Reşat Nuri Güntekin – Kızılcık Dalları

Adapazarı postası o gün iki buçuk saat rötar yapmıştı. Pendik istasyonunda, Bolu’dan gelecek ortanca kızını bekleyen Nadide Hanım, merak içinde idi. Çocuk ağrısı çeker gibi elleriyle hafif hafif kasıklarına basarak mütemadiyen dolaşıyor, arasıra yere çömelerek yüzünü trenin geleceği tarafa çeviriyordu. Akşam yaklaşmıştı. Karşı tepede uçuşan hafif bulutları bazen lokomotif dumanı sanarak yerinden kalkıyor, zaman zaman kulağına hiç yoktan düdük sesleri geliyordu. İstasyon memuru merak edilecek bir şey olmadığını söylemişti. Fakat ne malum! Bu adam, eski bir bildikti. Demek ki, hakikaten korkulacak bir şey de olsa böyle diyecekti. İhtiyar kadın, arasıra memurun açık kapısı önünden geçerken içeriye bir göz atıyor, onun yüzünden, halinden bir şeyler sezmeye uğraşıyordu. Memur, biraz evvel uzun bir telgraf şeridi okumuş, sonra dışarı çıkarak Lala Tahir Ağa ile konuşmuştu. Bu iki vaka arasında acaba bir münasebet yok muydu? Lala, ağır ağır Nadide Hanımın yanına geldi; lâf olsun diye «Bu tren neye bu kadar gecikti ki, acaba hanımefendi?» diye sordu. Nadide Hanım, fena halde titizlenti: — Merak edilecek ne var alık? Bizim trenlerin vaktinde gelip gittiği görülmüş şey mi? diye çıkıştı. Arasıra oyunlarını bırakıp aynı suali sormaya gelen çocukları da böyle tersliyordu. Nadide Hanım, sıkı zamanlarda kendini bir kaptan gibi nikbin gösterir, etrafında korkanlar olursa kızardı. Bu, onun cesaretinden değil, bilâkis çok korkak ve vehimli olmasından ileri geliyordu.


Fena bir şüphe, yalnız kendi kafasında kapalı kaldığı müddetçe o kadar tehlikeli bir şey değildi; fakat başkalarına geçti mi derhal onun gözünde maddî bir hakikat şeklini alır, çok kere bu paniğin kendi icadı olduğunu bilmesine rağmen neticede en çok telâşlanan yine kendisi olurdu. Evet, bu merakların çok kere boş olduğunu kendi de biliyordu amma ne yapsın, elinde değildi. Paşası sağken acayip bir sinir hastalığına tutulmuş, yedi sene yatakta yatmıştı. Öyle zamanlar olurdu ki, lokma yemek yediremezler, hindiye ceviz yutturur gibi zorla ağzını açarak gırtlağına süt, yumurta dökerlerdi. Mütemadiyen bir yanına yatmakta inat ettiği için vücudunda göz göz yaralar açılırdı. Bu hastalık, paşanın ölümüne kadar sürmüştü. Fakat o, gözünü kapayınca başsız kalan konak birdenbire karışmış, Nadide Hanım, kocasının rahat döşeğiyle beraber, kendi hasta yatağını da kaldırtmaya mecbur olmuş ve o gün bugün bir kere bile hastalanıp yatmamıştı. Şimdi, altmışını geçmiş olmasına rağmen sırım gibi bir vücudu vardı. Eski hastalığından, çocuklarına karşı bir nevi delilik derecesine çıkan bu meraktan başka bir iz kalmamıştı. Aksi gibi onlar da kocalarının peşinde mütemadiyen gurbette gezerler; biri gelir, biri giderdi. Tren yolculuklarını pek o kadar merak etmezdi. Ne de olsa ayakları karada demekti. Fakat denizde oldukları gece sabaha kadar uyumaz, ikide bir pencereden başörtüsünü sallayarak rüzgâr çıkıp çıkmadığına bakardı. İhtiyar hanımefendinin bir eski tecrübesi vardı: Sevinmek ona hiç yaramazdı. Ne zaman biraz fazla güldüğünü farketse hemen durur: — Çocuklar, göreceksiniz yine bir şey çıkacak, üzüleceğim… derdi.

Kocasıyla beraber iki seneden beri Anadolu’da gezen ortanca kızı nihayet İstanbul’a dönüyordu. Allah onun bir gece evvel yüzünün güldüğünü görmüş: «Sen misin sevinen? Al sana bakalım!» diye bu aksiliği çıkarmıştı. Hanımefendi, istasyona evvelâ yalnız torunlarıyla gelmişti. Ötekiler, yolcuları evde bekleyeceklerdi. Fakat postanın gecikmesi üzerine, sonradan onlar da birer ikişer sokağa dökülmüşlerdi. Büyük kızı Dürdane, kocası Şakir Beyle beraber istasyonun büfesinde oturuyor; Seniye, dayısının kolunda karşıki tarlada geziyordu. Ölüm, düğün, yangın, göç gibi fevkalâde bir sebep olmadıkça odasından çıkmayan Nevnihal Kalfanın bile omuzunda yeşil yün atkısı, elinde şemsiyesiyle uzaktan ağır ağır geldiği görülüyordu. Nihayet, güneş batarken istasyon memuru: «Tren geliyor» müjdesini verdi. Nadide Hanım, o vakit birdenbire kendini bıraktı, korkusunu saklamaya artık sebep kalmadığı için: — Aman çocuklar, size söylemedim amma bittim. Şeytan neler getirdi aklıma… dedi. Posta, bugün âdeta boş gibiydi. Pendiğe Nadide Hanımın yolcularından başka yanlız orta yaşlı bir köylü ile iki çocuk indi. Köylü, uzun boylu, siyah seyrek sakallı bir adamdı. Sırtında pelerin şeklinde omuzlarına atılmış bir pembe yorgan, elinde bir bakraç, koltuğunun altında küçük bir yeşil çekmece vardı. Çocukların büyüğü küçük kardeşini sırtına almıştı.

Büyük, yedi yaşlarında, mavi başörtülü, sarı entarili, ablak bir kızdı; fugonun arkasındaki üçüncü mevkii vagonun pencereleri önünde telâşlı bir sesle: — İsmail’in bardağı kaldı, İsmailin bardağını bulun, diye bağırıyordu. Kızın bir madenî düdükten çıkıyor zannedilen keskin sesi akşamın sükûneti içinde öyle çınlıyordu ki, köylü nihayet avazı çıktığı kadar bağırdı: — Kız, kes sesini… Çakal gibi ne bağırırsın?. Anasının karnında üç ay daha duraymış adam yerine salt ses çıkacakmış… İstasyon, bugün o kadar tenha ve cansızdı ki, vagonlardan bakan tektük başlarla dışardaki sekiz on kişinin dikkati köylülerin üstünde toplandı. Nihayet, sarıklı bir adam, pencereden kırık ağızlı bir toprak testi uzattı; kızın da sesi kesildi. Tren kalktıktan sonra istasyonda bir komedi daha geçti. Köylü, makasçılardan birine: — Efendi, Göztepe’ye hangi yoldan gitsek ki?. diye sormuştu Makasçı, artık kahkahalarla gülüyordu. Köylü: — Ne gülersin efendi bana? diye soruyor, fakat bunu söylerken kendi de gayriihtiyari sırıtıyordu. — Ağam, sen yanlış indin… Haydarpaşaya gidecektin… Buradan Göztepeye yarın sabaha kadar varamazsınız… Köylünün gözlerinde birdenbire umulmaz bir zekâ ve istihza ışığı parladı; çocukları göstererek: — Efendi, buncağızların ayakla geldikleri yolu uç uca eklesen kaç Göztepe tutar bilir misin sen?. dedi. Ben Haydarpaşayı senden iyi bilirim… İlle paramız buraya kadar yetti… Tren, adamı Haydarpaşayacak babasının hayrına götürmez. İstasyondaki işsizlere güzel bir eğlence çıkmıştı. Ahali, köylülerin etrafına bir daire çevirmiş, gülüyordu. Külhanbeyi bir hamal: — Ağam, yükünü Göztepe’ye kadar ben taşıyayım; kaç kuruş verirsin? diye alay ediyor, bir boyacı çocuk, onun iple çıplak ayağına sarılmış yırtık papuçlarına fırçasıyla dokunarak: — Boyıyayım mı ağa?. Ayna gibi yapayım, diyordu.

Köylü, çocuğa: — Sen hele bir burnunu temizle de öyle gel, dedi. Onlar, orta oyunu aktörleri gibi etraflarını saran, sırıta sırıta kendilerini seyreden insanlara hiç aldırış etmeden yavaş yavaş yol hazırlıklarını yaptılar. Köylü, küçük yeşil çekmeceyi iki kulbuna bağladığı bir iple cüz kesesi gibi boynuna astı, pembe yorganı bir iki silkeledikten sonra yine omuzlarına atarak: — Gülsüm, hazır ol bakalım, dedi. Küçük kız, ne sırtındaki yükten, ne de sabaha kadar süreceğini tahmin ettikleri yoldan hiç ürkmüyor gibiydi. Yalnız, ayaklarında istasyonun taşlarına değdikçe bir at nalı şakırtısı çıkaran büyük ve ağır iki asker kundurası vardı ki, ikide birde endişe ile onlara bakıyordu. Nihayet: — Amca… Acap bunları elime alıp yalınayak gitsem mi ki… Çok acıtıyor, dedi. Sakallı, etrafındakilere bakıp gülümseyerek: — Öyle et Gülsüm, dedi, atlas papuçların eskimesin… Seyircilerde bir kahkaha daha… Gülsüm, bunu hakikaten iyi akıl etmişti. Çünkü kunduraları çıkarıp eline alınca yara bere içindeki ayakları birdenbire iki kuş kanadı gibi hafifledi. Nadide Hanım ailesi çoktan köşkün yolunu tutmuştu. Fakat Lala Tahir Ağa bir türlü çocukları köylülerin etrafından ayıramıyor: — Meretler… Siz hiç adam görmediniz mi? Onlar da sizin, benim gibi insan işte, diye bağırıyordu. II Köylü ile Gülsüm, çocukları o kadar eğlendirmişti ki, sofrada hep onların lâkırdılarını ediyorlar, durmadan gülüyorlardı. Pelerin gibi omuzlarına attığı yorgan için köylünün adını «Yorganlı» koymuşlardı. Bütün sevdiklerini nihayet etrafına topladığı için bir kat daha iyileşen güzel kalpli Nadide Hanım: — Gece karanlığında o yolları nasıl yürüyecekler?. Hele o yavrucuğa yüreğim parçalandı… Fazla olarak sırtında bir de çocuk var… Keşke bu biçarelere bir tren parası verseydik, diye üzülüyordu. O, çocuk gözleri gibi taze, masum, yeşil gözlerini pencerenin dışındaki karanlığa dikerek üzülürken büyük kızı Dürdane: — Sen böylesin anne… en güzel zamanında hiç olmayacak bir şey çıkarır, dünyayı kendine zehir edersin, diye darılıyordu.

Köşk, Pendik evlerinin bittiği yerde, deniz kenarında idi. Seniye’nin uzun bir hastalığı sebebiyle iki seneden beri yaz aylarını burada geçiriyorlardı. Nadide Hanım, yemekten sonra torunlarını bahçeye salıvermiş, kendisi büyüklerle beraber sofra başında kalmıştı. Oturduğu yerde gözlerini çocuklarının birinden ötekine götürüyor, onların lâkırdılarından ziyade seslerini dinliyor, ikide birde lüzumlu lüzumsuz: — Üç günlük ömrümüz var… Ne olurdu şu dünyada ayrılık olmasaydı, diye içini çekiyordu. Dürdane, doğru söylemişti. Üzüntü, onun için âdeta hava, su nev’inden bir ihtiyaçtı. Meselâ, çocuklarından ayrı bulunduğu vakit hasret ateşiyle yanar, fakat onlara kavuştuğu zaman da yine tamamiyle memnun olmaz, muvakkat gelmişlerse: «Ben size şimdiden gitmiş gözü ile bakıyorum…» Bütün bütün gelmişlerse: «Görürsünüz, bir aksilik çıkar, evlâtlarımdan biri yine gider» diye kendini üzerdi. Kardeşi Vasfi Bey arasıra: — Keşki hepimize ölmüş gözü ile baksan da sen de kurtulsan, biz de, diye takılırdı. Dürdane’nin sözü gibi bu da doğruydu: Nadide Hanımın ölenlere karşı garip bir vefasızlığı vardı. Yaşarken en üzerine titrediği bir insan ezkaza ölecek oldu mu yarımyamalak bir ağlar, ondan sonra bir daha adını ağzına almazdı. İnsan kalbi kaidesiz bir şeydir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir