O yıl şampiyonluk maçlarının oynandığı sıralarda, New York’ta dondurucu bir soğuk dalgası vardı. Oakland ve Dodgers finaldeydi, dolayısıyla hava sonucu etkilemedi. Dodgers herkesi şaşırtarak beş maçta kupayı aldı ve Kirk Gibson ile Hershiser kahraman oldu. Açılış gününden beri liderliğini koruyan Mets son yedi şampiyonluk maçını oynayan takımlardan biriydi. Güçlüydüler ama Dodgers daha iyiydi. Sahip oldukları ne idiyse takımı sonuna kadar götürdü. Maçlardan birini bir arkadaşın evinde, diğerini Grogan’ın Açık Evi adlı bir barda, diğer maçları da oteldeki odamda izledim. Hava, Ekim sonuna kadar soğuk oldu ve gazetelerde uzun, sert kışlarla ilgili spekülatif yazılar vardı. Yerel haber programlarında gazeteciler Ulster County’deki çiftliklere kamera ekipleri göndermiş, çiftçileri, koyunların kalın postlarını ve tırtılların üzerindeki yünsü tüyleri işaret ederken çekmişlerdi. Ama Kasım ayının ilk haftasında pastırma yazı bastırdı ve insanlar sokaklara gömlekleriyle çıkmaya başladı. Futbol sezonuydu ama New York takımları fazla bir varlık gösteremiyordu. Cincinnati, Buffalo ve Bears NFL’de güç gösterisinde bulunuyordu ve Sam Huff dan bu yana Giants’ın en iyi savunma oyuncusu madde bağımlılığından (kokain yerine kullanılan nazik sözcük) otuz gün oynatılmamıştı. Bu olay ilk kez olduğunda savunma oyuncusu gazetecilere çok değerli bîr ders aldığını söylemişti. Bu kez bütün görüşme isteklerini geri çevirdi. Đşlerle ilgileniyor, ılık havanın tadını çıkarıyordum. Güvenilir Araştırmacılık adlı bir detektiflik bürosu için parça başı işler yapıyordum. Güvenilir’in merkezi Yirmi Üç ile Broadway arasındaki Flatiron Binası’ndaydı. Müşterileri, çoğunlukla ihmal davalarında davalıları temsil eden avukatlardan oluşuyordu, benim işim de asıl olarak potansiyel tanıkları bularak onlardan ön ifade almaktı. Bu işten fazla hoşlanmıyordum ama lisanslı özel araştırmacı olmaya karar verirsem böyle bir işte çalışmış olmam, kâğıt üzerinde işe yarayacaktı. Bunu istediğimden emin değildim ama istemediğimden de emin değildim ve bu arada hem kendimi oyalıyor, hem de günde yüz dolar kazanıyordum. Đki ilişki arasındaydım. Sanırım böyle diyorlar. Bir süre Jan Keane adlı bir kadınla birlikte oldum, bu da bir süre önce sona erdi. Sonsuza dek bittiğinden emin değildim ama şimdilik bitmişti ve ondan sonraki küçük flört de sonuçsuz kalmıştı. Çoğu akşam AA toplantılarına gidiyor, sonrasında da genellikle, eve dönmeden önce, toplantıdaki arkadaşlarla takılıyordum. Bazen de bir bara gider, Cola, kahve ya da soda içerdim. Bu AA’da tavsiye edilen bir şey değildi ve bunu da iyi biliyordum ama gene de giderdim. Sonra ılıman günlerin yaklaşık onuncu gününde bir Salı akşamı dünyamla tik oynayan Tanrı makineye bir omuz vurarak devirdi. Ardından parlak ve net biçimde Tilt yazısı göründü. Günün büyük kısmını Neudorg adlı sıçan suratlı ufak tefek bir adamı bulup konuşmakla geçirmiştim. Neudorfun Radio Shack’ın teslimat kamyonetiyle bir bisikletin çarpışmasına tanık olduğu sanılıyordu. Güvenilir’i bisikletçinin avukatı tutmuştu ve Neudorfun da, kamyonet sürücüsünün aracın kapısını bisikletçinin çarpmaktan sakınamayacağı bir biçimde hızla açtığı yolunda ifade verebileceği düşünülüyordu. Müşterimiz televizyona reklam veren şu ambulans kovalayan akbabalardan biriydi ve hatırı sayılır miktarlarda para kazanıyordu. Neudorfun tanıklığı olsa da olmasa da durumu yeterince güçlü görünüyordu ve mahkeme dışında çözümlenme olasılığı vardı ama bu arada herkes standart prosedürü yerine getirmek zorundaydı. Olayın benimle ilgili kısmında günde yüz dolar kazanıyordum, Neudorf da bundan ne kazanabileceğini çıkarmaya çalışıyordu. Durmadan, “Bilemiyorum” diyordu. “Birkaç gün mahkemeye gidersin, harcamaların olur, gelir kaybın olur ve doğru olanı yapmak istersin ama parasal açıdan bunu nasıl kaldırabilirsin, ne demek istediğimi anlıyor musun?” Ne demek istediğini anlıyordum. Ona para verirsek tanıklığının bir işe yaramayacağını da biliyordum. Mahkemede tanıklık yaptıktan sonra el altından ödeme yapılacağını düşünmesine izin verdim ve bu arada müşterimizin davayı çözümlemesine yardımcı olabilecek güçlü bir ön ifadeyi imzalamasını sağladım. Aslında davanın nasıl çözüleceğine hiç aldırmıyordum. Her iki taraf da hatalı görünüyordu. Her ikisi de gereken dikkati göstermemişti. Bu olay kamyonete bir kapıya mal olmuş, bisikletteki kız da kırık bir kol ve iki kırık dişle kalmıştı. Avukatının istediği üç milyon dolar olmasa bile bu işten bir şeyler elde etmeye hak kazanmıştı. Böyle düşünürsek, belki Neudorf da bir şeyler hak etmişti. Duruşmalarda uzman tanıklara her zaman para ödenirdi -bir tarafa destek veren ve diğer taraftaki uzmanlarla çelişen psikiyatrlar ve adli tıp uzmanları. Neden görgü tanıklarına da ödeme yapılmasın? Neden herkese ödeme yapılmasın? Neudorf tan üç sularında ayrılarak Güvenilir’in bürosuna döndüm ve raporumu daktiloya çektim. Flatiron Binası’nda AA Intergrup’un bürosu da vardı. Bu yüzden geçerken oraya da uğradım ve bir saat telefonlara baktım. Orayı insanlar sürekli arar: Toplantı arayan yabancı ziyaretçiler, nihayet bir şeylerin yolunda gitmediğinden kuşkulanan ayyaşlar, içki komasından çıkmış ve rehabilitasyon ya da detoksikasyona girmeye çalışan insanlar. Yalnızca ayık kalmaya çalışan ve konuşacak birilerine gereksinim duyanlar da arar. Gönüllüler telefonlara bakar. Polis Merkezi’ndeki 911 hattı ya da Đntihar Önleme Merkezi’ndeki acil hat gibi dramatik bir havası yoktur ama bir hizmettir ve ayık kalmanızı sağlar. Telefonlara bakarken kimsenin içki içtiğini sanmıyorum. Broadway’deki bir Tayland lokantasında akşam yemeği yedim ve saat altı buçukta Columbus Circle’daki bir kahvede Richie Gelman adlı bir arkadaşla buluştum. On dakika kadar sonra, biz kahvelerimizi içerken Toni adlı bir kadın koşarak içeri girdi ve geç kaldığı için özür diledi. Hep birlikte metronun merdivenlerini inerek bir trene bindik. BMT hattındaki ikinci tren bizi Jamaica Caddesi ve 121. Sokak’a götürdü. Burası Queens’de Richmond Hill adlı bir yerdi. Bir dükkâna adres sorduk ve bir düzine blok yürüyerek bir Lutheryan kiliseye vardık. Geniş alt salonda kırk-elli iskemle, birkaç masa ve konuşmacı için bir kürsü hazırlanmıştı. Birinde kahve, diğerinde çay ya da hazır kahve için sıcak su bulunan iki semaver vardı. Bir masanın üstünde bir tabak kuru üzümlü yulaflı kurabiye ve yazılı malzeme bulunuyordu. New York bölgesinde temel olarak iki tür AA toplantısı vardır. Tartışma toplantılarında tek bir konuşmacı yirmi dakika kadar konuşur, sonra toplantı genel tartışmaya açılır. Konuşmacı toplantılarında iki ya da üç konuşmacı kendi hikâyelerini anlatır ve bütün toplantıyı bu konuşmalar oluşturur. Richmond Hill’deki bu özel grup, Salı geceleri konuşmacı toplantıları düzenliyordu ve o Salı da konuşmacı bizlerdik. Kentin dört bir yanındaki gruplar öbür grupların toplantılarına konuşacak kişiler gönderir; yoksa sürekli aynı insanların aynı hikâyeleri anlatmasını dinlemek zorunda kalırdık ve bu da zaten sıkıcı olan durumu daha da sıkıcı bir hale getirirdi. Aslında çoğunlukla hayli ilginçtir bu toplantılar ve bazen bir komedi izlemekten daha bile iyi olabilir. Bir AA toplantısında konuşma yaptığınız zaman yaşamınızın eskiden nasıl olduğunu, başınıza neler geldiğini ve şimdi nasıl olduğunu anlatmanız beklenir. Birçok hikâyenin çok üzücü olması şaşırtıcı değildir. Đnsanlar içki içmekten vazgeçmeye genellikle kahkahadan kırılarak karar vermezler. Gene de en üzücü hikâyeler bile bazen komik görünebilir ve o akşam Richmond Hill’de de böyle oldu. Önce Toni konuştu. Bir süre bir kumarbazla evli kalmıştı ve adamın onu bir poker oyununda kaybedişini ve birkaç ay sonra geri kazanışını anlattı. Bu hikâyeyi daha önce duymuştum ama bu kez anlatış tarzı özellikle komik geldi Konuşması boyunca sürekli gülüşmeler oldu ve sanırım esprili konuşma tarzı bulaşıcıydı çünkü ondan sonra ben kürsüye çıkınca kendimi, onun izinden giderek, önce devriye, sonra detektif olarak çalıştığım günlere ilişkin hikâyeler anlatırken buldum. Yıllardır hiç aklıma bile gelmeyen şeyler anlatıyordum ve anlattıklarım komikti. Son olarak Richie konuştu. Körkütük içtiği yıllarda kendi halkla ilişkiler şirketini yönetiyordu ve bazı hikâyeleri harikaydı. Yıllarca her sabah günün ilk içkisini Bayard Sokağı’ndaki bir Çin lokantasında içmişti. “Metrodan çıkar, tezgâha beş dolar koyar, duble skoçumu içer, metroya geri döner ve büroma gelirdim. Hiçbir zaman onlara bir şey söylemedim, onlar da bana bir şey söylemediler. Orada güvenlikte olduğumu biliyordum, çünkü benimle ilgili hangi Allahın cezası şeyi bilebilirlerdi? Daha da önemlisi, bilseler bile kime anlatabilirlerdi?” Toplantıdan sonra kahve içip kurabiye yedik. Üyelerden biri bizi otomobiliyle metroya kadar bıraktı. Manhattan’a oradan da Columbus Circle’a geri döndük. Oraya vardığımızda saat on biri geçmişti. Toni aç olduğunu söyleyerek bir yerlerde yemek isteyip istemediğimizi sordu. Richie özür dileyerek yorgun olduğunu ve erken yatmak istediğini söyledi. Ben ise kendi grubumuzdan birçok kişinin toplantıdan sonra genellikle gittiği kahve olan Alev’i önerdim Toni, “Sanırım biraz daha kaliteli bir yer istiyorum” dedi “Ve daha bol yemekli. Akşam yemeği yemedim. Toplântıda birkaç kurabiye yemiştim ama bunların dışında öğle yemeğinden beri ağzıma lokma koymadım. Armstrong’un Yeri adlı bir yer duydun mu?” Gülmem tutunca Toni bu kadar komik olan nedir diye sordu. “Eskiden orada yaşardım” dedim. “Đçkiyi bırakmadan önce. Armstrong eskiden Dokuzuncu Cadde’de, Elli Yedi ile Elli Sekizinci sokaklar arasındaydı, yani kaldığım otelin hemen köşesinde. Orada yemek yerdim, orada içerdim, çeklerimi orada bozdururdum, orada bir masam vardı, müşterilerimle orada buluşurdum, Allahım, uyumak dışında her şeyi orada yapardım. Belki de uyumuşumdur, kimbilir.” “Ve artık oraya gitmiyorsun.” “Gitmemeye çalışıyorum.” “Öyleyse başka bir yere gidelim. Đçki içtiğim sırada buralarda oturmuyordum, dolayısıyla orayı lokanta sandım.” “Oraya gidebiliriz.” “Emin misin?” “Neden olmasın?” Yeni Armstrong bir blok batıda, Elli Yedinci ile Onuncu caddeler arasındaydı. Duvar kenarında bir masa seçtik. Toni kadınlar tuvaletine gidince ben de çevreme göz gezdirdim. Jimmy ortalıkta değildi ve tanıdığım kimse de yoktu; ne çalışanları, ne de müşterileri tanıyordum. Menü eskisinden daha şıktı ama hep aynı tür yemekler vardı, ayrıca duvarlardaki bazı fotoğraflarla sanat eserlerini de tanıdım. Lokantanın genel havası bir parça daha üst düzey ve yuppie tarzı olmuştu ve bir bardan daha çok kafe-bara benziyordu ama eskisinden çok da farklı değildi. Geri döndüğünde Toni’ye bunları anlattım. Eski günlerde de klasik müzik çalıp çalmadıklarını sordu Toni. “Her zaman” dedim. “Buraya ilk geldiğimde Jimmy’nin bir müzik kutusu vardı ama sonra makineyi atarak yerine Mozart ve Vivaldi aldı. Yeni müzik türü gençleri kovaladı ve herkesi mutlu etti.” “Yani Küçük Bir Gece Müziği’yle mi sarhoş olurdun?” “Đşe yarıyordu.” Toni hoş bir kadındı, benden birkaç yaş gençti ve içkiyi bırakma süremiz hemen hemen aynıydı. Yedinci Cadde’de kadın giysileri üreten bir yerin teşhir salonunu yönetiyordu ve patronlarından biriyle bir ya da iki yıldır ilişkideydi. Adam evliydi ve Toni de aylar boyu toplantılarda konuşmuş, ilişkiyi bitirmesi gerektiğini söylemişti ama sesi hiçbir zaman çok ikna edici çıkmamıştı ve ilişki devam ediyordu. Toni uzun bacaklı, kare çeneli ve geniş omuzlu bir kadındı. Siyah saçlarını boyadığını tahmin ediyordum. Ondan hoşlanıyor ve güzel olduğunu düşünüyordum ama bana çekici gelmiyordu. Ya da ben ona çekici gelmiyordum -sevgilileri her zaman evli, kel ve Yahudiydi. Ben bunların hiçbiri olmadığım için arkadaş olarak kalabildik. Orada saat geceyarısını geçene kadar oturduk. Toni küçük bir salata ve bir tabak kırmızı biberli fasulye yedi. Ben de bir çizburger yedim ve her ikimiz de çok miktarda kahve içtik. Jimmy’de her zaman iyi kahve bulunur. Eskiden kahveme burbon katardım ama şimdi sade olarak bile çok iyi geliyordu. Toni Sekizinci Cadde, Kırk Dokuzuncu Sokak’ta oturuyordu. Birlikte, oturduğu apartmanın önüne kadar yürüdük, onu girişti bıraktım, sonra otele doğru yürümeye başladım. Bir blok gittikten sonra bir şey beni durdurdu. Belki Richmond Hill’deki konuşmadan etkilenmiştim ya da bu kadar uzun bir süreden sonra Armstrong’un Yeri’ne gitmekten tedirgin olmuştum. Belki de nedeni kahveydi, belki havaydı, ayın durumuydu belki de. Nedeni ne olursa olsun huzursuz olmuştum. Küçük odamın dört duvarı arasına dönmek istemiyordum. Đki blok batıya yürüyerek Grogan’a gittim. Orada hiç işim yoktu. Armstrong’un tersine Grogan tam bir bardı. Yiyecek servisi yoktu, klasik müzik yoktu, tavandan sarkan saksılı Boston eğrelti otları yoktu. Clancy Kardeşler, Bing Crosby ve Wolfe Tones’u seçebileceğiniz bir müzik kutusu vardı ama bu da fazla kullanılmazdı. Bir televizyon, bir dart, koyu renk ahşap duvarlar, karo döşeli yerler ve teneke kaplı bir tavan vardı. Pencerede Guinness birasıyla Harp birasının reklamının yapıldığı neon ışıklı bir tabela asılıydı. Guinness fıçıdan satılıyordu. Grogan’ın sahibi Mick Ballou’ydu ama ruhsatta ve mülkiyet belgelerinde başka birinin adı yazılıydı. Ballou iri yarı bir adamdı, sıkı içkiciydi, meslekten suçlu, soğukkanlı bir öfkesi ve ani şiddet gösterileri olan, arpacı kumrusu gibi düşünceli görünen bir adamdı. Kısa bir süre önce koşullar bizi bir araya getirmiş, tuhaf bir kimya da bizi birarada tutmuştu. Henüz bunun ne olduğunu çıkaramamıştım. Đçeride pek kalabalık yoktu, Ballou da orada değildi. Bir bardak soda söyleyerek bara oturdum. Kablolu kanallardan birinde bir film oynuyordu. Eski bir Warner Bros gangster filminin renkli versiyonu. Filmde Edward G. Robinson ve tanıdığım ama adını çıkaramadığım yarım düzine kadar artist oynuyordu. Filme beş dakika kadar takıldıktan sonra barmen televizyonun yanına giderek renk düğmesiyle oynadı ve film sihirli bir biçimde orijinal siyah-beyaz haline büründü. “Bazı şeyler olduğu gibi bırakılmalı” dedi. Filmin yarısını izledim. Sodam bittiği zaman bir Cola söyledim, Cola da bitince bara birkaç dolar bırakarak eve gittim. Otel resepsiyonunda Jacob duruyordu. Melezdi; yüzünde ve ellerinde çiller vardı ve kıvırcık kızıl saçları tepeden açılmaya başlamıştı. Zor çapraz bulmaca kitapları alır ve mürekkepli kalemle çözmeye çalışır, bu arada kodeinle hafifçe kafayı bulurdu. Otel yönetimi bilinmeyen nedenlerle onu yıllar içinde birkaç kez işten atmış ama her seferinde tekrar işe almıştı. Jacob, “Kuzinin aradı” dedi. “Kuzinim mi?” “Gece boyu aradı. Dört beş kez aramış olmalı.” Bana ait kutudan birkaç mesaj kâğıdı çıkararak mektupları yerinde bıraktı. “Bir, iki, üç, dört, beş” diye saydı. “Gelir gelmez aramanı söyledi kadın.” Biri ölmüş olmalıydı, kim olduğunu merak ettim. Geriye kimlerin kaldığından emin değildim. Aile dağılalı uzun zaman olmuştu. Bazen yılbaşında bir iki kart alırdım, amca ya da kuzenlerden biri kente gelmişse ve zaman geçirmek istiyorsa çok arada bir de telefon gelirdi. Ama mesajı aldığımdan emin olmak için defalarca arayacak hangi kuzinim vardı? Jacob, kadın demişti. Aramanı söyledi kadın. Kâğıtları elime alarak en üsttekine baktım. Kuzin aradı, yazıyordu. Başka bir şey yok, zaman kısmı boş bırakılmıştı. “Telefon numarası yok” dedim. “Senin bildiğini söyledi.” “Kim olduğunu bile bilmiyorum. Hangi kuzin?” Jacob kendini toplayarak iskemlesinde doğruldu. “Affedersin” dedi. “Burada biraz fazla yayıldım. Kâğıtlardan birine onun adını yazmıştım. Her seferinde yazmadım. Nasılsa hep aynı kişiydi.” Kâğıtları karıştırdım. Gerçekten de iki kez arayanın adını yazmıştı; öyle görünüyor ki ilk iki kâğıda. Lütfen kuzin Frances’i ara, diye yazıyordu birinde. Diğerinde: Kuzin Frances’i ara. “Frances” dedim. “Doğru. Adı buydu.” Ne yazık ki Kuzin Frances’i hatırlayamıyordum. Erkek kuzenlerimden biri Frances adlı bir kadınla mı evlenmişti? Yoksa Frances bir kuzenin çocuğu muydu, adını hiç öğrenemediğim yeni bir kuzin miydi? “Kadın olduğuna emin misin?” “Elbette eminim.” “Çünkü bazen Francis bir erkek adıdır ve…” “Ah, yapma. Bunu bilmediğimi mi sanıyorsun? Kadındı, adının Frances olduğunu söyledi. Kendi kuzinini tanımıyor musun?” Öyle görünüyor ki tanımıyordum. “Beni adımla mı istedi?” “Matthew Scudder dedi.” “Ve gelir gelmez aramam gerektiğini söyledi.” “Doğru. Son arayışlarında saat epeyce geç olmuştu, o zaman bunu vurguladı. Ne kadar geç gelirse gelsin onu hemen aramanı söyledi.” “Ve numara bırakmadı.” “Senin bildiğini söyledi.” Bir süre orada, öylece durdum, kaşlarımı çatarak düşünmeye çalıştım. Birden yıllar geriye gitti, tekrar polis olmuştum, Altıncı Bölge’ye bağlı bir polis. Biri, “Sana telefon var Scudder” diyordu. “Kuzin Frances’tan.” Şimdi, “Ah, aman Allahım” dedim. “Bir şey mi oldu?” Jacob’a, “Bir şey yok” dedim. “Sanırım bu o olmalı. Ondan başkası olamaz.” “Dedi ki…” “Ne dediğini biliyorum. Sorun yok, doğru almışsın. Hatırlamam biraz sürdü, hepsi bu.” Jacob başını salladı. “Bazen” dedi, “böyle olur.” Telefon numarasını bilmiyordum. Eskiden bilirdim elbette, yıllar boyu çok iyi bilmiştim ama bir süredir bu telefonu çevirmediğim için şimdi hatırlayamıyordum. Ama adres defterimde vardı. O telefon numarasını son arayışımdan sonra adres defterimi birkaç kez yenilemiştim ama bir kez daha arayacağımı biliyor olmalıyım ki her seferinde yeni deftere geçirmeyi ihmal etmemiştim. Elaine Mardell, diye yazmışım. Adres olarak da Doğu Elli Birinci Sokak. Ve gördüğüm an hatırladığım bir telefon numarası. Odamda telefon vardı ama bunun için üst kata çıkmadım. Lobideki paralı telefona gittim, deliğe bir çeyreklik attım ve numarayı çevirdim. 2 Đkinci çalışta telesekreter devreye girdi ve Elaine’in mekanik sesi telefon numarasının son dört hanesini tekrarlayarak sinyal sesinden sonra mesaj bırakmamı söyledi. Sinyal sesini bekledikten sonra, “Aramanı istediğin kuzenin arıyor” dedim. “Şimdi evdeyim ve numarayı biliyorsun, yani…” “Matt, sen misin? Dur şu şeyi kapatayım. Đşte. Şükürler olsun aradın.” “Geç saatlere kadar dışardaydım, mesajını yeni aldım. Bir iki dakika kuzen Frances’in kim olduğunu çıkaramadım.” “Sanırım uzun zaman oldu.” “Sanırım öyle.” “Seni görmem gerek.” “Tamam” dedim. “Yarın çalışıyorum ama biraz zaman ayırabilirim. Senin için hangi saat uygun? Sabah mı olsun?” “Matt, seni gerçekten şimdi görmem gerek.” “Sorun nedir Elaine?” “Buraya gelirsen anlatırım.” “Bana tarihin tekerrür ettiğini söyleme. Gene biri ana sigortayı mı attırdı?” “Tanrım. Hayır, bundan da kötü.” “Sesin titriyormuş gibi çıkıyor.” “Ölümüne korkuyorum.” Elaine kolay korkan kadınlardan değildi. Hâlâ aynı yerde oturup oturmadığını sordum. Oturduğunu söyledi. Hemen oraya geleceğimi söyledim. Otelden çıkarken sokağın karşı tarafında, doğuya doğru giden boş bir taksi gördüm. Seslendim, şoför ani bir frenle durdu. Koşturarak taksiye bindim. Şoföre Elaine’in adresini verdim ve koltuğa yaslandım ama arkama yaslanarak rahat rahat gitmeyi başaramadım. Pencereyi açarak koltuğun kenarına iliştim ve manzarayı seyrettim. Elaine bir telekızdı, kendi evinde ve pezevengi ya da mafya bağlantıları olmadan kendi başına çalışan yüksek sınıftan genç bir fahişeydi. Polislik yaptığım dönemde tanışmıştık. Onu ilk kez detektif olmamdan birkaç hafta sonra görmüştüm. Village’da, gece vardiyasında çalışıyordum. Cebimdeki yeni altın rozetimle kendimi çok iyi hissediyordum. Elaine bir masada üç Avrupalı işadamı ve iki fahişeyle birlikte oturuyordu. Onu fark ettiğim zaman diğerlerinden daha az fahişe gibi ve çok daha çekici göründü bana. Bir hafta kadar sonra onunla Batı Yetmiş ikinci Sokak’taki Poogan’ın Pub’ı adlı bir barda gene karşılaştım. Kiminle birlikte olduğunu bilmiyorum ama Danny Boy Bell’in masasındaydı, ben de Danny Boy’un yanına giderek merhaba dedim. Danny Boy beni Elaine de dahil olmak üzere masadaki herkesle tanıştırdı. Bu olaydan sonra Elaine’e kentte birkaç kez daha rastladım ve bir gece yemek için Brasserie’ye gittiğimde onun bir masada bir kız arkadaşıyla oturduğunu gördüm. Onlara katıldım. Bir süre sonra öbür kız tek başına gitti, ben de Elaine’le eve gittim. Sonraki birkaç yıl onu hiç değilse bir kez görmediğim hiçbir hafta olmadı sanırım, iş ki ikimizden biri kent dışında olmasın. Đlginç bir ilişkimiz vardı ve ikimize de yararlı olmuş görünüyordu. Ben onun için bir tür koruyucuydum; polislik becerileri ve polis bağlantıları olan, yaslanabileceği biri, biri bir şey yapmaya kalkarsa müdahale edebilecek biri. Sahip olmayı isteyebileceği bir erkek arkadaşa en yakın kişiydim, o da benim kaldırabileceğim kadar bir kız arkadaş ya da metresti. Bazen dışarı çıkardık -yemeğe, Garden’da bir maça, bir bara ya da geceyarısı açık yerlere. Bazen çabuk bir içki ve çabuk bir sevişme için onun evine giderdik. Ona çiçek göndermek ya da doğum günlerini hatırlamak zorunda değildim ve her ikimiz de birbirimize âşıkmışız gibi davranma zorunluluğu duymuyorduk. O sırada evliydim tabii. Evliliğim berbattı ama o dönemde bunu anlamış olduğumdan emin değilim. Long Island’da bir evde oturan bir eşim ve iki küçük oğlum vardı. Evliliğimin süreceğini az çok varsayıyordum; tıpkı bölüm kuralları emekli olmamı zorunlu kılana kadar New York Polis Teşkilatı’nda çalışacağımı varsaymam gibi. O günlerde körkütük içki içiyordum ve içki henüz günlük hayatımı devam ettirmemi engellemese de görünmeyen etkileri de yok değildi. Yaşamımda görmek istemediğim şeyleri görmememi hayli kolaylaştırıyordu. Ah, peki. Elaine ile aramızdaki ilişkide evli olmamamızın rahatlığı vardı sanırım. Ayrıca birbirlerine yardımcı olacak bu yolu bulan ilk polisle fahişe de değildik. Gene de birbirimizden hoşlanmamış olsak ilişkinin bu kadar uzun süreceğinden ya da bize bu kadar iyi uyacağından kuşku duyuyorum. Elaine kuzinim Frances olmuştu, böylece kuşku uyandırmadan bana mesaj bırakabiliyordu. Bu şifreyi sık sık kullanmadık, çünkü buna fazla gerek olmadı; ilişkimiz öyleydi ki, onu arayan genellikle bendim ve ben de istediğim mesajı bırakabiliyordum. Elaine beni ya randevumuzu iptal etmek için ya da acil bir durum nedeniyle arardı. Onunla telefonda konuşurken acil durumlardan -biri aklıma gelmişti, birinin ana sigortayı attırdığını hatırlatmıştım ona. Söz konusu kişi bir müşteriydi; Maiden Lane’de bürosu, Riverdale’da evi olan şişko, patent avukatlarından biri. Elaine’in devamlı müşterisiydi, ayda iki ya da üç kez ona gelirdi ve hiçbir zaman ona sorun çıkarmadı; ta ki bir öğleden sonra adli tıp doktorunun miyokardial enfarktüs dediği krizi onun yatağında geçirmeye karar verene kadar. Her telekızın karabasan listesinin üst sıralarında yer alan bir şeydir bu ve kızların çoğu böyle bir durum başlarına gelirse ne yapacaklarını pek düşünmemiştir. Elaine’in yaptığı ilk şey beni karakoldan aramak oldu. Ona benim dışarıda olduğumu söyledikleri zaman da mesajımı iletmelerini, bir aile sorunu söz konusu olduğunu, kuzin Frances’i aramam gerektiğini söyledi. Karakoldakiler bana ulaşamazlardı ama yarım saat içinde ben onları aradım ve mesajı aldım. Onunla konuştuktan sonra güvenebileceğim bir polis buldum. Birlikte onun evine gittik. Elaine’in yardımıyla zavallı orospu çocuğuna giysilerini giydirdik. Üç parçalı bir takım elbise giymişti. Bütün giysilerini üzerine geçirdik, kravatını bağladık, ayakkabılarını giydirdik, kol düğmelerini taktık. Arkadaşımla birlikte kollarından tutarak yük asansörüne doğru sürükledik. Binanın kapıcılarından biri asansörü kata getirmişti. Ona arkadaşımızın içkiyi fazla kaçırdığını söyledik. Bunu yuttuğundan kuşku duyuyorum -sürüklediğimiz adam sızmış bir insandan çok daha kaskatı görünüyordu- ama kapıcı bizim polis olduğumuzu biliyordu ve Bayan Mardell’in ona Noel’de verdiği bahşişleri hatırlıyordu. Bu nedenle bir kuşku duymuşsa bile bunu kendine sakladı. Karakolun sivil Plymouth’unu kullanıyordum. Servis çıkışına otomobili getirdim, ölü avukatı otomobilin içine tıktık. Adamı otomobile soktuğumuzda saat beşi geçmişti. Wall Street bölgesine geldiğimizde ise bürolar kapanmış, çalışanların çoğu evlerine gitmişti. Gold Sokak’ta adamın bürosunun belki üç blok ötesindeki dar bir sokağın girişine park ettik ve adamı oraya bıraktık. Randevu defterinde o günün sayfasında “E.M.-3:30” yazıyordu. Bu pek anlaşılır bir şey değildi, bu yüzden defteri tekrar göğüs cebine yerleştirdim. Adres defterini inceledim. Elaine’in adı M harfinde yoktu ama adı ve adresi E harfinde bulunuyordu, yalnızca adı yazılıydı. Sayfayı tam yırtacaktım ki çeşitli yerlere yazılmış başka kadın adlarını da fark ettim. Dul eşine sorun yaratmak için bir neden göremediğimden defteri cebime koydum, daha sonra da yırtıp attım. Cebinde bir sürü para vardı; beş yüz dolara yakın bir para. Bütün parayı alarak bana yardım eden polisle paylaştım. Birilerinin adamı soymuş gibi görünmesinin sakıncalı olmayacağını düşündüm. Kaldı ki biz almasak olay yerine gelen ilk polis alacaktı ve bu parayı hak etmiştik. Oradan hiç dikkat çekmeden ayrıldık. Otomobille Village’a gelerek arkadaşıma birkaç bardak içki ısmarladım. Sonra polis merkezini adımı vermeden arayarak olayı anlattım. Adli tıp adamın başka bir yerde ölmüş olduğunu hemen fark etti ama ölüm doğal nedenlerle olduğu için yaygara koparmaya hiç neden yoktu. Yaşlı fahişe uzmanı şöhretine halel gelmeden ölmüştü, Elaine beladan uzak kalmıştı, ben de bir kahraman olmuştum. Bu olayı AA toplantılarında birkaç kez anlattım. Bazen komik görünüyor, bazen de sıradan bir olay gibi. Sanırım nasıl anlatıldığına ya da nasıl dinlenildiğine bağlı.
Lawrence Block – Tahtalikoye Bir Bilet
PDF Kitap İndir |