Yukio Misima – Dalgalarin Sesi

Şarkılar Adası Uta-Jima, aşağı yukarı bin dört yüz nüfuslu, dört kilometre kadar kıyısı olan küçük bir ada. Adada, manzarası özellikle güzel olan iki yer var. Bunlardan biri, adanın zirvesine yakın bir yere inşa edilmiş, kuzeybatıya bakan Yaşiro Tapınağı. Buradan İse Körfezi bütün genişliğiyle görünür. Ada, körfezi Pasifik Okyanusu’yla birleştiren boğazın tam ortasında yer alır. Kuzeyden Çita Yarımadası, doğudan kuzeye doğru da Atsumi Yarımadası uzanır. Batıya doğru bakıldı mı, güneydeki Uji-Yamada şehrinden kuzeydeki Yokkaiçi şehrine kadar uzanan kıyıların ışıltısı göze çarpar. İki yüz basamaklı taş merdiveni tırmanıp, bir çift aslan heykelinin korunduğu tapınağın girişindeki torii’nin oradan dönüp geriye bakınca uçsuz bucaksız, kadim İse Körfezi görünür. Eskiden burada, merdivenin iki yanından sarkan, dalları birbirine girmiş ve tören kapısı torii şeklini almış iki çam ağacı varmış. Manzarayı hoş bir şekilde çerçeveleyen bu ağaçlar yıllar önce kuruyup gitmişler. Adadaki çamlar henüz canlı rengine kavuşmamış. Yine de, kıyıdaki yosunların kil kırmızısına boyadığı denizin rengi baharın müjdecisi. Kuzeybatı mevsim rüzgârları Tsu şehrinden bu yana aralıksız estiği için hava, manzaranın keyfine varılamayacak kadar soğuk. Yaşiro Tapınağı, Deniz Tanrısı Vatatsumi-no-Mikoto’ya adanmıştır. Bu deniz tanrısına duyulan inanç, kendiliğinden, balıkçıların gündelik hayatından doğmuştur.


Balıkçılar her zaman denizin sakin olması için dua ederler. Ola ki bir deniz kazasından kurtulurlarsa, yaptıkları ilk şey de, bu tapınağa gelip yardım kutusuna attıkları sikkelerle şükranlarını sunmak olur. Tapınakta altmış altı bronz aynadan meydana gelmiş bir hazine var. Bunlardan asma filizi örnekleriyle bezenmiş olanı, sekizinci yüzyıldan kalma. Bir diğeri de Altı Hanedan Dönemi’nden bir Çin aynasının kopyası; bu aynalardan bütün Japonya’da sadece on beş, on altı kadar var. Aynanın arka yüzüne oyulmuş geyik ve sincaplar, yüzyıllar önce bir Pers ormanından çıkıp bitip tükenmez yollar, sonsuz denizler aşarak yarı yerküreyi dolaşıp buraya gelmiş olmalı, şimdi ise adanın bir parçası. Manzarası güzel olan diğer bir yer de, Higaşi Dağı’nın zirvesi yakınındaki fener kulesi. Fener kulesinin yükseldiği kayalıkların dibinde, İrako Geçidi’nin hiç durmadan çağıldayan akıntısı duyulur. İse Körfezi ile Pasifik Okyanusu arasındaki bu dar geçit, rüzgârlı günlerde sayısız girdaba yataklık eder. Atsumi Yarımadası’nın ucu bu geçide kadar uzanır ve kayalık ıssız kıyısındaki İrako Burnu’ndan Uta-Jima’nın ıssız fener kulesi görülür. Uta-Jima fener kulesinden bakıldı mı, güneydoğuda Pasifik Okyanusu; kuzeydoğuda Atsumi Körfezi, körfezin öbür tarafındaki sıra sıradağların ardında da, yalnız gün doğarken ve sert batı rüzgârı estiğinde görülebilen Fuji Dağı göze çarpar. Nagoya’dan ya da Yokkaiçi’den mi geliyordu yoksa oraya mı dönüyordu tam anlayamamıştı ama fener kulesinin gözcü kulübesindeki nöbetçi, körfez ile açık deniz arasına serpilmiş olan sürüyle balıkçı teknesinin arasından kendine yol açmaya uğraşıp İrako Geçidi’nde seyreden bir geminin adını dürbünle kolaylıkla okuyabilmişti. Mitsui Şirketine ait bin dokuz yüz tonluk Tokaçi-maru şilebi dürbünün görüş alanına girdiğinde gözcü kulübesindeki nöbetçi, geminin güvertesini adımlayarak çene çalmakta olan lacivert üniformalı iki gemiciyi görebilmişti. Bunun ardında da Talisman adındaki bir İngiliz şilebi kanala girmiş, nöbetçi yine üst güvertede halka atma oyunu oynayarak vakit geçiren gemicilerin küçücük siluetlerini olduğu gibi seçmişti. Nöbetçi, gözcü kulübesindeki masasına dönmüş, gemi jurnalına “Giden Gelen Gemiler” başlığıyla gemilerin adlarını, flamalarını, seyir yönlerini, seyir zamanını yazmış, varış limanlarındaki yükleme boşaltma firmaları hazırlıklarına başlasınlar diye de telgraf çekip haber vermişti.

Öğleden sonraydı, batmakta olan güneş Higaşi Dağı’nın ardında kaldığı için fener kulesinin çevresi hanidir gölgelikti. Denizin üstündeki aydınlık gökyüzünde bir kara çaylak kuşu daireler çizerek uçuyordu. Kanatlarını yoklar gibi sırayla indirip bir sağa bir sola pike yaptı, tam yere çarpacak gibi olduğunda da dosdoğru yukarıya yöneldi, sonra da kanat çırpmadan süzülüp gitti. Güneşin tamamen battığı sırada genç bir balıkçı, elinde kocaman bir dilbalığıyla, köyden fener kulesine giden dağ patikasını çabuk çabuk tırmanıyordu. Evvelki sene ortaokulu bitirmiş olan bu delikanlı henüz on sekiz yaşındaydı. Boylu poslu, düzgün vücutlu gencin yüzündeki çocuksuluk yaşını ele veriyordu. Cildi güneşten adamakıllı esmerleşmişti. Buralılara has, düzgün bir burnu, kalın dudakları vardı. Koyu gözlerindeki bakış pırıl pırıldı ama bu bir zekâ parıltısı değil, ekmeğini denizden çıkaran insanlara yine denizin armağan ettiği bir parıltıydı; yoksa okuldayken notları çok kötüydü. Genç balıkçının üzerinde, hâlâ bütün gün balıktayken giydikleri vardı; merhum babasından kalmış bir pantolonla bir de ucuz kazak… Delikanlı, o sırada çoktan sessizliğe gömülmüş olan ilkokulun avlusundan geçip su değirmeninin yanındaki tepeye tırmanmaya başladı. Taş merdivenlerden tırmanınca, Yaşiro Tapınağının arka tarafına çıktı. Tapınağın bahçesinde, alacakaranlığın sardığı şeftali ağaçlarındaki ilk tomurcuklar parıldamaktaydı. Buradan tırmanıldığında on dakika sürmüyor, fener kulesine varılıyordu. Dar patika öylesine tehlikeli ve dolambaçlıydı ki daha önce bu patikadan geçmemiş bir kimse gündüz gözüyle bile dengesini kaybedebilirdi. Genç balıkçıya gelince, o gözü kapalı yürüyebilirdi patikada; ayakları, taşlar ve öteden beri fışkırmış çam kökleri arasındaki geçidi ezbere biliyordu.

Şimdiki gibi derin düşüncelere dalmış olduğu zamanlarda bile bir defa olsun tökezlemezdi. Az önce, günün son ışıkları henüz yitmemişken, genç balıkçının çalıştığı tekne, Uta-Jima Limanı’na dönmüştü. Taihei-maru, küçük motorlu bir tekneydi; delikanlı, teknenin sahibi ve diğer bir çocukla birlikte çalışıyordu. Tuttukları balığı limanda kooperatifin teknesine boşaltmış, sonra da teknelerini kıyıya çekmişlerdi. Ardından, genç balıkçı evinin yolunu tutmuş, yanına da fener kulesine götüreceği dilbalığını almıştı. Alacakaranlıkta sahil boyunca yürüdüğü sırada, teknelerini kıyıya çeken balıkçıların sesleri yükseliyordu dört bir yandan. O âna kadar hiç görmediği bir kız gözüne çarpmıştı sahilde. Kız, dinleniyormuş gibi, tahta kızaklardan birinin kenarına yaslanmıştı. Balıkçı tekneleri bir kaldıraç aracılığıyla kıyıya çekilirken, bu tahta kızaklar omurganın altına sürülüyor, böylece tekneler birbiri ardından kolaylıkla bu kızakların üzerinden kayıyordu. Görünüşe bakılırsa kız kızakların taşınmasına yardım etmişti. Tam o sırada da soluklanıp bir nefes alıyordu. Alnı terden ıslanmıştı, yanakları al aldı. Batıdan kuvvetli, soğuk bir rüzgâr esiyordu ama kız bu serin rüzgârdan hoşlanıyor gibiydi. Çalışmaktan alev alev olmuş yüzünü rüzgârın estiği yöne çevirmişti, saçları arkaya doğru uçuşuyordu. Sırtında kolsuz, kumaş bir yelek, ayağında da şalvara benzer bir şey vardı.

Ellerine kirli iş eldivenleri geçirmişti. Kanlı canlı görüntüsüyle adadaki diğer kızlardan pek farklı görünmüyordu fakat gözleri berrak, bakışları sakindi. Gözlerini dikkatle denizin üzerindeki göğe, üst üste yığılmış, koyu renkli bulut dağlarının arasından kızıl akşam güneşi huzmesinin battığı batıya dikmişti. Delikanlı kızı daha önce görüp görmediğini hatırlayamıyordu. Ne var ki aslında Uta-Jima’da tanımadığı tek bir yüz bile yoktu. Yabancı birisini tek bakışta fark ederdi. İlk başta, kızı yabancı sanmıştı ama kızın üzerindeki giysi bunun aksini ortaya koyuyordu. Ne var ki böyle tek başına durup denizi seyretmesi onu adanın diğer şen şakrak kızlarından ayıran bir şeydi. Genç balıkçı, bilerek kızın yanından geçti. Ve tıpkı tanımadıkları bir şey karşısında apışıp kalan çocuklar gibi, olduğu yerde durup kızın yüzüne bakakaldı. Genç kız kaşlarını hafiften çattı. Yine de gözlerini çocuğun yüzüne çevirmedi, denize, uzaklara bakmaya devam etti. Delikanlı bir şey söylemeden kızı uzun uzun incelemiş sonra da hızlı adımlarla yoluna devam etmişti. O sırada, merakını giderdiği için önce belli belirsiz bir hoşnutluk duymuştu. Ancak çok sonra, fener kulesine giden dik patikayı tırmandığı sırada, ne kadar küstah ve kaba davrandığı kafasına dank etti.

Sadece bunu düşünmek bile yanaklarını kızartmaya yetmişti. Patikanın kenarındaki çam ağaçlarının arasından aşağılarda dalgaların uğultusunun geldiği denize baktı. Ay henüz çıkmamıştı, deniz kapkaranlık görünüyordu. Zaman zaman dev bir kadının hayaletinin göründüğü rivayet edilen “Kadın Bayırı”nı dönünce, yukarıdan fener kulesinin ışıklı pencereleri görünmeye başladı. Aydınlık, bir süre gözlerini aldı. Köyün jeneratörü uzun bir süredir çalışmadığı için yağ lambalarının loş ışığına alışmıştı. Genç balıkçı yukarıdaki bu fener kulesine sık sık balık getirirdi; bunun nedeni fener bekçisine şükran borcu hissetmesiydi. Okuldaki bitirme sınavları kötü gitmiş, mezun olması bir yıl daha uzayacak gibi olmuştu. Ateş tutuştururken kullandığı çam yapraklarını toplamak için sık sık fener kulesinin arkasındaki ormana giden annesi, fener bekçisinin karısıyla samimiyet kurmuştu. O sıralarda fener bekçisinin karısına gitmiş, oğlu diplomasını alamazsa, ailenin geçimini tek başına imkânı yok karşılayamayacağını kadına anlatmıştı. Fener bekçisinin karısı, kocasıyla görüşmüş, adam da çok iyi dostu olan okul müdürünü ziyaret etmişti. Bekçinin müdürle konuşması sayesinde delikanlı sınavı geçmiş, okulu bitirir bitirmez de balığa çıkmaya başlamıştı. O günden beri arada avladığı balıklardan fener kulesine götürüyor, fener bekçisi ile karısının alışveriş gibi ufak tefek işlerini de yapıyordu. Karıkoca da candan bir sevgi besliyorlardı çocuğa… Fener kulesine giden beton merdivenin bu tarafında, bir şeyler yetiştirdikleri küçük bahçenin yanında fener bekçisinin evi vardı. Genç balıkçı yaklaşınca mutfağın cam kapısı ardında kadının hareket eden gölgesini gördü.

Görünüşe bakılırsa kadın akşam yemeği hazırlıklarıyla meşguldü. Delikanlı olduğu yerden seslendi. Kapıyı açan kadın: “Ooo, sen misin Şinji?” dedi. Delikanlı bir şey söylemeden elindeki dilbalığını uzattı. Kadın balığı alıp omzunun üzerinden arkasına doğru yüksek sesle bağırdı: “Bey, Şinji bize balık getirmiş.” Başka bir odadan fener bekçisinin içtenlikle dolu sesi duyuldu: “Şinji oğlum, böyle her zaman zahmet oluyor sana, sağ ol. İçeri gelsene…” Genç balıkçı hâlâ mutfağın kapısı önünde çekingence duruyordu. Dilbalığı çoktan büyük, beyaz, emaye bir tabak içine konulmuştu. Hafifçe kımıldayan solungaçlarından akan kanı, beyaz, pürüzsüz derisine yayılıyordu. İkinci bölüm Şinji ertesi sabah, her zamanki gibi erkenden reisinin teknesine binip balığa çıktı. Hafif bulutlu şafakta gökyüzü, gümüşi bir parlaklık saçarak durgun denize yansımaktaydı. Balık yataklarına kadar aşağı yukarı bir saat gerekiyordu. Şinji, kazağının omuzlarından lastik çizmelerinin konçlarına kadar inen siyah lastik bir önlük takmıştı; ellerinde de bir çift plastik eldiven vardı. Teknenin başında durup kül rengi göğün altında uzayıp giden Pasifik Okyanusu’na bakarken, geçen akşamı, fener kulesinden dönükten sonra uykuya dalana kadar olup bitenleri düşünüyordu. Annesi ile kardeşi, ocağın yanındaki soluk ışıklı bir lambayla aydınlanmış küçük odada Şinji’yi beklemişlerdi.

Kardeşi henüz on iki yaşındaydı. Babalarının savaşın son yılında makineli tüfekle kurşuna dizilip öldürülmesinden, Şinji’nin çalışmaya başladığı zamana kadarki yıllar boyunca, anneleri tek başına sünger dalgıçlığı yaparak aileyi geçindirmişti. “Fener bekçisi sevindi mi?” “Evet. Bana, ‘İçeri gel’ dedi, sonra da kakao diye bir şey ikram ettiler.” “Kakao mu? O da neymiş?” “Ne bileyim işte, yabancıların kırmızı fasulye çorbası gibi bir şey.” Anneleri yemek pişirmekten pek anlamazdı. Balığı ya çiğ çiğ dilinmiş olarak sofraya getirir ya biraz sirkeyle mayalanmış olarak ya da kafası, kuyruğu, yüzgeçleri ve bütün içindekilerle birlikte, olduğu gibi pişirir yahut kızartırdı. Balığı hiçbir zaman temizleyip yıkamadığı için balıkla beraber az kum çiğnemezlerdi. Yemek sırasında Şinji umutla, annesi yabancı kızla ilgili bir şeyler söyler diye bekledi. Ne var ki ağzından tek bir yakınma çıkmadığı gibi, dedikodu yapmaktan da hiç hazzetmeyen bir kadındı. Akşam yemeğinden sonra Şinji ile kardeşi sokak hamamına gitmişlerdi. Belki burada kızla ilgili bir şeyler duyarım diye düşünmüştü Şinji. Oldukça gecikmiş oldukları için hamam hemen hemen boş, su da oldukça kirliydi. Balıkçılar Kooperatifi başkanı ile posta müdürü, sıcak su havuzu içinde politikadan konuşmaya dalmışlardı. Boğuk sesleri tavanda yankılanıyordu.

İki kardeş, hiçbir şey söylemeden başlarıyla selam verip kurnadan sıcak su alabilecekleri uzak bir köşeye çekilmişlerdi. Şinji ne kadar bekleyip kulak kabartsa da adamlar politikadan konuşmayı bırakıp kızdan bahsedecek gibi gözükmüyorlardı. Şinji’nin kardeşi, bu arada apar topar yıkanıp dışarı çıkmıştı. Şinji de onun ardından çıkıp acele etmesinin sebebini sordu. Kardeşi Hiroşi, arkadaşlarıyla öğleden sonra savaşçılık oynarken kooperatif başkanının oğlunun kafasına tahta kılıcıyla vurup ağlattığını anlattı. Şinji, yatağa yattığı gibi uykuya dalan biriydi ama o gece gözlerine bir türlü uyku girmedi. Bu onun için garip bir duyguydu. Bütün hayatı boyunca bir defa bile hastalandığını anımsamıyordu. Kendi kendine, “hastalık” dedikleri şey bu mu acaba, diye endişe etti. İçindeki o garip huzursuzluk ertesi sabah da sürdü. Ama teknenin pruvasında durup uzayıp giden uçsuz bucaksız okyanusa bakınca, bütün vücudu yeni günde yapacağı işlerin enerjisiyle dolmuş, hiç farkına varmadan iç huzuruna tekrar kavuşmuştu. Tekne, motorun ahengine uymuş yavaş yavaş sallanıyor, soğuk sabah rüzgârı gencin yanaklarını yalıyordu. Kayalıkların üzerindeki fener kulesinin ışığı çoktan sönmüştü. Baharın bu ilk günlerinde dalları hâlâ çıplak olan kahverengi ağaçların aşağısında İrako Geçidi’nden yükselen dalgalar bulutlarla kaplı bu sabah manzarasına parlak beyaz lekeler çiziyordu. Bu geçitte, dalgaların çarpıp durduğu sığ kayalıkların arasındaki daracık rotada ilerlemek, büyük bir okyanus gemisi için oldukça zorlu bir şey olabilirdi.

Ama Taihei-maru, sahibinin ustaca yönetimi altında akıntılı sulardan kolaylıkla süzülüp gidiyordu. Geçitteki suyun derinliği seksen ila yüz kulaç kadardı. Kayalıkların üzerindeki derinlik ise en fazla on üç ile yirmi kulaç arasındaydı. Geçidin şamandıralarla işaretlenmiş olan bu noktasından Pasifik Okyanusu’na doğru, ahtapot yakalamakta kullandıkları binlerce kilden çömlek suya daldırılmıştı

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir