Lawrence Block – Kutuphanedeki Hirsiz

Martın ilk Perşembe günü, öğleden sonra saat üçte Barnegat Kitabevi’ni hafta sonu tatiline soktum. Ucuzluk masamı içeri çektim, kapımı kapadım, kapı camındaki AÇIK tabelasını KAPALl’ya çevirdim. Yazar-kasanın raporunu aldım -ne yazık ki, yalnızca bir anlık bir iştiçekleri arkadaki odama götürüp bankaya yatırma fişini yazdım ve bir posta makbuzu hazırladım. Sonra otuz santim boyunda bir kutuyla dükkâna döndüm. Kutu bir çocuğun yaptığı ev resmine benziyordu, sivri bir damı falan vardı ama bacanın olması gereken yere bir tutamaç takılmıştı. Menteşeli kapağını açıp kutuyu yere bıraktım ve Raffles’ı arandım. Hayvan, vitrinde oturmuş güneşin sızan birkaç ışınının keyfini çıkarıyordu. Adıyla seslendim, eğer köpek olsaydı bu bir işe yarardı ama köpek olmadığı için hiçbir tepki uyandırmadı. Raffles, tırnaklan sökülmüş, iğdiş edilmiş, kuyruksuz bir tekir kedidir. Eğer adını biliyorsa bile bildiğini asla belli etmez. Tam kendine uygun bir davranışla sesimi duyunca kılını bile kıpırdatmadan o solgun güneşin altında kıpırtısız yatmayı sürdürdü. Ben de elime bir parça kâğıt alıp buruşturdum ve hemen de yararını gördüm. Attığım kâğıt topları yakalayıp öldürmesi üzerine kurulu bir eğitim sistemimiz vardır. Sıradan bir gözlemciye bu bir oyun gibi gelecekse de, aslında ciddi bir iştir ve kedinin fare avlama becerisini geliştirmeye yöneliktir. Đşe de yaradığını tahmin ediyorum, zira Raffles dükkâna yerleştiği günden sonra bir daha raflarımda kemirilmiş ciltler ve kuşku verici organik maddeler bulmamaya başladım.


Kâğıt topu atar atmaz o da yerinden fırlayıp koşmaya başladı. Topun yuvarlanması sona ermeden yakalamış ve artık anı olmuş tırnaklarını batırıp topu ağzına almış, şiddetle ileri geri salladıktan sonra öldürdüğüne inanarak yere bırakmıştı. Bir köpek olsa tekrar atmam için geri getirirdi. Bir kedi böyle bir şeyi aklının ucundan bile geçirmez, “Aferin” dedim. Yeni bir top yaptım, o da işini bir anda bitirdi. Onu bir daha kutladıktan sonra üçüncü bir top daha yaptım ve onu da açık duran kedi taşıma kutusunun içine attım. Raffles kutuya baktı. Sonra bana baktı ve dönüp yere baktı. Birkaç dakika sonra kapı vuruldu. Bakmadan, “Kapalıyız” diye seslendim. Gözlerim Raffles’daydı; kedi Felsefe ve Din bölümünde Immanuel Kant’ın büstünün de bulunduğu rafa çıkmıştı. Kapı tekrar vurulunca, “Hafta sonu için kapalıyız. Kusura bakmayın!” diye seslendim yine. “Bernie, kapıyı aç.” Bu kere baktım ve tabii ki kapıda kuştüyü astarlı parkası içinde olduğundan iri görünen Carolyn duruyordu.

Ayakları dibinde bir valiz vardı, kaşları çatılmıştı. Kapıyı açıp da içeri aldığımda ellerini hohlayıp ovuşturdu. “Hazır olduğunu sanmıştım” dedi. ‘Trene yetişecektik, unuttun mu?” “Raffles” dedim. “Ne Raffles’ı?” “Kutusuna girmiyor” Carolyn bir bana bir de kedinin kutusuna baktı, sonra eğilip içindeki iki kâğıt topu çıkardı. “Topların ardından atlar diye düşünmüştüm” dedim. “Öyle düşündün, ha?” “Bir fikirdi işte,” “Senin aklına daha iyi fikirler geldiği de olmuştur, Bern. Nereye kaçtı?” “Kategorik zorunluluğun babasıyla birlikte orada oturuyor” dedim. “Durumuna da çok uygun doğrusu. Kutuya girmesi zorunlu ve kendisi de kategorik olarak buna karşı. Carolyn, bilmem ama onu da almakla belki yanlış bir iş yapıyoruz. Yalnızca üç geceliğine gidiyoruz. Yeteri kadar yiyecek ve su bırakırsam, arkadaşlık etmesi için radyoyu da açarsam…” Carolyn yüzüme uzun uzun baktı, başını salladı, içini çekti ve ellerini sertçe çırpıp bağırarak kediyi çağırdı. Raffles tünediği raftan atlayıp dümdüz yere uzandı. Ağırlık merkezini bir santim daha aşağı indirdiği takdirde dükkânda değil de bodrumda olacaktı.

Carolyn eğilip kediyi aldı, kutuya koydu. Karşılık kabul etmeyen bir sesle, “Orada kalacaksın” dedi ve kediye seçenek tanımamak için kapağı kapattı. Sonra bana dönüp, “Kediyi kutuya girmesi için kandıramazsın” dedi. “Bilek gücünü kullanmak zorundasın. Hazır mısın, Bern?” “Sanırım.” “O paltoyla üşümezsin umarım. Öğleden bu yana ısı sekiz on derece düştü bence. Ve hava tahmininde kentin kuzeyine kar yağacağı söyleniyor” “Isınacak” dedim. “Sahi mi?” “Mart ayındayız. Kışın fazladan altı haftası sona ermek üzere. Biraz kar yağsa da artık tutmaz.” Valizimi bir elime, Raffles’ın kutusunu öteki elime aldım, Carolyn geçmem için kapıyı tuttu. Dışarı çıkınca New York’ta bir dükkânı kapamak için yapılması gereken şeyleri yaptım: Çelik kapıyı çektim, sayısız asma kilidi yerleştirip kilitledim. Bu işler en iyi çıplak elle yapıldığı için işim bittiğinde parmaklarım soğuktan donmuştu. “Soğukmuş doğrusu” demek zorunda kaldım.

“Ama Cutterford Konağı pek keyifli olacak. Çatıda kar, şöminede gürül gürül bir ateş…” “Kahvaltıda çiroz, ikindi çayı sütlü ve yanında gözleme.” Carolyn’ın kaşları çatıldı. “Doğru mu söyledim, Bern? Yoksa tam aksi mi olacaktı?” “Doğru söyledin. Kahvaltıda çiroz, çayda gözleme.” “Ve sonra bütün o canım Đngiliz yemekleri. Bangles ve püre, delikteki kurbağa. Delikteki kurbağa nedir, Bern?” “Bilmiyorum.” “Bana hep Söğütler Arasında Rüzgâr’ı hatırlatıyor Đyi bir şey olduğuna ve yediğinde kendini keyifli ve güvenlik içinde hissettiğine eminim. Bir de sherry trifle var. O tatlı. O kadarını biliyorum.” “Hoppa bir kız adı gibi. Sherry trifle -kalbini parçalarken kan şekerini artırır” “Đki hafta önce Pandora’da tanıştığım esaslı bir parçayı hatırlattı bana.” “Öyle mi?” dedim.

“Bana da Lettice’i hatırlatıyor.” Eh, bu da her türlü konuşmayı sona erdirmek için birebirdi ve ondan sonraki bir saat boyunca ikimiz de fazla bir şey söylemedik. Grand Central istasyonuna taksiyle gittik, oradan Whitham Junction’a giden trene bindik. Oradan da aktarma yapıp New York, Connecticut ve Massachusets’in birleştiği köşede bir köy olan Pattaskinnick’e gidecektik. Oradan da tutacağımız bir taksiyle üç dört mil ilerde olan Cuttleford Konağı’na varacaktık. Whitham Junction’a giderken camdan Hudson Nehri’ni seyredebilmek için trenin sol tarafına oturduk. Üç parça eşyamızın ikisi başımızın üstündeki raftaydı. Üçüncüsü de yerde ayaklanırım arasında duruyor ve zaman zaman miyavlıyordu. “Bayılacaksın Raffles” diye Carolyn hayvana garanti veriyordu. “New York’tan yalnızca üç saat ilerde gerçek bir Đngiliz evi.” “Üç saatten biraz daha fazla olabilir” dedim. “Ve pek gerçek de olmayabilir” “Yine de gerçeğe çok yakındın Bern. Raffles, sana da gerçek Đngiliz faresi bile çıkabilir” “Bak bu iyi fikir” dedim. “Umarım son elli yılı kitapları kemirerek geçirmemişlerdir” “Eğer gerçek bir Đngiliz malikânesiyse kendi kedileri vardır” dedi Carolyn. “Onların da Raffles’ı görmekten büyük zevk alacaklarına eminim” diyerek kutuyu ayağımla dürtükledim.

“Onu neden götürdüğümüzü hâlâ anlamış değilim. Dükkânda rahatı yerindeydi.” ‘Tek başına bırakmak için çok uzun bir süre, Bern.” “Sen kendi kedilerini bıraktın ama.” “Ubi ile Archie birbirleriyle arkadaşlık ederler. Ayrıca karşı komşum Fred günde bir kere uğrayıp su ve yemek verecek. Aynı şeyi ben de Raffles için yapardım ama sen beni davet ettiğin için…” “Biliyorum.” Carolyn elimi okşadı. “Sırası gelmişken söyleyeyim, Bern, doğrusu sana minnettarım. Beni de yanına alman çok iyi oldu.” “Eh, yalnız gitmek istememiştim.” “Bunun pek eğlenceli olacağını sanmazdım zaten.” “Keçileri kaçırırdım” dedim. “Sen benim eh iyi arkadaşımsın, Carolyn. Cuttleford Konağı’na senden başkasını götürmek istemezdim.

” “Ne kadar tatlı şeyler söylüyorsun, Bernie. Pek doğru olmasa bile.” “Ne demek istiyorsun?” “Bern, gerçekleri konuşalım, tamam mı? Kışın ortasında bir Đngiliz malikânesinde romantik bir hafta sonu…” “Kışın ortası da ne oluyor? Mart geldi bile. Bahar sayılır artık.” “Sen takvime bakma, Bern. Ormanda yürüyüşe çıkamayacak kadar soğuk hava. Şöminede ateş ve pencerede don olacak. Şimdi bana açıkça söyle: Hafta sonunu güzel bir kadınla geçirmek istemez miydin?” “Sen güzel bir kadınsın, Carolyn.” “Eh, bir miktar çekici sayılırım ama güzel demek biraz abartma olur. Ayrıca söz konusu olan da o değil. Sen Sherry trifle gibi tatlı bir parçayı görünce kendini kaybedecek bir kadın istemezsin. Seni görünce kendini kaybedebilecek bir kadın istersin.” “Başka zaman” dedim. “Şu anda tek istediğim bir arkadaş.” Kondüktör geldi.

“Bundan sonraki durak Whitham Junction” dedi ve aralarında Pattaskinnick de olan aktarmayla gidilecek ve kimsenin adını bile duymadığı bir sürü yer saydı. Carolyn beni dürtükleyerek dışarısını gösterdi. Kar yağıyordu. “Eh, kentin kuzeyinde kar yağışı demişlerdi” dedim. “Biz de kentin kuzeyindeyiz ve kar yağıyor” “Bence çok güzel” dedi Carolyn. “Durmayacağını Umarım. Bütün haftasonu yağar inşallah.” Eğer sözlerini dinliyor olsaydım bu isteğine kızabilirdim. Ama kafam öylesine başka bir yere dalmıştı ki, bir sonra söylediğini de kaçırdım, iki satır lafını bir şey söylemeden geçirince, “Bernie?” dedi. “Kusura bakma. Uzayda kaybolup gitmişim.” “Aklından hiç çıkmıyor değil mi?” “Kim, Lettice mi?” “Evet. Önemi yok, Bern. Doğal bir şey bu. Kalbinin ortasına bir ok yedin ve şimdi de bu yolculuğa onun yerine benimle çıktın.

Kadını bir süre çok özleyip düşüneceğin de belli bir şey.” “Ben öyle mi yapıyordum?” “Eh…” “Hayır, doğrusunu istersen Bayan Lettice Runcible’i düşünmüyordum bile.” “Düşünmüyor muydun?” Kalkıp valizlerimizi aldım. “Doğrusunu istersen ben şu anda Raymond Chandler’i düşünüyordum.” 2 Her şeye baştan başlamalıyım. Eh, hiç olmazsa başa yakın bir yerden Carolyn, Raffles ve ben Whitham Junction’dan aktarma yaparak Pattaskinnick trenine binmeden on gün kadar Önce evimde oturuyordum. Saat on bir sularıydı ve Mel Torme kasetim bir kere daha otomatik olarak başa sarılmaktaydı ve ben o konuda ne yapacağımı düşünüyordum. “Bir daha dinlemek ister misin?” diye sordum Lettice’e. “Yoksa başka bir şey mi koyayım?” “Hiç önemi yok, Bernie.” Elimi uzatıp bacağına dayadım ve parmaklarımı gezintiye çıkardım. “Yalnızca soluklarımız ve zaman zaman da ihtiras çığlıklarımızla kesilen sessizliği deneyebiliriz.” “Benim eve gitme zamanım geldi, o derin solukları kendi başına yapmak zorunda kalacaksın sanırım” dedi. “Kalabilirsin.” “Bu gece olmaz, Bernie.” Yatakta doğrulup kollarını havaya kaldırarak bir kedi gibi gerindi.

“Yarın sabah erken kalkacağım. En iyisi ben gideyim artık. Donumu gördün mü?” “Çıkardığından beri görmedim. O noktada artık onunla bir ilgim kalmamıştı.” Lettice yataktan atlayıp donunu aramaya başladığında ben de onu izlemeye koyuldum. Şahane göründüğü için bu çok zevkli bir uğraştı doğrusu. Bir altmış beş bir yetmiş boyundaydı, inceydi ama hiç de kemikli değildi. Her yanında kavisler vardı ve hepsi de öyle sert virajları olmayan, yumuşak kavislerdi; eğer bir yol olsaydı ne vites küçültürdünüz ne de, Allah göstermesin, frene basardınız. Saçları bal, teni krema, gözleri bir Alp gölü rengindeydi. Onu ilk gördüğümde güzelliğine hayran kalmıştım ve şimdi o zamandan yüz kat daha iyi görünüyordu. O zaman giyinik, şimdi de soyunuk olduğundandı bu ve bunun da büyük fark yarattığını söyleyebilirim. Lettice şahane kalçasına elini dayayıp yatağın karşısındaki duvarda asılı olan tabloya baktı. “Bunu özleyeceğim” dedi. “Gerçekten iyi bir kopya, değil mi?” Tabloda beyaz bir alan üzerinde siyah dikey ve yatay çizgiler vardı, karelerin bir kısmı asal renklerle doldurulmuştu. Kopya olduğunu nasıl anladığını sordum.

Kaşının birini kaldırdı. “Eh, bulunduğu mekândan anlaşılıyor diyebilirim sanırım. Burada özgün bir Mondrian olacak değil ya.” ‘Burada’ dediği yer West End Caddesi ve Yetmiş Birinci Sokakta tek yatak odalı bir daireydi ve her ne kadar Modern Sanat Müzesi sanıp sizi yanıltacak değilse de yaşanacak güzel bir yerdi. “Ayrıca insan özgün bir tabloyu bir bakışta anlayabilir” diye devam etti. “Modern Sanat Müzesi’ndeki Mondrian sergisinde iki saat geçirdim ben. Herhalde sen de gitmişsindir.” “Đki kere. Bir kere açıldığında ve sonra Ocak sonunda kapanmadan hemen önce.” “O zaman neden söz ettiğimi anlamışsındır. Orijinallerini gördükten sonra böyle bir kopyaya kanmazsın.” Gülümsedi. “Aslında pek de fena sayılmaz ya.” “Eh, hepimiz de özgün asıllarımız olamayız” dedim. “Onu özleyeceğini söylediğinde ne demek istemiştin?” “Öyle mi dedim? Kendi kendime konuşuyordum doğrusunu istersen.

Bernie, donum nerede?” “Ben giymediğime yemin edebilirim.” “Hah, buradaymış. Ta buraya kadar nasıl geldi dersin?” “Aşkın kanatlarıyla uçtu” dedim. Ben de kalkıp Mel Torme’yi susturdum. “Sana sormayı unuttuğum bir şey var. Perşembe’den sonra bir hafta boş musun?” “Perşembe’den sonraki hafta. Yani bu Perşembe değil de, gelecek Perşembe.” “Evet.” “Đngilizler’in dediği gibi Perşembe’nin haftasına.” “Herhalde öyle derler; aslında onun da söyleyeceğimle ilgisi yok değil ya. Bak, ben düşündüm ki…” “Aslında değilim.” “Ne değilsin?” . “Boş. Perşembe’nin haftasına.” “Ya” dedim.

“Atlatacağın bir şey değil mi?” “Hiç sanmam.” “Eğer erteleyebilseydin, birlikte…” “Ne yazık ki, imkânsız.” “En iyisi Perşembe’ydi ama Cuma da olabilir sanırım.” “Cuma’nın haftasına.” “Evet. Haftaya Cuma’dan sonra. Birlikte…” “Olamaz.” “Efendim?” “Aslında bütün haftasonu doluyum, Bernie. Perşembe akşamından başlayarak.” “Ya” dedim. “Özür dilerim.” “Hafta sonunu birlikte geçirmemizi düşünüyordum ama…” “Korkarım buna pek olanak yok. Lütfen şunu geçirir misin, Bernie.” ‘Tabii. Ah, özür dilerim.

Elim kaydı.” “Bundan hiç kuşkum yok işte.” “Eh, dayanılmaz bir şey onu oraya çekiverdi. Ama eğer dokunuşumdan hoşlanmıyorsan…” “Öyle bir şey söylemedim.” “Ya da durmamı istiyorsan…” “Öyle de demedim.” Bu defa Mel Torme’siz yaptık ve yokluğunun pek farkedildiğini söyleyemeyeceğim doğrusu. Daha sonra ben patlak bir lastik gibi yığıldım. Kendime geldiğimde Lettice giyinmiş ve kapıdan çıkmak üzereydi. “Bekle” dedim. “Hiç olmazsa aşağı inip seni bir taksiye bindireyim.” “Giyinmene hiç gerek yok, Bernie. Benim de acelem var zaten.” “Hiç olmazsa hafta sonu için ne planladığımı söylememe izin ver” “Peki.” “Çünkü aynı şeyi ertesi hafta da yapabiliriz eğer yer ayırtabilirsem. Bizim için planladıklarımı duyunca kendi planlarını erteleyebilirsin.

” “Anlat bakalım.” “Cuttleford Konağı” dedim. “Cuttleford Konağı.” Kaşlarını çattı. “Orası…” “Berkshires’daki Đngiliz malikânesi” dedim. “Özel, pahalı ve gerçek. Her şöminede kömür ateşi. Reverans yapan hizmetçi kızlar. Londra aksanıyla konuşan garsonlar. Gün ışırken odana getirilen çay. Hindistan’ın kaybını hâlâ hazmedememiş konuklar Koca malikânede bir tek televizyon yok. Sınırları içinde bir tek otomobile rastlayamazsın.” “Cennet gibi bir yer.” “Eh, senin Đngiliz olan her şeye nasıl bir tutkuyla bağlı olduğunu biliyorum. Stanhope’da çay içmekten nasıl zevk aldığını gördüm ve bunun bizim için kusursuz bir hafta sonu olacağını düşündüm.

Sana Sevgililer Günü’nde söylemeyi düşünüyordum ama orasını bulup da yer ayırtana kadar Sevgililer Günü gelip geçti işte.” “Sen ne kadar şeker bir insansın, Bernie.” “Çok doğru. Ne diyorsun ha, Lettice? Eğer planlarını değiştiremezsen ben ayırttığım yeri ertesi haftaya kaydırmaya çalışırım.” “Keşke yapabilseydim.” “Neyi?” “Đkisini de.” Lettice içini çekti, kapı kolunu bırakıp odaya döndü, kütüphaneye yaslandı. “Bunu söylemek zorunda kalmayacağımı umuyordum” dedi. “Ama yalnızca sevişmenin ve daha ileri gitmemenin ikimiz için de daha iyi olacağını düşünüyorum.” “Ne demek istiyorsun? Doğrusu hiçbir şey anlamış değilim.” “Bernie, Perşembe’nin haftasına seninle gidebilmeyi gerçekten isterdim, ama olmaz işte.” “O kadar önemli ne işin olabilir ki?” “Ah, Bernie.” “Ee?” “Benden nefret edeceksin.” “Senden nefret etmeyeceğim.” “Ama edeceksin ve ben de seni bunun için suçlayamam.

O kadar gülünç bir şey ki.” “Gülünç olan ne?” “Ah, Bernie” dedi yine. “Bernie, ben evleniyorum.” “‘Bernie, sırası gelmişken söyleyeyim ben Perşembe’ye evleniyorum'” diye anlattım. “Ve açık kalan ağzımı kapadığımda o kapıyı kapatıp gitmişti. Đnanabiliyor musun?” “Đnanmaya başlıyorum, Bern.” Carolyn hikâyeyi üçüncü kere dinlediği için inanmış olması mümkündü. O gece, Lettice evimden çıktıktan ve kapıyı arkasından hafifçe ama kesin olarak kapadıktan birkaç dakika sonra Carolyn’i arayıp olanları anlatmıştım. Sonra ertesi gün öğle yemeğinde bir daha anlatmıştım. Carolyn’ın köpek kuaför salonu Üniversite Meydanı ile Broadway arasında Doğu Onbirinci Sokakta, Barnegat Kitabevi’nden iki kapı aşağıdadır. Normal olarak öğle yemeklerimizi birlikte yeriz. Değişmeli olarak birimiz kendi mezecisinden bir şey alıp ötekinin işyerine götürürüz. O gün de sandviçleri ben almıştım ve Fino Fabrikası’nda yiyorduk, ben de ısırıklar arasında, telefonda anlattığım hikâyeyi tekrarlamıştım. Saat altıya gelirken kitabevini kapadım ve Carolyn’ın, sahiplerinin gözü önünde bir köpeğin süslemesini bitirmekte olduğu Fino Fabrikası’na gittim. Sahiplerden biri çeki yazarken diğeri, “Öyle tatlıdır ki” dedi.

“Sen de köpeğin en güzel yanlarını ortaya çıkarıyorsun, Carolyn. Yemin ederim ki sen bir dahisin.” Sevgililerini alıp dışarı çıktıklarında, dahi de dükkânı kapadı. Her zaman yaptığımız gibi birlikte Broadway’deki Bum Rap’a kadar yürüdük ve Carolyn genelde yaptığı gibi viski ısmarlarken birden durakladı. “Đstersen başka bir şey ısmarlayayım” dedi. “Neden?” “Eğer sen kafayı bulmaya niyetliysen ben nispeten ayık kalmayı becerebilirim.” “Otomobilimiz yok ki” dedim. “Ayrıca neden sarhoş olmak isteyeyim ki?” “Yani sarhoş olmak istemiyor musun?” “Öyle bir hevesim yok.” “Hey, yoksa bu gece Perrier gecesi mi olacak?” Birinin evine yasadışı yollardan girmeye niyetli olduğum geceler yalnızca Perrier madensuyu içerdim. “Hayır, değil” dedim. Ve bunu Maxine’e bir şişe Tuborg getirmesini söyleyerek kanıtladım. “Tanrıya şükürler olsun” dedi Carolyn. “O zaman ben bir Skoç içeyim, Max. Hatta bir duble yaparsan daha iyi olur. Benim dahi olduğumu söylediler Bernie.

Esaslı bir şey değil mi?” “Çok esaslı.” “Eğer seçim hakkım olsaydı başka bir işte dahi olmak isterdim. Kimse köpek yıkadığı için MacArthur Ödülü almamıştır Ama hiç yoktan iyidir değil mi?” “Kesinlikle. Benim gibi olabilirdin.” “Kilit açmakta dahi mi?” “Kadın seçmekte dahi.” “Ben zaten kadın seçmekte dahiyim ama.” “Đnanır mısın?” diyerek Lettice’in yaptığı açıklamayı üçüncü kere anlatmaya koyuldum. “Eğer kendisini hafta sonu için iknaya çalışmasaydım acaba evleneceğini ne zaman söylerdi. Yani bu bir başka erkekle sinemaya gitmek için randevusunun olması falan gibi bir şey değil, değil mi? Evleniyormuş!” “Başkasıyla çıktığını biliyor muydun?” “Tahmin etmiştim. Öyle pek sıkı fıkı bir ilişkimiz yoktu. Daha yeni yeni yatmaya başlamıştık.” “Nasıldı?” “Seks mi?” “Evet.” “Şahaneydi.” “Ya.” “Gerçekten özel.

” “Çok üzüldüm, Bern.” “Ama aramızda büyük bir aşk yoktu. Bir şeyler olur belki diye umuyordum ama sanırım ta içimde olmayacağını biliyordum. Pek de ortak şeyimiz yoktu, ilişkinin süresini doldurup biraz tatlı, biraz buruk bir biçimde sona ereceğini ve yıllar sonra bunamaya başladığımda onun beni ısıtacak o yumuşacık anılardan biri olacağını düşünüyordum. O yüzden bir sonun gelmesine hazırdım ama bunun bu kadar çabuk ve bu kadar ani geleceğini hiç beklemiyordum doğrusu.” “Demek pek fazla üzülmedin, Bern?” “Eh, öyle denilebilir.” “Şaşırdın ama sersemlemedin. Öyle mi?” “Hemen hemen. Durumu böylesine yanlış algıladığım için kendimi aptal yerine konulmuş hissediyorum. Kadının bana çılgıncasına âşık olduğunu sanıyordum, oysa o başkasıyla mercimeği firma vermiş bile.” “Asıl acınacak olan o adam, Bernie.” “Kim, damat mı?” “Evet. Düğünden on gün önce karısı bir başka erkekle prova yapıyor. Bana sorarsan iyi olmuş da ondan kurtulmuşsun.” “Biliyorum.

” “Lettice. Ne biçim ad bu?” “Đngiliz adı galiba.” “Herhalde.” “Talihli erkek kimmiş? Onun hakkında bir şey söyledi mi?” “Tek kelime bile etmedi.” “Ya da onunla nerede tanıştığını falan?” Başımı salladım. “Belki de kadın adamın dükkânına gitmiştir” dedim. “Biz öyle tanıştık. Martha Grimes’ın ve Elizabeth George’un beş altı tane kitabını aldı, konuşmaya başladık.” “Kadın ne iş yapıyor Bern?” “Her şeyi. Yani geçimini nasıl mı sağlıyor diyorsun? Wall Street’te bir şeyler yapıyor işte. Hisse senedi analizcisi falan.” “Yani beyinsiz biri değil.” “Kelimenin geleneksel anlamıyla, değil.” “Ve de Đngiliz?” “Hayır” “Onun Đngiltere’yi özlediğini sanmıştım. Stanhope’da Đngiliz çayına o yüzden götürdün ve Cuttleford Konağı’na o nedenle götürüyorsun diye düşünmüştüm.

” “Đngiltere’ye özlem duyuyor denilebilir bir bakıma ama Đngiliz değil. Aslında Đngiltere’ye de hiç gitmemiş.” “Ya.” “Ama hafif bir Đngiliz aksanı var ve konuşmasında bazen Đngiliz cümle yapısını kullanıyor ve Đngiltere’nin ruhsal vatanı olduğundan emin. Ve tabii pek çok Đngiliz polisiye romanı okumuş.” “Doğru, Martha Grimes ve Elizabeth George. Her ikisi de Đngiliz, değil mi?” “Aslında değiller ama romanlarının mekânı hep orada. Lettice, Agatha Christie ve Dorothy L Sayers gibi bütün klasikleri de okumuş. Her neyse, Cuttleford Konağı’nın ona göre bir yer olduğunu düşünmüştüm.” “Ve de Đngiltere’ye gitmekten çok ucuz.” “Ucuz değil” dedim. “Ama Ocak ayı sonlarında da çok iyi bir gece yaşadım, o yüzden bu ara para bir sorun değil.” “O Perrier gecelerinden biri demek.” “Evet. Ahlaken berbat biri olduğumu biliyorum ama paranın tümünü yemek ve barınak için harcamadan biraz da keyif çatayım demiştim.

” “Eh, mantıklı bir şey.” “Böylece Concorde’a atlayıp onu bir hafta sonu Đngiltere’ye götürmeyi düşündüm ama gerçek Đngiltere’yi bulabileceğimden emin değildim.” “Birden fazla mı vardır?” Başımı eğdim. “Onun çıldırdığı Đngiltere’yi bulmak için bir zaman makinesi gerek ve o zaman bile bulamayabilirsin. Onun Đngiltere’si Yukardakiler Aşağıdaki’lerle Kütüphanedeki Ceset arasında bir şey. Heathrow’da uçaktan indiğimde o Đngiltere’yi aramaya nereden başlayacağımı bilemem. Ama aradığımı buradan üç saat ötedeki Cuttleford Konağı’nda bulabilirsin.” “Bir otel mi burası? Şimdiye kadar adını bile duymamıştım.” “Yakınlara kadar ben de duymamıştım. Evet, bir tür otel ama aslında öyle başlamamış. Binayı yüz yıl önce Ferdinand Cathcart yaptırtmış.” “Tanıdık bir ad.” “Servetini eski zaman yöntemlerine göre yapmış biri.” “Yoksulları ezerek mi?” “Başka türlüsü mümkün mü? Her neyse, dünyalığını toplayıp da Beşinci Cadde’de bir konak ve Newport’ta yazlık bir ev yaptırdıktan sonra Ferdie bir de malikâne istediğine karar vermiş. Cuttleford Konağı da böylece inşa edilmiş.

” “Ve sonra sonsuza kadar orada mutluluk içinde yaşamış mı?” “Bildiğim kadarıyla orada pek oturmamış” dedim. “Ama mutluluk içinde yaşamış olabilir, çünkü Cuttleford’un tamamlanmasından beş yıl sonra gökyüzündeki o büyük Đngiliz malikânesine yerleşmiş. Mirasçıları arasında epey kavga olmuş ve malikânenin kendisine kaldığı kişi, 1929’da bütün servetini kaybedince devlet vergi borcuna karşılık binaya el koymuş. Yıllar boyunca pek çok el değiştirmiş sonra da. Đkinci Dünya Savaşı’ndan sonra alkolikler tedavi merkezi ve daha sonra da bir süre bir tarikat evi olarak kullanılmış. Ondan sonra da terk edilmiş. Sekiz on yıl önce Eglantine’ler binayı alıp restorasyonunu yaptılar.” “Eglantine’ler de dini bir tarikat mi?” Başımı salladım. “Hayır, bunlar Bay ve Bayan Eglantine. Adlarını unuttum ama broşürde yazıyor. Adam Đngiliz, kadın Amerikalı sanırım ya da tam tersi. Her ikisi de büyük bir Amerikan oteller zinciri hesabına çalışırken tanışmışlar, sonra da işlerinden ayrılıp Pennsylvania’da Bucks Country’de Đngiliz tipi, yalnızca kahvaltı veren bir otel açmışlar. Cuttleford Konağını almak fırsatı çıkınca da orasını satmışlar.” Carolyn’e broşürde okuduklarımı tekrarladım sonra. “Çok esaslı görünüyor” dedi.

“Öyle, değil mi?” “Gerçekten öyle, Bern. Lettice’in düğününü bir iki hafta ertelememesi yazık olmuş doğrusu. Anlattığın bu yere bayılırdı.” “Ben de pek keyif alırdım.” “Kim almaz ki?” Biramı yudumladım, kadehi bırakıp öne eğildim. “Aklıma ne geldi, biliyor musun?” “Ne geldi, Bern?” “Gidelim haydi.” “Hemen mi? Hiç olmazsa şu içkimi bitirseydim.” “Onu bitir ve bir tane daha iç. Buradan gidelim demedim. Cuttleford Konağı’na gidelim dedim.” . “Ne?” “Neden olmasın ki? Yer ayırttım, kaparo gönderdim ve herhalde onu da iade etmeyeceklerdir. Đkimiz gidelim. Senin, Perşembe’nin haftasına evlenmeye niyetin yok herhalde.” “Hatırladığım kadarıyla yok ama defterime bir bakmam gerek.

” “Gideceğim kadın başkasıyla evleniyor diye bu yolculuğu iptal etmekten hiç hoşlanmıyorum” dedim. “Ve orası yalnız gitmek isteyeceğim bir yer de değil.” “Ne demek istediğini gayet iyi anlıyorum.” “Ne dersin, ha?” “Bu masrafın altından kalkabilir miyim bilemiyorum, Bern.” “Haydi haydi, paralar benden.” “Emin misin?” “Elbette. Bunu söylemeye gerek bile duymamıştım.” “O zaman bu masrafın altından kalkabilirim sanıyorum.” “Anlaştık öyleyse. Gidiyor muyuz?” “Neden gitmeyelim ki? 3 Bunlar Salı gecesi oluyordu. Carolyn ertesi gün sandviçleri kitabevine getirdi. Son felafel lokmasını da kereviz suyunun son damlasıyla yuttuktan sonra başını yana eğerek, “Gelecek hafta sonu hakkında bir şey sormak istiyorum, Bern” dedi. “Sor bakalım.” “Düşünüyordum da.” “Đptal falan etmiyorsun, değil mi?”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir