Lawrence Block – Herkes Ölür

(Arka kapak) Bir silah patlaması duyuldu. Mick’in üstüme yüklenmesiyle arkaüstü düşmüş, akımdaki sandalyeyi paramparça etmiştim. Ben tahta kırıklarının üstünde, Mick de benim üstümde yatıyordu. Elinde bir silah vardı ve kapı eşiğinden gelen otomatik silah ateşine karşılık olarak ateşleyip duruyordu. Kafamın üstünden uçan bir şey görür gibi oldum. Büyük bir gürültü oldu, dalgalar halinde şok titreşimleri hissettim. Sonra her şey bitti. Etrafıma bakmdığımda gördüklerimi zihnim almadı. İskemleler ve masalar başaşağı devrilmiş, bazıları paramparça olmuştu. Barın arkasındaki ayna nerdeyse tamamen yok olmuştu, birkaç kırık parça çerçevesinden sarkıyordu. Havada savaş sonrasının ağırlığı vardı, gözlerim barut dumanından ve dökülmüş viski buharından yanıyordu.


Etrafa, düşüncesiz bir çocuğun fırlattığı bezden bebeklere benzeyen bedenler saçılmıştı. İlişkilerini tartışan kadınla erkek birlikte, ters dönmüş masalarının yanında ölü olarak yatıyorlardı. Adam sırtüstü yatıyordu, yüzünün hemen hepsi yok olmuştu. Kadın, yan dönmüş, balık kancası gibi kıvrılmıştı, başının tepesi açılmış, parçalanmış kafatasından beyni dışarı akıyordu. Doruğa yaklaştıkça insanoğlunun ölümlülük karşısında boyun eğişi âdeta Shakespeare vari tragedyaların üslubuyla veriliyor.” Andy Buckley “Tanrı aşkına!” diye haykırdı ve Cadillac’ı acı bir frenle durdurdu. Başımı kaldırdım. Geyik tam önümüzde, belki on metre kadar ötede duruyordu. Kuşkusuz, far ışıklarına yakalanmıştı ama yüzünde o beklenilen şaşkın ifade yoktu. Aksine bir lord gibi her şeye hâkim bir durumdaydı. “Haydi” dedi Andy. “Kıçını kaldır bakalım Geyik Efendi.” “Üzerine doğru git” dedi Mick. “Ama yavaşça.” “Buzluğunu geyik etiyle doldurmak istemiyorsun herhalde, ha?” Andy ayağını frenden yavaşça çekti, otomobil usulca hayvana doğru kaydı. Geyik beklemediğimiz kadar yaklaşmamıza izin verdi, sonra tek bir sıçrayışla yoldan çıktı ve karanlık tarlalarda kayboldu. Palisades Parkway’de kuzeye doğru gidiyorduk. Önce 17 nolu yoldan kuzeybatıya, sonra 209’dan kuzeydoğuya sapmıştık. Geyik için durduğumuzda numarası olmayan bir yoldaydık.

Birkaç kilometre sonra da sola dönerek, Mick Ballou’nun çiftliğine giden çakıllı yola girdik. Şehirden gecevarısma yakın ayrılmış, sabaha karşı ikide varmıştık. Yolda trafik yoktu, dolayısıyla daha hızlı gidebilirdik ama Andv daima hız limitinin birkaç kilometre altında kaldı, sarı ışıklarda frene bastı ve kavşaklarda durdu. Mick’le ben arkada oturduk, Andy direksiyon salladı ve kilometreler sessizlik içinde geçti gitti. İki katlı eski çiftlik evi görününce, “Daha önce buraya gelmiştin” dedi Mick. “İki kere.” “Bir keresinde o Maspeth işinden sonra” diye hatırladı. “O gece otomobili sen kullanmıştın Andy.” “Hatırlıyorum Mick.” “Yanımızda Tom Heanev de vardı. Tom’u kaybedeceğiz diye korkmuştum. Kötü yaralanmıştı ama gıkı çıkmıyordu. Eh, Kuzey’dendir o. O takımın ağzı sıkıdır.” İrlanda’nın kuzeyini kastediyordu.

“Bir kere daha mı buradaydın? Ne zamandı o?” “Bir iki yıl önce. Bütün bir gece beraberdik, sonra sen beni buraya getirdin, hayvanları ve çiftliği gündüz gözüyle göreyim diye. Soma da bir düzine yumurtayla geri yolladm.” “Şimdi hatırlıyorum. Bahse girerim daha lezzetli bir yumurta yememişsindir.” “İyi yumurtalardı.” “İspanyol portakalı renginde kocaman sarıları vardır. Harika bir ekonomi, tavuk besleyip yumurtalarını almak. En iyi hesaplamalarıma göre o yumurtalar bana yirmi dolara maloluyor.” “Bir düzinesi yirmi dolara mı?” “Şuna bir yumurta yirmi dolara desek daha doğru olur. Gel gör ki, o kadın sahanda pişirdiğinde, yirmi dolardan çok daha fazlasına değer.” “O kadın” dediği Bayan O’Gara’ydı. Kocasıyla birlikte çiftliğin resmi sahibiydiler. Aynı biçimde, Cadillac’m ruhsatında ve Onuncu Cadde’vle Ellinci Sokak’m köşesindeki, sahip olduğu ve işlettiği Grogan’m Barı’nm tapusunda da başkalarının adları vardı. Mick Ballou’nun şehrin çeşitli yerlerinde gayrimenkulleri ve işletmeleri vardı ama hiçbir resmi evrakta adına rastlayamazdınız.

Bana yalnızca üzerindeki elbiselere sahip olduğunu söylemişti. Gerekirse, onların resmi sahibi olduğunu bile ispat edemezdi kimse. Sahip olmadığın bir şeyi kimse kolaylıkla senden alamaz, demişti bana. Andy çiftliğin yan tarafına park etti. Otomobilden çıktı, bir sigara yaktı ve Mick’le ben arka taraftaki verandanın basamaklarını çıkarken, sigarasını içmek için geride kaldı. Mutfakta ışık vardı. Bay O’Gara yuvarlak meşe masada oturmuş bizi bekliyordu, Mick önceden telefon edip geleceğimizi haber vermişti. “Bizi bekleme demiştin ama ihtiyacınız olan her şeyin yerli yerinde olmasını istedim. Taze kahve yaptım” dedi. “Sağol.” “Burada her şey yolunda, bir aksilik yok. Geçen haftanın yağmurları bir zarar vermedi. Bu yıl elmalar iyi olacak, armutlar daha da iyi.” “Yaz sıcakları bir zarar vermedi anlaşılan.” “Telafisi imkânsız bir şey olmadı Allah’a şükür” dedi O’Gara.

“Hanım uyuyor, ben de istediğiniz bir şey yoksa yatmaya gidiyorum. Ama herhangi bir şeye ihtiyacınız olursa seslenmeniz yeter.” “‘Biz iviviz” dedi Mick. ”Arka tarafta olacağız, sizi rahatsız etmemeye çalışırız.” “Sorun değil, uykumuz ağırdır” dedi O’Gara, “Siz bizi uyandırana kadar ölüler uyanır.” O’Gara bir fincan kahvesiyle yukarı çıktı. Mick bir termosu kahveyle doldurdu, kapağını kapadı sonra dolapta bir şişe Jameson buldu ve bütün gece yudumladığı gümüş matarayı ağzına kadar doldurdu. Arka cebine soktu, buzdolabından iki altılık O’Keefe’s Extra Old Stock ale bira alıp Andy’ye verdi, sonra termosu ve kulplu bir kahve bardağı aldı. Cadillac’a tekrar bindik ve yukarı doğru, çitle çevrilmiş tavuk kümesini, domuz ağılını, ambarları geçip eski meyve bahçesine girdik. Andy otomobili park etti, Mick bize beklememizi söyledikten sonra dosdoğru Hoş Memo’dan fırlamış eski bir bahçe tuvaletine benzeyen, bir alet edavat külübesine doğru gitti. Elinde bir kürekle geri geldi. Bir yer seçti ve küreği toprağa sapladı, ağırlığıyla iyice gömdü. Geçen haftanın yağmurları bir zarar vermemişti. Eğildi, kaldırdı, bir kürek dolusu toprağı van tarafa fırlattı. Termosun kapağını açıp kendime biraz kahve aldım.

Andy bir sigara vakti ve bir bira açtı. Mick kazmaya devam etti. Mick, Andy ve ben sırayla elma ve armut bahçesinin hemen yanında uzun bir çukur kazdık. Mick birkaç tane kiraz ağacı da olduğunu söyledi ama meyveleri ekşiydi ve ancak turtalarda kullanılıyordu, toplama zahmetine katlanmak yerine kuşların yemesine izin vermek daha kolaydı. Zaten ne yaparsanız yapın kuşlar yine yiyecekti. Hafif bir rüzgârlık giymiştim, Andy’de de deri bir ceket vardı ama sırayla kazdıkça üstümüzdekileri çıkardık. Mick spor gömleğinin üstüne bir şey giymemişti. Soğuk onu pek etkilemiyordu. Sıcak da. Andy ikinci kere küreği eline almış kazarken, Mick bir yudum viskiyi uzun bir yudum birayla kovaladıktan sonra derin bir iç çekti. “Buraya daha sık gelmeliyim” dedi. “Güzelliğini tam görmek için ayışığmdan daha fazlasına ihtiyacın var ama en azından huzuru hissediyorsun değil mi?” “Evet.” Rüzgârı kokladı. “Kokusunu da alabilirsin. Domuzlar ve tavuklar.

Yaklaşınca berbat bir koku ama bu uzaklıktan çok da kötü değil, değil mi?” “Hiç kötü değil.” “Otomobil egzosundan, sigara dumanından ve şehirdeki bütün pis kokulardan sonra büyük değişiklik. Yine de her gün bu kokuyu alsam herhalde rahatsız olurdum. Ama belki de her gün kokluyor olsam, sonunda fark etmeyebilirim.” “Böyle olduğunu söylüyorlar. Aksi halde insanlar kâğıt değirmenlerinin olduğu kasabalarda yaşayamazlardı.” “Aman Allahım! O dünyanın en berbat kokusudur, kâğıt değirmeni.” “Çok kötü. Tabakhanelerin daha kötü olduğunu söylüyorlar.” “Yapılan işlemle ilgili olmalı” dedi, “çünkü nihai ürün kokmuyor. Derinin kendine has hoş bir kokusu vardır, kâğıt ise tamamen kokusuzdur. Dünyada tavada kızaran beykından daha güzel kokan bir şey var mıdır? Üstelik şu an bile burnumuzun direğini kıran koku, domuz ahırından gelmiyor mu? Beykm dedim de hatırladım.” “Neyi?” “Evvelki yıl, Noel’de sana verdiğim hediyeyi. Kendi domuzlarımın etinden jambon.” “Çok cömert bir hediyeydi.

” “Üstelik Yahudi bir vejeteryana bundan daha uygun bir hediye ne olabilir?” Hatırladığı anıya başını salladı. “Ne kadar nazik bir kadın. Bana o kadar içten teşekkür etti ki, ne kadar uygunsuz bir hediye getirdiğimi fark etmem saatler aldı. Senin için pişirdi mi?” İsteseydim pişirebilirdi ama kendi yemeyeceği bir şeyi pişirmesini neden isteyeyim ki Elaine’den? Evin dışında yeterince et yiyorum. O jambonu evde ya da dışarda yemem zaten çok zor olurdu. Mick’le ilk tanıştığımda, ortadan kaybolmuş bir kızı arıyordum. Sonunda, Mick’in yanında çalışan genç sevgilisi tarafından öldürüldüğü ortaya çıktı. Sevgilisi ceseti domuzlara yedirerek yok etmişti. Mick bunu öğrendiğinde öfkeden köpürmüş, şiirsel bir biçimde adaleti yerine getirmiş ve domuzlar ikinci kere ziyafete oturmuşlardı. Bize getirdiği jambon farklı bir kuşak domuzdandı ve eminim tahıl ve yemek artıklarıyla şişmanlatılmıştı. Ben yine de hediyeyi, jambonun geçmişiyle ilgili cehaleti sayesinde zevkle yiyen Jim Faber’e vermekten mutlu oldum. “Noel için bir arkadaşıma verdim” dedim. “Yediği en iyi jambon olduğunu söyledi.” “Tatlı ve yumuşak.” “Öyle dedi.

” Andy Buckley küreği fırlattı, çukurdan çıktı ve bir teneke birayı tek bir dikişti içti. “Tanrım, ne susatıcı bir iş bu!” “Yirmi dolarlık yumurtalar ve bin dolarlık jambonlar” dedi Mick. “Çiftçilik harika bir uğraş. İnsan nasıl iflas eder bu işte?” Küreği kavradım ve işe koyuldum. Benden sonra Mick kazdı. Bir ara küreğine yaslandı ve derin bir nefes aldı. “Bunun acısı yarın çıkacak. Bütün bu çalışmanın. Ama şu anda iyi hissettiriyor insanı.” “İyi egzersiz.” “Günlük hayatta çok az hareket ediyorum. Ya sen?” “Ben çok yürürüm.” “O en iyi egzersiz ya da öyle diyorlar.” “O ve kendini yemekten uzak tutmak.” “Ah, en zoru o, yaşlandıkça daha da zorlaşıyor.

” “Elaine spor salonuna gidiyor” dedim. “Haftada üç kere. Ben denedim ama can sıkıntısından ölüyorum.” “Sen yürüyorsun ama.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir