli. Ve saklananlardan en çok üçü bir hafta bulunarnazsa bu sefer bulamayanlar veriyorlardı armağanlan. Sakırga: “Sıralanın çitin dibine,” diye bağırdı. “Sıralandık,” dedi Tırtıl Yusuf. Bu çocuk köyde oturan tek Trakya göçrneni Tırtıl Hüseyinin oğluydu. Hüseyin köye gelir gelmez, daha yükünü çözrneden, oturacaklan eve girip bakmadan, kendisine yardım için gelen, hoş geldin diyen köylülere lO dönmüş: “Bakın arkadaşlar,” demiş, “benim adım, iyi bilesiniz ki Tırtıldır. Şunu bilesiniz ki memlekette bana namıyla şanıyla Tırtıl derlerdi. Sizin içinizde hiç Tırhl var mı?” Köylüler hiç şaşırmamışlar, “yok böyle bir adam,” demişlerdi. · “Öyleyse Tırtıl hoş geldi köyümüze.” “Öyleyse Tırtıl safalar getirdi köyümüze.” “Çok canımız sıkıldı ya bu köyde daha önce bir Tırtıl olmamasına … ” “Varsın olmasın hiçbir kıymeti yok.” ”Bir Tırtıl geldi ya köye.” ”Bir köye bir Tırtıl yeter de artar bile.” “Arayın tekmil Çukurova yı, bakın bakalım hangi köyde var bir Tırtıl daha … ” “Olamaz,” diye gülerek gürledi Tırtıl. Sonra karısına döndü: “Yahu karı,” dedi, “şu öteheriyi haçan sen taşı içeri, biz iyi · bir yere gelmişiz, Hükümet bizi göndereceği yeri bilmiş. Bir köye bir Tırtıl yeter de artar bile… Ben şunlarla hele bir sohbet edeyim.” Kırmızı kuşağının arasından tabakasını, ağızlığını, çakmağını çıkardı, belini kamış çite verip çömeldi: “Hele gelin hele,” dedi, sigara sarmaya başladı. “Olmaz,” dediler, “ilk sigara bizden,” dediler, önüne sağdan soldan birkaç sigara birden düştü, demirci çakmakları birkaç yerden birden çakıldı. Çömelip halkalandılar, sigaralar tellendirildi. “Sizin köyde benim gibi bir Tırtıl daha olmadığı çok iyi oldu. Bir tek olmak her şeyden iyidir ya … Ben bir demirciyim, hem de araba ustasıyım. Burada demirci, hem de araba ustası bir kimse var mı?” ”Yok,” dediler. ”Kan, öteheriyi taşı. Burada ne demirci ustası, ne de arabacı ustası var. Bu, bir Tırtılın olmamasından daha iyi.” “Daha iyi,” diye güldiller köylüler. “Siz burada çift sürer misiniz?” “Süreriz,” dediler. “Saban demiri, pulluk kullanır mısınız?” ll “Kullanırız.” “Arabanız var mı?” “Var.” “Her evin?” “Her evin var.” “Bu çok daha iyi. Karı, bu köyde araba da var, toprağı da pullukla, saban demiriyle sürüyorlar.” “İyi, çok güzel, gözün aydın,” dedi karısı. Sakırga: “Tamam,” dedi, “saklandılar.” “Saklansınlar,” dedi Tırtıl Yusuf, ok gibi fırladı. ”Ben onları şimdi bulurum.” Tay Mustafayla Kuş Memet, Deli Poyrazın samanlığının köşesine gittiler. Bu samanlığın köşesinin bir metre ötesinde iki metre boyunda dikensiz bir kaktüs ağılı vardı. Ara yerde de sık bir böğürtlen çalısı samanlığın çitine, kaktüslere sarmış, ağmış gitmişti. Mustafayla Memet her zaman buraya saklanırlar, her zaman da eliyle koymuş gibi Tırtıl Yusuf onları bulurdu. Kuş Memet: “Mustafa,” dedi. Mustafa: “Hın?” “Buraya girmeyelim Mustafa. Şimdi bizi gene bulacak Tırtıl. Bak, nasıl da arıyorlar. Kel Mıstığı buldular bile, sesi geliyor.” “O her zaman ilk yakalanır,” dedi Mustafa. “Huyu kurusun. İlk o yakalanınazsa ölür.” “Ölür,” dedi Kuş. “Ölsün, gebersin,” diye öfkelendi Mustafa. “Şimdi ötekilerle birleşir, bizi aramaya başlar.” Kuş: “Böyle burada, bu kayanın açığında durur da böyle konuşursak bizi de yakalarlar şimdi.” “Haydi girelim,” dedi Mustafa, “böğürtlenlerin altına.” “Olmaz,” dedi Kuş. Nar ağaemın altındaki kayanın yanğına oturdular ya, burası güvenli değildi. “Kısık gediğin altına gidelim.” 12 “Yılan kaynıyor şimdi orası,” dedi Mustafa. “İşte arasını kimse akıl edemez, aramaz, oraya kimse korkusundan yaklaşamaz, Kısık gediğin çukuruna … ” “Yılan kaynıyor, sokar bizi, öldürür.” “Öldürmez,” dedi Kuş. “Suyun kıyısına, yarın dibine saklanalım,” dedi Mustafa. “Geliyorlar, sus,” dedi Kuş. “Duymuyor musun ayak seslerını. . “?” “Duyuyorum, sus.” Birkaç çocuk birden koşarak iki adrm ötelerinden geçtiler. Mustafayla Kuş kayanın yanğına bir iyice soluk alamamacasına sıkışmışlar, kıpırdayamıyorlardı bile. Tırtılın sesi Poyrazın samanlığının köşesinin oralardan geliyordu: “Şimdi, şimdi bulurum Mustafayı. O korkusundan bu böğürtlenin altından başka bir yere saklanamaz.” “Saklanır,” diye güldü Mustafa. “Demedim mi?” dedi Kuş. “Bizi burada da bulurlar. Bulurlarsa yandık Her zaman da onlar buluyorlar bizi.” Az sonra: “Vay be,” diye sesini duydular Tırtılın. “Burada yok be Mustafa. O başka nereye saklanır ki?” “Saklanır,” diye güldü Mustafa. Bumuna bir sütleğenin tüyleri batıyor, yüzünü kaşındınyordu. Kuş: “Geliyorlar,” dedi. “Kendimize daha güvenli bir yer bulalım.” ”Uzaklaştılar,” dedi Mustafa. Sesi zor çıkıyordu. “Ben buraya sıkıştım, çıkarmyorum, kımıldayamıyorum.” ”Ben de,” dedi Kuş. Kayanın yanğına öylesine girmişlerdi ki … Debeleniyor, debeleniyor kurtulamıyorlardı. Ao kekik, sütleğen, yanmış kaya kokuyordu burunlarına değen toprak. Epeyi bir süre oradan kurtulmaya çabaladılar, sonunda Kuş, “kurtuldum, Mustafa,” diye sevindi, derin bir soluk aldı, “az daha ölüyordum.” “Çek beni,” dedi Mustafa. Kuş onun omuzuna yapıştı çekti. 13 “Oy, ölmüşüm,” dedi Mustafa. Ayaktaydılar, terlemişlerdi. “Bulacaklar,” dedi Kuş. “O Tırtıl bela … Bir yer bulalım ki kendimize ölsün gebersin de bulamasın bizi Tırtıl.” “Tırtılın bir kartalı var,” dedi Mustafa. “Onun her şeyi var, oğlum,” dedi Kuş. “Onun babası var ya, araba ustası. Bu köyün de arabaları hep çarkıt, her gün on tanesi kırılıyor. Senin de her şeyin var. Atların bilem var. Hem de Arap atlan … Diyorlar ki baban onlan sana Halepten getirmiş.” “Tırtılın koskocaman kartalı var, nah kanatlan bu kadar.” “Geliyorlar, gir yanğa,” diye fısıldadı Kuş, kendisi hemen yanğa yanlamasına girdi. O anda Mustafa da dalmışh kayanın yanğına, içeriye içeriye sokuluyordu. Soluklannı tuttular. Bu sefer gelen Hıdırm oğluydu. “Ulan o başka hiçbir yere gitmez, o Mustafa,” diyordu. “Şimdi nereye saklan dı ola?” “Buradan hiç başka bir yere gidemez o,” dedi Kel Mıshk. “Yanında Kuş var,” dedi Cinoğlan. “Biliyor musun onlar aynı günde doğmuşlar bir gün tanyerleri ışırken, horozlar da ötüyorlarmış. Onlar o zaman da komşuymuşlar. Mustafanın babası bu konağı yapmadan önce. Sesleri biribirine kanşmış Taylan Kuşun.” “Kuş ötmüş, Tay kişnemiş,” dedi Kel Mıshk. “İkisi de ödlek,” dedi Cinoğlan. “Onlan şimdi bir bulurum ki, Kısık gediğin çukuruna girseler bile bulurum.” “Abooov,” dedi Kel Mıshk, “aboooov yavrurn, vay bre! Orası yılan kaynıyor.” ”Yılanın deliğine girseler bile az sonra bulurum onlan.” Kuş Memet sıkışhğı yerden Mustafaya: “Kısık gediğin çukuruna girelim biz de,” dedi. “Bulsun bakalım.” ”Yılan kaynıyor.” “Memik Ağanın dut ağacının alhna gidelim, gelsin de bulsun orada bizi Cinoğlan, azıcık yürek varsa onda.” “Olmaz,” dedi Mustafa. “Oraya gelmek değil, dönüp bakamazlar,” dedi Kuş. “İstersen oraya, sizin evin incirlerinin oraya … ” 14 Sözü ağzında kaldı Kuşun. “Orası hiç olmaz,” dedi Mustafa. “Oraya hiç gelemezler,” dedi Kuş. “Salmanın başının göründüğü yere bile yaklaşamazlar.” “Sen yaklaşabilir misin?” ”Yanımda sen olursan yaklaşırım.” ”Bulacağım o Mustafayı,” diye oradan uzaklaşh Cinoğlan tayfası. “O dolaşır dolaşır az sonra buraya gelir. Sen şuraya saklan da, onu burada bekle, Keloğlan.” “Olur,” dedi Kel Mıstık. Mustafa: “Ben giderim oraya ya… Şu Keloğlan burada bekleyecek mı. ?” . Gene zorla, oflayarak puflayarak kayanın aralığından çıktılar. ”Böğrüm yanıyor,” dedi Mustafa. “Kol um da kanıyor.” Kuş Memet inledi: “Benim de her yanım havanda dövülmüş gibi acıyor.” ”Bir yer bulalım.” “Sizin avlunun oraya … İncirlerin altına, Salmanın karamsının dibine. Salman bizi görmez.” “Görür,” diye bağırdı Mustafa. Kel Mıstık sesi duydu: “Burdalar Cinoğlan,” diye bağırdı, “yetiş burdalar. Burdalar ama göremiyorum.” Kuş, Mustafanın elinden tutmuş, kayalıklardan onu huğların arasına çekiyordu. Emekleyerek, kaktüs ağıilarının aralıklarından dikeniere dalanarak, kan içinde kalıp huğların arasma geldiler. Daha Kel Mıstığın sesini duyuyorlardı: ”Vallahi burdalar, billahi burdalar … Karartılarını gördüm, Kısık gediğin çukuruna gidiyorlar. Yollarını keselim.” Cinoğlan da, “geliyorum,” diye bağırıyordu. “Onlar Kısık gediğin çukuruna gidemezler. Salmanın yakınına varamazlar, Memik Ağanın dut ağacını göremezler. Sen kayaları ara, bir daha böğürtlenin alhna bak.” Başlanm kaldırdılar ki Salmanın karartısı tam tepelerinin üstünde. Salman elli adım ötelerinde oraya put gibi dikilmiş duruyor. Ayın şavkı onun tüfeğine, sırma işleme fişekliklerine, savatlı hançerlerine vuruyor, onu parıltıya boğuyordu. Salman 15 hiç kıpırtısız orada avlunun köşesinde geniş, yüksek, yazılı dört köşe ak mermer taşın üstünde dikilmiş duruyordu. “Dur,” diye titredi Mustafa. “Dur Memet.” Eli ayağı boşanmış usuldan zangırdıyordu Mustafa. Birden döndüler, var güçleriyle aldılar yahrdilar, az sonra da kendilerini Kısık gediğin çukurunun başmda buldular. Derin çukur aşağıda karanyordu. Bir hoş boyalı, mavi, billur, san, yeşil toprak kokuyordu çukur. “İnelim,” dedi Kuş. “İnelim,” dedi Mustafa. Hemen oradan yüz geri ettiler, evlerin arasından, karanlık gölgelerinden, kaktüs ağıllanmn duldalanndan kayarak Memik Ağanın dut ağaana geldiler. Ağacın yansı yanmış, yarısı yapraklıydı. Yanık yerin karası ay ışığında bile belliydi. Orada ağacın karşısında bir an bir ürperti gibi durdular, yanş bitirmiş atlar gibi ikisi iki yerden soluyordu. Yukanki dağdan puhu sesleri geliyordu. Bir kuş da uzun uzun ötüyordu. Ay ışığında bile dağın sivri, kaya, çakmaktaşı doruğunda kartaUar dönüyorlardı. Dönen kartaUar belli belirsiz gölgeydıler. Ağaca tam yaklaşırlarken geriye döndüler, bu sefer Salınana doğru aldılar yatırdılar. Karamsı kalenin üstüne ağmışh koskocaman, Salınana yaklaşamadılar bile, çukura koştular, çukur kapkaranlık, derindi. Uçurumun başmda durdular. Üstte kanat kanada hışırhlarla kartallar, akbabalar, karakuşlar, atmacalar, kızıl kanatlı cıngırlar biribirierine karışmış, gaga gagaya, kanatları kanlı dönüyorlar, birden çukurun dibine yüzlercesi kanatiarım kısıp üst üste alt alta saldırıyorlardı. Uzun Osmanın çıplak ölüsü yahyordu çukurda, ayakları suya batmışh, su kırmızıydı. Saldıran kartaUar biribirlerinin üstüne binerek Osmanın ölüsünden parçalar koparıyor, koparıp havalamyor, yüzlercesi gene kanat kısıp ölünün üstüne yumuluyorlardı. Köylüler, kadınlar erkekler, çocuklar yaşlılar, kızlar delikanlılar, ellerinde sopalar, tüfekler, kartallardan Osmanın ölüsünü kurtarmaya çalışıyorlar, tüfek, patlayan dinamit, çalınan davul, teneke sesleri ortalığı dolduruyordu. KartaUar küren küren, zurba zurba, üst üste, kanat kanada çukura iniyor, çukuru dolduruyor, insanların karşı koymalarına aldırmıyorlardı bile. Neredeyse canlılara da saldıracaklardı. Bir 16 iki büyük kara kartal, yumulup fısılhyla kalabalığın üstüne indi bile. Kartalların ölüye saldırması bir sigara içimi zaman bile sürmedi. indiler kalktılar, gaga gagaya, kanat kanada çatışhlar, göğe ağdılar, hışım gibi yere boşandılar, çukurdaki ölüden bir an içinde apak kemikten başka bir şey kalmadı. Yiyeceklerini yemiş bitirmiş kartaUar rahat göğe ağıp dağın çakmaktaşı doruğunun oralarda, kalenin, çukurun üstünde süzülmeye başladılar. Köylüler bir hafta, on gün çukura yaklaşıp Osmanın kemiklerini oradan alamadılar. Gün akşam oluncaya kadar uzun kanatlı, kel kafalı akbabalar, ağır, yaşlı, çukurun kıyısına tüneyip halka oluyorlar, orayı bekliyorlardı. Köyün avcıları uzaktan çok akbaba vurdular. Çukur akbaba ölüleriyle doldu. Ve akbabalar yaz sıcağında dehşet bir kokuyla koktular, köyde durolmaz oldu, akbabalar uzun bir süre daha oradan ayrılmadılar.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir