Reşat Nuri Güntekin – Leyla ile Mecnun

(Kâ2am beyin evinde sıcak bir kış odası. ^iSuihtelii yaşta yedi, sekiz misafir…) Ragıp — (Elindeki mecmuayı göstererek) «Mavi Mecmua» bu hafta canlı bir müsabaka ilân ediyor. (Okuyarak) «Etrafımızdaki eşyanın tutuşmağa başladığını görürsek yapacağımız şey malűmdur: Ateşin üzerine keçe, kilim kabilinden, eşya atmak. Fakat bu yangın, kalbimizde başlıyorsa, yani ümitsiz bir aşka düşmek üzere olduğumuzu hissedersek ne yapabm? Doğru cevap verenlerden birinciye… n. b…» Maksat vakit geçirmek değil mi? Gelin gu meraklı meseleyi münakaşa edelim. Nazmi — Âlâ! Fakat aramızdan biri, meselâ ev sahibi Kazam bey, müzakereyi idare etsin… Muhtelif sesler — Kabul, kabul… Rıza — (Yaşlıca bir ehl-i dil) söz isterim!. Reis — Söz, Rıza beyin… Rıza — (Pos bıyıklarını çekiştirerek düşündükten sonra kafasına vurur) Hay Allah cezasını versin… Bunadık be… Unuttum… Reis — Sözünüzü mü? Rıza — Hayır… Bir beyit okuyacaktan… Reçete gibi kat’î ve vecîz “bir beyit ki, dört kelime ile bu derdin devasını söylüyor. Hülâsası gu: «A§k derdinin çaresi visaldir.» Hakikaten insan o merhemden bir kere sürdü mü haftasma kalmaz, pir-ü pâk olur. Reis — Cevap vermek isteyen var mı? Vecdi —ı (Uzun saçlı, yorguayüzlü bir san’atkâr) Ben va-nm… Mecmuanın ifadesinde sarahat var: «Ümitsiz aşk» diyor. Ümitsiz aşk demek visal ihtimali olmıyan aşk demektir. Bu noktai nazara göre visal nazariyesi suya düşüyor… Muhtelif sesler — Doğru… Vecdinin hakkı var… Vecdi — Bence aşkın en müessir ilâcı ayrılıktır… Sevilen kadından kaçmak, memleket değiştirmek, muhit değiştirmek… Hâ-6 LEYLÂ İLE MECNÛN sılı Rıza beyin «Merhem-i visal!» inin tamamiyle aksi bir tedavi: Ayrılık… Reis — Ortaya birbirine zad iki nazariye atıldı… Söz isteyen var mi? Mazhar bey — (Elli, elli beş yaşlarında bir şehbender mâ-zülü) Ben soyliyeceğim… Visale bir dereceye kadar aklım erer… Fakat ayrılık nazariyesi şairane olduğu kadar, daha doğrusu şairane olduğu için gayet toy, çocukça bir fikirdir… Mektep kitaplarına geçmiş basit bir hakikattir ki, manzaralar, çehreler, hâtıralar insandan uzaklaştığı nisbette güzelleşir, şairaneleşir; türlü bulutlara, sislere, renklere bürünür… Hangimiz çocukluğumuzun; mektepte dayak yemek, ağaçtan düşmek gibi tatsız vak’-alarmı bir şnr lezzetiyle hatırlamayız… On iki yaşında iken bir kız seydimdi, hâlâ acısı yüreğimden çıkmaz… Ağzına kadar dolu bir bayram sahncağmın içinde on iki yaşlarında bir kız çocuğu tasavvur edin. Çorabı düşmüş, saçı sorguç gibi tepesinde dikilmiş, afacanlıktan gözleri dönmüş, elinde zilli maşa, yahut darbuka, etrafı kırmızılı yeşilli macun halkalariyle çevrilmiş ağziy-le türkü söylüyor.


O çiy, ağnasız, yırtıcı çocuk sesini tasavvur edin… Dünyada bundan gülünç bir şey olmaz değil mi? Halbuki ben, böyle olduğunu bildiğim halde, elan onu melekler gibi tasavvur ederim… Hülâsa, insan, sevdiğinden ne kadar uzaklaşırsa onu o kadar sever… «Mecnun, Leylâ’yı sevdiği için sahraya çıktı» derler… Bence hakikat tamamiyle bunun aksinedir… Yani Mecnun’un babası olsaydım onu elinden tutar, adım adım Leylâ-nın peşinde gezdirirdim… İnsanlık icabı Leylâ, günde en aşağı kırk, elli türlü zevzeklik, münasebetsizlik, tatsızlık edecek; Mecnun, bunları göre göre bir gün bıkacaktı… Gülmeyiniz, efendiler, ben bu tedaviyi gayet muvaffakiyetle yeğenim Ziya’ya tatbik ettim. Anlatırsam hak vereceksiniz. Üç sene evvel bir akşam büyük biraderin evine uğramıştım. Onu pek müteessir ve telâşlı gördüm: «Aman Mazhar, aklım başımdan gidiyor, dedi, bugün Ziya; kibrit başlariyle kendini öldürmeğe kalktı… Güç belâ önüne geçtik… Oğlum, bir zamandan, beri komşun — îıanımın ismini buraLEYLÂ İLE MECNUN 7 da tekrar etmek caiz olmaj… Leylâ diyeyim — Leylâ hanımı se-viyormuş… Ne yapacağız, şaşırdım; bana bir akıl öğret!» Ziyanın bir zamandan beri bana gösterdiği muhabbeti, sık sık evime uğramasındaki hikmeti şimdi anlıyordum. Onu şöyle bir sorguya çektim:, «Ben — Bu Vesime hanımın… (Tu Allah cezasını versin, kadının ismini söyledim!)… Neyse… Leylânm nesini seviyorsun? O — Sevilmiyecek neresi var, amca? Gözlerinin gülüşü, çehresinin derin ve ince mânası, tebessümü, duruşu, söyleyişi… Bunların -hepsinden fazla olarak fikir ve hislerindeki şairane asalet… İnsan, onu yeyip, içmeyen bir melek zannediyor. Nasıl oluyor da herkes onun için çıldırmıyor… Nasıl oluyor da hep birden kendimizi öldürmiyoruz…» Böylece yanıp yakılırken, ben de ken. di kendimle konuşmağa başladım. «Ben — Çocuk adamakıllı fitüi almış… Vesime, yani Leylânm nesini seviyor ? Yine kendim. — Kendi söyledi ya, onu âdeta bir melek gibi görüyor. Ben — Leylâ, hakikaten melek mi? Yine ben — Hâşa… Alelade bir insan… Hattâ insanların da aşağı tabakasından… Ben — O halde, Ziya neden onu melek gibi görüyor? Yine ben — Çünkü, evvelâ uzaktan görüyor, saniyen yakından gördüğü vakit Leylâ, kendisini olduğu gibi değil, istediği gibi gösteriyor… Yani yüzü nasıl aktris gibi makyajlı ise, yüzünün mânaları, tavırları, sözleri de öyle… Hülâsa, gayet maharet ve hesaplı hareket eden bir kadın… Böyle olmayıp da Leylâ, yaradılıştan fevkalâde bir mahlűk bile olsa, ehemmiyeti yok… Çünkü, elbette onun da başka insanlar gibi za’fları, münasebetsizlikleri, küçüklükleri, gülünç halleri vardır… Bunları maharetle zaptedip Ziyaya göstermeli. Bunun için elimde birkaç çare var… Bir kere Leylâyı gezdiği, yürüdüğü yerde adım adım takip ederiz. Sonra evim, onun evine bitişik… Bu sayede onu hususî hayatında, kendisini yabancı gözlerden masun gördüğü, binaenaleyh roi oynamağa mecbur olmadığı saatlerde de görebilir, daha doğrusu; gözetleriz.» 8 LEYLÂ İLE MECNÛN Kararımı; biradere pek güçlükle kabul ettirdim. O, bu yeni tedavi tarzını aklına sığdıramıyor, «çocuğu büsbütün deli edeceksin» diyordu. Ertesi günden itibaren Ziya, gayri muayyen bir müddetle benim evime yerleşmiş bulunuyordu. Gayet muntazam ve üstadane bir takip plânı yapmıştım. Öyle ki, Leylâ; her misafirlikte, hele her çayda bizimle karşılaşıyordu.

Ziya, asıl maksadımın ne olduğunu bilmiyor, günde birkaç defa sakalımı öperek bana teşekkür ediyordu. Leylâ, hakikaten, birinci sınıftan bir akstristi. Maamafih tek tük falsolarını yakalamağa başlıyorduk. Bir gün sesinde gizli bir yalan ahengi, bir gün zahiren hayırhâhâne bir cümlesi içinde âdi bir dedikodu, bir başka gün, arkadaşlarından birine bakan gözlerinde bir fena ha-sed kıvılcımı, bir dördüncü gün şairane göstermeğe çalıştığı bir nişte gülünç bir bayağılık yakalıyorduk. Bu, görünüşte hiç, fakat heyeti umumiyesi itibariyle müthiş vak’aları birer birer sayamam. Yalnız birkaç misal alacağım. Bir gün, yeni bir elbisesine güya kaza ile biraz sütlü çay döktüm. Tabiî ehemmiyet vermiyor gibi göründü. Fakat ara sıra kendini tutamıyor, «Ah eşek, ah» der gibi hırçın bir nazar fırlatıyordu. Biraz sonra dayanamadı. Bir kadınlık bahsine karışarak, erkekler için gayet ekşi ve acı şeyler söyledi. Bu necibâne müdafaanın asıl sebebi o birkaç damla çaydı. Tabiî bunları Ziyaya gösteriyordum. Yine bir gün, bir salonda büyük bir şairin uzun bir manzumesi okunuyordu. Malűm ya, dinlemesini bilmek de bir san’attır.

Bu san’at, Leylâda bir dehâ mertebesini bulmuştur… Onun, bütün ruhuyla dinleyişi nefîs bir manzaradır… Sanki şürdeki bütün his ve hayallerin gölgesi onun güzel yüzünden geçer. Fakat her nedense Leylâ, bugün biraz yorgun ve düşünceliydi. Köşede, bir koltukta kendini ve etrafındakileri unutmuştu. Koket ruhu artık yüzünün sinirlerini idare etmiyordu. Bu çehreye öyle bön, öyle kaba bir hal çökmüştü ki, hiç bir karikatür bunu tasvir edemez… Ağzının — o adamı deli eden —kıvrak tebessümü sö dudakları; yerden çer-çöp tophyan bir gaga gibi uzamıştı. Geviş getirir gibi diliyle dişlerini karıştırıyor; yanağının her zamanki güzel çukurunu sarkık bir kese gibi şişiriyordu. Bu güzel yüzün bütün o manalı çizgileri silinmiş, pörsümüştü. Hele baş döndüren güzel gözler; kuş gözleri manasızlığı ve bönlüğüyle dalmıştı. Ziyayı dürttüm: «Leylânın asıl ruhunun çehresine bak!» dedim. Leylâ, bu perişan za’f ve samimiyet dakikasında kendisini bu suretle yakaladığımı bilse, ya kendini öldürür, ya benim, sakalımın tellerini birer birer yolardı ve tabiî hakkı da olurdu. Bu, saydığını rolün falsolu tarafları. Şimdi de hayatının rol oynamağa lüzum görmediği kısımlarına., yani onun ev hayatına. geliyorum. Evlerimizin bitişik olduğunu söylemiştim.

Küçük bir tahta sökmek ve burgu ile iki delik delmek suretiyle tavan arasında küçük bir rasathane tesis ettim. Oradan Leylânın sofasını görebiliyorduk. Leylâ, ruhan âdi bir kadındı. Onun tuvaletsiz hali görülecek şeydi. Hele bazı sabahlar, üstlerinde top top sürmeler sallanan şiş göz kapaklan, kabarmış saçlariyle, dekoltesinin üstünde kocasının eski yeşil hırkasiyle bir sofadan geçişi vardı ki, can dayanır gibi değildi. Tavırları şür gibi ahenktar olan Leylâ, ev hayatında ne kadar savruk, güler yüzü ne kadar abustu. Mütemadiyen tatsız tatsız bağırır, hizmetçileri, kocasını, hattâ hayvanları haslardı. Bir gün, rasathanede henüz yerlerimizi almıştık ki Leylâ, elinde bir perde deyneğiyle oda kapısından fırladı, bilmem ne kabahati olan bir kediyi merdiven başına kadar kovaladı. Yetişe-rneyince, arkasından bir hayli bağırdı. Kahkahalarımızı zor zap-tediyorduk. Leylâ, elindeki perde deyneğini gömleğinin yakasından içeri soktu, uzun uzun arkasını kaşıdı. Kaşımaktan bahsettim de aklıma geldi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir