Gerard De Villiers – Sas #63 – Abudabi Serüveni

Gömüldüğü koltukta Pepsi Kolasını yudumlamakta olan Arap, asansörden çıkanları görünce az daha elindeki şişeyi yutacaktı. Hotel Meridien’in holünde ilerleyen iki dilberin yüksek ökçeli ayakkabıları mermer zeminde tok sesler çıkarıyordu. Abu Dabili Arap Tanrının bu çifte mucizesini daha iyi görebilmek için yerinde doğruldu. Kadınlardan biri esmerdi. Topuz yaptığı saçlarına altın işlemeli fildişi taraklar takmıştı, iri gözlerinde Saba Melikesi Belkıs’ı hatırlatan bir makyaj vardı. Kolları altın ve pırlantalı bileziklerle süslüydü. Üzerinde Valentino markasını taşıyan siyah bir elbise vardı. Yere kadar uzanan elbisenin yırtmaçları kadının bronz bacaklarını her adımda kalçalarına kadar ortaya koyuyordu. Yanında yürüyen sarışının iri mavi gözleri, insanı tahrik eden çocuksu bir yüzü ve kıvırcık saçları vardı. Kalçaları en az arkadaşınınki kadar dikkat çekiciydi. O da mücevherlere boğulmuştu. İki kadın salına salına Meridien’in holünü geçtiler. Paris ya da New York’ta olsalar, yine en az buradaki kadar dikkati çekerlerdi. Kadınların hâlâ kara çarşaf altına saklandıkları Abu Dabi’de ise, bu inanılmaz bir manzaraydı. Peşlerinde bir parfüm bulutu bırakarak kapıya çıktıklarında, resepsiyondaki memur arkadaşına dönerek: Şeyh Bin Raşit bu gece iyi eğlenecek, dedi.


Şu fıstıkları gördün mü? Gördüm, dedi Pakistanlı memur. İki kadın otelin önünde hareketsiz bekliyorlardı. Biraz sonra önlerinde beyaz bir Rolls Royce durdu. Şoför fırlayarak arka kapıyı açtı. Kadınlar arka koltukta yerlerini alır almaz, araba son hızla Harbour Road yönüne saptı. İki genç kadın, çukurlara girip çıkan arabanın sarsıntısından etkilenmemek için koltuklarına gömüldüler. Vera Petersen adındaki esmeri: Ne şehir be! Diye mırıldandı. Sarışının adı Julie Scriver idi. Gülümseyerek: Sen buna şehir mi diyorsun? Karşılığını verdi. Gerçekten de Abu Dabi’ye “şehir” demek için insanın iyimser huylu olması gerekiyordu. Daha on yıl öncesine kadar bu adada bir cami ile birkaç beton yığınından başka bir şey yoktu. Az sayıdaki Abu Dabililer inci avcılığıyla geçinirlerdi. Bugün ise Abu Dabi, Kuveyt’i bile geride bırakacak hale gelmişti. Devamlı yol ve bina inşaatı vardı, ama bunların bakımına gelince kimse el sürmüyordu. Nüfusu seksen bine ulaşan gerçek Abu Dabili Araplar her gün varili otuz dolardan bir buçuk milyon varil petrolün gelirini paylaşıyordu.

Burada her şey bedavaydı: Hastane, telefon, okula para ödenmediği gibi, ne vergi vardı ne de gümrük. Abu Dabililer de Tanrının bu lütfuna minnet borçlarını ödemek için günlerini ha bire cami inşa ettirmekle geçiriyorlardı. Petrol üretimini bir milyon sekiz yüz varilden bir milyon iki yüze düşürdükleri halde, parayı nereye sarf edeceklerini bilemez durumdaydılar. Rolls yoluna devam ederek Sheraton yönünde ilerledi. Uzakta Abu Dabi’de ilk inşa edilen otel olan Hilton’un ışıkları fark ediliyordu. Araba sahil yolu boyunca saatte 150 ile gidiyordu. Halidiye Caddesi’ne sapınca 200’e çıktı. Şoförün başı ancak direksiyona yetişiyordu. Emir’in torunlarından biriydi ve on iki, on üç yaşlarında vardı. Sağda neonlarla aydınlatılmış Abu Dabili zenginlere ait villalar vardı. Kentin nüfusu üç yüz binin üzerindeydi ve bunun yüzde yetmiş beşini Pakistanlılar, Belucistanlılar, Hintliler, Avrupalı ve Afrikalılar oluşturuyordu. Yol güneye doğru uzanıyordu. Abu Dabi’yi karaya bağlayan iki köprü vardı. Bunlardan Airport Avenue’nun sonundaki El Mahtum Köprüsü inşaat nedeniyle kapalıydı. Geriye deniz kenarındaki kalıyordu.

Solda kentin ışıklan parıldıyordu. Vera Petersen camı indirerek deniz havasım ciğerlerine çekti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir