Reşat Nuri Güntekin – Ateş Gecesi

Aydından Milâsa inen posta arabasında beş kişi idiler: Durmadan tütün içen ve dizleri arasına sıkıştırdıkları bir kahve tepsisi üstünde kâğıt oynıyan iki incir komisyoncusu; yüzü çiçek bozuğundan delik meleyen kuzulara, böğüren ineklere, anıran eşeklere kendi seslerinden ayırt edilmez seslerle cevap veriyor, yol arkadaşlarını gülmekten kırıp geçiriyordu. Bir aralık Muğlaya giden bir deve kafilesine musallat olmuş, iki çil kuruşa mukabil on dakika develerden birine binmeden yüreği Tahat etmemişti. Bu çocuk bir gün evvel Çinede geçirdiği büyükçe bir tehlikeden uslanmışa benzemiyordu. Çay, iki gün evveline kadar devam eden bahar yağmurlarından taşmış, ufak tahta köprüleri söküp götürmüştü. Araba yarı yarıya su içinde, kuvvetli mandaların yedeğinde karşı kıyıya geçebiliyordu. Fakat yolcular için kundura ve çorapları çıkararak, paçaları baldırlarına kadar sıvıyarak atlara binmekten başka çare yoktu. Çocuk bu macerayı İskender ve Dara seferlerine benzetiyor, 4 ATEŞ GECESİ büyüklerin suratlarını bir karış sarkıtmalarına mukabil o bilâkis keyifleniyordu. Fakat çayın en azgın bir noktasında yeni bir oyun çıkarayım derken kendini sulara kaptırmış, atı ile beraber sürüklenmeğe baş-# lamıştı. Bereket versin akıntının kırk, elli metre aşağısında kırık bir köprünün tahtalarını toplamağa uğraşan birkaç çıplak köylü vardı. Bunlar vaktinde davranıp yolunu kesmemiş olsaydılar ölüm yüzde doksan dokuzdu. Çocuk o gece Çinede viran bir han odasının ocağı karşısında sabaha kadar yanıp titriyerek sayıklamış, fakat günün ilk ışıkla-rile beraber dipdiri ayağa kalkmıştı. Şimdi üzerindeki elbiselerinden başka bu kazayı hatırlatacak bir alâmet görünmüyordu. Yalnız iyice bir Beyoğlu terzisinin makasından çıkmış caket ve panta-lonu hayli yürekler açışıydı. Küçük el çantasında birkaç parça iç çamaşırlarile iki kitaptan başka bir şey bulunmadığı için ocağın ateşinde duman dumana kuruyup büzülen elbiseleri olduğu gibi sırtına geçirmek mecburi-. yetinde kalmıştı.


Halis ingiliz kumaşından kırmızı benekli lâcivert caket komik bir sefaletle üstünden dökülüyor, daralan pantalonun paçaları potur gibi bacaklarına yapışıyordu. Fakat o bununla da eğleniyor: — Yine çok şükür ki elbiseler insanın arkasında sımsıkı duruyor. Çine çayı fesim gibi onları da alıp götürseydi halim ne olurdu? diyordu. Fesi vücut için kundura ve iç gömleği kadar zarurî bir şey sayan reji kâtibi: — Evlâdım, başına bir mendil sarıver bari, diye akıl öğretmiştik Fakat o gözlerinin içi gülerek: — Ziyanı yok beyefendi… Namaz kılacak değilim ki… Böyle de pekâlâ olur, diye cevap vermişti. Öyle görünüyordu ki, bu çocuk için, hiç olmazsa şimdilik «pekâlâ» olmıyacak şey yoktu. * * * Sökülmüş taşları, bitip tükenmez çukur ve hendeklerile şose o ATEŞ GECESİ 5 tarihte son derece bozuk olduğundan ancak ikinci günün akşamına doğru Milâsı tutmak kabil olmuştu. Araba şehre girerken yolun üzerinde üç kişi görünmüştü. Bunlar biraz yaklaşınca arabacı içerideki jandarmaya seslendi: — Hafız çavuş, kaymakam bey geliyor. O esnada yine arabacının yanında oturan çocuk merakla sordu: — Hangisi kaymakam? — Ortadaki cüce boylu efendi… Kaymakamın arkadaşları inadına uzun boylu iki adamdı. Arkalarından vuran ışık içinde yüzleri seçilmediğinden çocuk onu evvelâ sekiz, on yaşında bir çocuk sanmış, biraz sonra sakalını far-kederek yanıldığını anlamıştı. Araba bu üç kişiye yaklaşınca birdenbire durmuş, sakallı jandarma kolunda meşin kaplı bir defterle yere athyarak kaymakama selâm vermişti. — Ne var ne yok, Hafız Çavuş ? Jandarma: — iyilik sağlık beyim, dedi. Ve defter içinden çıkardığı mü~ hürlü bir zarfı kaymakama uzattı. Kaymakam zarfı avucunun içinde tartar gibi bir hareket yaptıktan sonra dikkatle yırttı ve gözlüğünü takarak okumağa başladı. Kâğıdı iyi görmek için arkasındaki tepenin üstünde batmak üzere olan güneşe doğru dönüyor, kaşlarını çatıyordu.

Sağında duran ve bastonuna dayanarak lakayt bir tavırla uzaklara bakan kumral bıyıklı arkadaşına alçak sesle: — Fena havadis, dedi. — Hayrola… — Milâsa bir sürgün gönderiyorlar… Vilâyet itina ile muhafazasını emrediyor… Herhalde belâlı bir herif olacak… Hiç de hoşlanmam böyle işten… Eve yılan kaçmış gibi huylanırım… Güç iştir sürgün muhafazası vesselam… Bu sözleri arabacı ile çocuğun işitmesine ehemmiyet vermiyor, yan gözle içeridekilerin çehrelerini tetkik ediyordu. Gözleri en ziyade çiçek bozuğu adamın üzerinde durmuştu. Halbuki talihin yüzüne taktığı korkunç maskeye rağmen yolcuların en tatlı ve sakini galiba bu zavallıydı.’ ATEŞ GECESİ Kaymakam keşfinden emin olmakla beraber yavaşça jandarmaya sordu: — Hangisi o? — Canım, sürgünü soruyorum. Hafız Çavuş sıkıntıdaydı. Göz işaretile kaymakama bir şey anlatıyor, beceremiyerek yutkunuyordu. Çocuk, arabacının yanından yere atladı, çapkın bir gülümseme ile: — Gönderilen sürgün bendenizim kaymakam bey, dedi. Kaymakam şaşalamıştı. Bir sakallı jandarmaya, bir hırpanî kıyafeti, darmadağın saçlarile, olduğundan da daha küçük görünen çocuğa bakarak gözlerini açıyordu. Nihayet kekeliyerek: — Ne söylüyorsun sen, dedi. Sen mi? Bu boyla mı bacaksız! Kaymakamın azarlar gibi bir eda ile telâffuz ettiği bu bacaksız kelimesinde biraz sempati ve babaca bir merhamet bulunduğu muhakkaktı. Fakat çocuk bunu anlamadı. Mektepten alınıp Zaptiye Nezaretine götürüldüğü gecedenberi o kendine ermiş, yetişmiş bir delikanlı gözü ile bakıyordu. Koskoca padişahı korkutan, polisler ve tüfekli jandarmalar muhafazasında uzak yerlere sürgün gönderilen bir insan elbette ehemmiyetli bir şahıstı ve kaç günlük korku ve yeisin tek teselli tarafı buydu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir