Osman Aysu – Güvercin Kayalıkları

LÜKS Lincoln koyu kırmızı renkte ve üstü açıktı. Caddeden kıvrılarak sert bir frenle benzin istasyonundaki araba kuyruğuna girdi. Yaptığı acı fren orada bulunanların dikkatini çekmişti. Bakışlar arabaya çevrildi. Pompa kuyruğunda bekleyen Tolga Yazıcı da fren sesi üzerine, dönerek arabaya baktı. Kırmızı spor Lincoln, araba kuyruğunun sonunda mücevher gibi ışıldıyordu. Parlak, harika bir arabaydı. Ön camı koyu renkti. Tolga, bu son model arabayı hoyratça frenleyen sürücüyü görmek istedi ama göremedi. Evli ve iki çocuk sahibi, mühendis-müteahhitti Tolga. Lincoln’ü dikkatle inceliyordu. Karısı Nur her zaman böyle üstü açık bir arabaya sahip olmayı hayal eder dururdu. Elindeki son inşaatı bir hale yola koyarsa ona istediği biçimde bir araba almayı zaten kafasına koymuştu, ama şimdilik bu olanaksızdı. Yakın bir tarihte umduğu satışlar gerçekleşirse, böyle bir Lincoln dahi alabilir-di. Gerçi Nur bu kadar lüksünü hayal etmiyordu, fakat ona her şey lâyıktı, hatta daha güzelleri bile.


Tolga, Lincoln’ün sahibine haset etmiyordu, ama o arabayı şu anda karısına götürmeyi çok isterdi. Arabayı uzun uzun, içi giderek incelemeye devam etti. Hatta bir ara galerilere gidip bu modeli aramak gibi bir çılgınlığı da düşündü. Fakat çok yanlış bir tasarruf olurdu bu. Şimdi elindeki inşaatın tamamlanmasına ayırdığı efektiften, araba alışına tahsis yapamazdı. Yüreğinde bir eziklik hissetti. Karısının şimdi kullandığı Honda’yı satıp, alacağı arabanın bedelini biraz hafifletmeyi dahi aklından geçirdi, sonra vazgeçti bu fikirden de, biraz daha beklemesi daha doğru olacaktı. İki ay sonra Nur’un doğum günü vardı, kendisine alacağı en iyi hediyenin bu tip bir spor araba olacağına kanaat getirdi; Allah kerimdi, o zamana kadar yaptığı lüks villalardan birini satardı belki. Gri formalı servis istasyonu elemanlarından biri elindeki hortumla arabasına yaklaştı. Gülerek, “İyi günler ağabey,” dedi. Genellikle bu istasyondan benzin aldığı için çalışanların çoğu kendisini tanırdı. Genç, “Depoyu fullayayım mı?” diye sordu. “Doldur,” dedi Tolga. Arabadan çıkarak anahtarı servis elemanına teslim etti ve istasyonun büro olarak kullanılan kısmına doğru yürüdü. İstasyon sahibi Mehmet Ziya Bey kapıda duruyordu.

Kırk yaşlarında, ince ve zayıf bir adamdı. Her gelişinde ayaküstü sohbet etmeyi alışkanlık haline getirmişti Tolga onunla. “Hoş geldiniz beyefendi,” dedi benzin istasyonu sahibi. Yüzü ışıldamıştı. Saçları siyahtı ve biraz demode bıyığı dikkatle düzeltilmişti. Daima itinalı giyinirdi. Tolga’nın yanındaki şantiye şefi mühendis Niyazi Oyman da arabadan çıkmış ağır ağır yanlarına yaklaşıyordu. Tolga’dan on yaş daha büyük, şişman, babacan ve hayat dolu bir adamdı. Tolga’ya bir işaret çakarak arkadaki tuvalete gideceğini anlattı. Genç müteahhit ‘anladım’, diye başını salladı şantiye şefine. Tolga benzin istasyonunun gölgeli serinliğinde ağır ağır adama yaklaştı. Hava çok sıcaktı ve İstanbul’un insanı kahreden trafiğinde bir saatten beri direksiyon salladığından sırtı ter içinde kalmıştı. İçindeki atlet, kısa kollu gömleğinin sırtı ve keten ceketi adeta dertop olmuş bedenine yapışmıştı. Valilik izniyle taşıdığı ruhsatlı tabancasını etraftan görünmemesi için ceketini çıkarmazdı sırtından. İş hayatında birkaç kere tatsız olaylar yaşadığından silah taşımayı âdet haline getirmişti.

Silah taşımak bilgi, kültür ve deneyim meselesiydi. Silah onu ancak hakkıyla taşıması gerekenlere verilmeliydi, ama son yıllardaki yanlış ve hatalı uygulamayla, her önüne gelene silah verilmesi, tehlikeli boyutlara varmıştı. Silah taşımak Tolga’da bir alışkanlıktı, uzun yıllar koltuk altında bulundurduğu silahını şimdiye kadar hiç kullanmak gereğini duymamıştı, ama silahın kendisine verdiği güven duygusu, zaman içinde onu adeta kendisinin vazgeçilmez bir parçası haline getirmişti. Ne var ki yaz aylarında üstünde taşımak gerçekten sorun oluyor ve ceketsiz dışarı çıkamıyordu. “Nasılsınız?” diye sordu Mehmet Rıza’ya. İstasyon sahibi başını iki yana sallayarak şikâyetçi oldu. “Vallahi beyefendi şu namussuz veletlerin yaptıkları beni illet ediyor.” Tolga gülümseyerek adama baktı. Neyi kastettiğini anlamamıştı. “Hangi veletlerin?” diye sordu. Mehmet Rıza koluyla bir yarım daire çizerek benzin istasyonunun yan tarafındaki alüminyum levhaları, tuğla duvarı ve reklam panolarını işaret etti. “Baksanıza şunları yeni temizlettim, dün gece o hergeleler yine gelip boyalarla etrafı rezil ettiler. İster çocuk çeteleri deyin, ister ahmak serseriler, sabaha doğru kimseler yokken gelip pis ve iğrenç lafları duvarlara yazıyorlar. Temizleyip kazımak sorun oluyor. Kaç kere polise şikâyet ettim, bir netice alamadım.

” Tolga duvarlardaki yazılara dikkat etmemişti. Başını çevirip etrafa baktı. “Pompa başındaki adamlarınız engel olamıyorlar mı onlara?” “Dün gece gelenlerden bir serseri bıçak çekip tehdit etmiş adamımı. Zaten iki kişi bırakıyoruz gece on ikiden sonra. Onlar da haklı, çoluk çocuk sahibi insanlar. Kimse bir hiç uğruna bıçaklanmayı göze alamaz tabii. Ama kafaya koydum, haftaya gece kalıp bekleyeceğim onları.” Tolga gülümsedi. “Boş verin canım. Belâ cana değil, mala gelsin. Allah korusun itlerden biri size de saldırırsa ne olur, değer mi başınızı derde sokmaya.” “Öyle demeyin beyefendi, inanın kafamın tası fena atıyor.” Sonra sinirlenerek homurdandı. “Biliyor musunuz, geçenlerde bir gazetede okumuştum, bu rezillikten sokak sanatı diye bahsedenler var. İnsanın inanası gelmiyor.

Eskiden bunları umumi helalara da yaparlardı. Ne ayıp şey yahu!” Şantiye şefi Niyazi tuvaletten çıkmış yanlarına gelmişti. “Haklısınız,” diye mırıldandı. “Arkadaki tuvaletleri de abuk sucuk yazılarla mahvetmişler.” “Ne demezsiniz beyim? Bıktım usandım vallahi. Biz temizletiyoruz, iki gün sonra yerden mantar biter gibi gelip berbat ediyorlar yine.” Tolga adamı onaylarcasına başını salladı. Gerçekten de toplumdaki yozlaşmanın bir örneğiydi bu. Gayesiz, amaçsız, eğitilmemiş çocukların başıboşluğunun, birbirlerinden destek alarak daha bu yaşlarda yaşadıkları topluma başkaldırışlarının göstergesiydi. Yakın bir gelecekte muhtemelen hepsi tipik bir suçlu olarak sabıkalanacaklardı. Tolga alıcı gözüyle etrafa bir daha baktı. Hakikaten Mehmet Rıza Bey benlin istasyonunu daha özel ve bakımlı bir hale sokmak için çabalamıştı. Buraya çok para yatırdığı belli oluyordu. Arsasının arabaların giriş çıkışları dışındaki yerleri betondan yapılmış, üçgenimsi ve kare şeklindeki saksılıklarda çiçeklerle süslemişti. İçlerinde salkım salkım kırmızı çiçekli açalyalar, pembeli morlu cam güzelleri ve rengârenk menekşeler vardı.

Yerler tertemizdi. Arabalardan akan yağ izleri bile asfaltı kirletmemişti. Ama cam duvarlar ve pompaların üstünde çirkin ve galiz yazılar duruyordu. Şehrin göbeğindeki bir benzin istasyonu için görüntü çok çirkindi. Mehmet Rıza Bey’in çok dertli olduğu aşikardı. “Şu reyona bakın lütfen” diye, eliyle para tahsil edilen bürosunun yanındaki camlı bölmeyi işaret etti. İçerde güneş gözlüklerinden bisküvilere kadar çeşitli şeyler satılan mağazaya baktılar. Cam duvarlar boya ile kirletilmişti. Genç bir görevli yazıları camdan kazıyarak temizlemeye çalışıyordu. Tolga güneş altında gözlerini kısarak baktı. Adama tekrar hak verdi içinden. Bu gün Mehmet Rıza ile sohbet edemeyecekti anlaşılan. Adamcağız fazla dertliydi. Bakışları yine gördüğünden beri aklını çelen kırmızı Lincoln’a takıldı. Özel bir plakası vardı, üstüne kabartma ile ALKAN yazılmıştı.

Sahibinin soyadı olmalıydı. Yasa belirli bir harç karşılığında plakalarda bu tür isimlerin kullanılmasına olanak veriyordu. Bu Tolga’ya bir tür züppelik, gösteriş gibi gelirdi. Adeta teşhircilikti. Burun kıvırdı. Araba çok hoştu, ama onu kullanan için düşünceleri birden değişti. Sahibini şimdiden küçümsediğini duyumsadı. Görgüsüz, diye fısıldadı kendi kendine. Yine de araba müthişti. Amerikan otomobil sanayiinin en büyük deviydi. Acaba sıfırdan yüz kilometreye kaç saniyede erişirdi? Amerikan arabası olduğuna göre bunu mil üzerinden hesaplamalıydı. Tolga sürat meraklısıydı. Sekiz saniye mi, yoksa yedi saniye mi, diye düşündü. Kullanışı rüya gibi olmalıydı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir