Osman Aysu – Bir Ask Masali

Sekreterim kapıyı tıkırdatarak başını aralıktan içeriye uzattı. Her zaman neşe saçan gözlerinde garip bir ifade vardı. “Sizinle görüşmek isteyen biri var, efendim” diye fısıldadı. Saat altıya geliyordu ve randevum olduğunu da sanmıyordum. Alışkanlıkla masamın üstündeki ajandaya bir göz attım. Saat 18’i gösteren kolonda kayıt yoktu. Suratım asıldı, duruşmalarla dolu yorucu bir gün geçirmiştim ve bir an önce evime gitmek istiyordum. Sesimi kısarak, “Kim?” diye sordum. “Adının Vural Toksöz olduğunu söylüyor.” isim hiçbir çağrışım yapmamıştı. Her halde yeni bir müşteri olmalıydı. Genellikle randevusuz müşteri kabul etmediğim için biraz yadırgamıştım. “Nasıl biri?” Sekreterim belliki adamın konuşulanları işitmesinden çekinerek odaya girip masama yaklaştı. “Vallahi nasıl diyeyim efendim; pek alıştığımız müşterilerimize benzemiyor.” “Nasıl yani?” “Hırpani tipli, garip bir adam.


” “Keşke yok deseydin.” “Size sormadan yapamadım.” Çaresizlikle başımı salladım. “Peki, al içeri.” Az sonra kapıda takriben altmış yaşlarında görünen, ak saçlı, zayıf, çelimsiz biri göründü. Sırtında eski püskü, rengi solmuş bir pardösü vardı, iki gündür traş olmadığı uzayan sakalından belliydi. Adam bu haliyle modern ve pahalı eşyalarla döşenmiş yazıhaneme kesinlikle müşteri olamayacak biriydi. “Buyrun. Ne istemiştiniz?” diye sordum. Bir süre şaşkın ve mahcup yüzüme baktı. “Ben Vural Toksöz’üm” dedi. Sanki kendisini tanımaklı-ğım lazımmış gibi. “Evet.” diye mırıldandım. “Sekreterim adınızı söyledi.

” “Korkarım beni hatırlamadınız?” “Hatırlamam mı lazımdı?” “Haklısınız. Aradan çok uzun zaman geçti. Seneler beni öylesine değiştirdi ki tanımamaklığınız çok doğal.” Bu kez yaşlı adama dikkatle baktım. Göz hafizam oldukça zayıftı, ne var ki adı da bir çağrışım yapmıyordu. Çıkaramamıştım. “Kusura bakmayın” dedim. “Anımsayamadım.” Bakışlarını önüne eğdi, hafifçe kızardı. “Seneler evvel aynı mektepte okumuştuk. Robert College’de. Basket takımının kaptanıydım, Deve Vural.” Gözlerim faltaşı gibi açıldı. Hatırlamıştım şimdi. Fakat inanılır gibi değildi; o kanlı canlı, uzun boylu, dev adam gitmiş, yerine kadidi çıkmış bir yıkıntı gelmişti.

En azından altmış yaşında görünüyordu; oysa aynı sınıftaydık ve taş çatlasa kırk, kırkbir yaşında olmalıydı. Şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Kendimi toparlamaya çalıştım. Bir insanın bu kadar göçebileceğine ihtimal veremezdim. Mektep yıllarında çok iyi iki dosttur. Uzun boyuyla takımın pi-votuydu. Girişken, çok konuşan, etrafa neşe saçan biri. Bir doksanı aşan boyundan dolayı ona deve derdik. Masamdan kalktım, ona doğru ilerledim ve hasretle sarıldım. Kolejlilerin arasında da, Galatasaraylılar, Mülkiye’liler gibi güçlü bir birlik ve dayanışma vardır; her halde başı dertte olmalıydı. O da bana heyecanla sarıldı. Kolları omzuma dolanırken titrediğini hissettim. Yakınlık gösterdiğime çocuklar gibi sevinmişti. Anlayamadığım bir nedenle ona mesafeli ve soğuk davranacağımı düşünmüş olmalıydı. Başının dertte olduğu muhakkaktı.

Bu zaten halinden ve görüntüsünden de belliydi. Sürpriz ziyaretinin eski okul anılarını tazelemek için olmadığı kesindi. Ona oturacak yer gösterirken anılarım hızla seneler öncesine gitti. En azından onu yirmi yıldır görmüyordum; çok uzun bir zamandı bu. Yaşam dinamiğinin hızlılığı, hayat mücadelesinin olağanüstü seyri ve yaşlar ilerledikçe bireysel egoizmin artışı geçmişi, eski ilişkilerimizi, canlı ve taze tutma imkanını ortadan kaldırıyordu. Kendimden utanır gibi oldum, skorer pivotu adeta unuttuğumu, onun hakkında dağarcığımda çok az şeyin kaldığını acı acı anımsadım. Sportmen olduğu kadar, temiz kalpli, sevecen ve saf bir çocuktu. Yanılmıyorsam, Adana’lıydı. Gaziantep’ti de olabilirdi. Ama zengin bir Anadolu eşrafının oğlu olduğunu iyi hatırlıyordum. Babası yığınla köyü olan bir rantiyeydi. Tipik bir ağa. Ya pamuk kralı ya da fıstık kralı gibi bir unvanı vardı. Gülümsemeye çalışarak söylendim, “Ne haber Vural, yahu? Görüşmeyeli yıllar oldu. Nasılsın adamım?” Sanki birbirimizi görmeyeli çok az bir zaman olmuş gibi, aramızdaki o eski samimiyeti yakalamaya çalışıyordum.

Ama bunun mümkün olmayacağını az sonra Vural’ın değişmeyen tutumundan anladım. O, samimi, hatta laubali olmaya yanaşmıyordu. Eski günlerin geride kaldığtnı, geçen süre içinde çok şeyin değiştiğini adeta ihsas edercesine, mesafeli ve ölçülü bir şekilde tebessüm etmekle yetindi. “Teşekkür ederim, Sinan. Yuvarlanıp gidiyoruz işte” diye fısıldadı. Şimdi durumu anlar gibi olmuştum. Maddi durumu kötü olmalıydı; sırtındaki pardösünün kol ağızları aşınmış, kunduraları alındığından beri boya yüzü görmemişti. Muhtemelen para isteyecekti, içim bir tuhaf oldu. Mektepte hepimiz varlıklı ailelerin çocuklarıydık ama o en zenginimizdi. Boynu eğik oturuşundan bu konuyu kolay kolay açamayacağını anladım. Seve seve ona yardım edebilirdim. Fakat ben de en az onun kadar çekmiyordum. Aklımdan bunları geçirirken bir an araya sessiz bir bekleyişin girdiğini hissettim. Durumu kurtarmak için: “Yaşlanıyoruz Vural” dedim. “Bak ne hale geldik!” Mahcup bir şekilde gülümsedi.

“Sen hâlâ formdasın.” “Yok yahu. Kırk yaşına geldik. Şakaklarıma ak düştü.” Sonra yaptığım hatayı anlamış gibi onun saçlarına baktım. Bir tek siyah teli kalmamıştı. “Seninkiler de ağarmış.” Gülümsemeye devam ederek, “Öyle” dedi. “Her halde evlenip çoluk çocuğa karışmışsındır.” Müşterek bir konu bulmakta zorluk çekiyordum. Araya giren yirmi uzun yıldan sonra konu bulmak cidden zordu ve afaki soruların dışına çıkamayacak gibiydim. “Evet” diye fısıldadı. “Evlendim bir ara.” Birden aklıma geldi. Kolejin son sınıfındayken deli gibi aşık olduğu bir kız vardı.

Hepimiz ona takılırdık, bir otobüs şoförünün kızına sevdalanmıştı. insan beyni çok garipti, geçmişin derinliklerinde kalan kızın ismini başka zaman sorulsa anımsamam asla söz konusu olamazdı, fakat şimdi birden adı aklıma gelmişti. Aysel’di. Tabii onunla evlenip evlenmediğini bilmiyordum. Ayrıca çok zengin bir toprak ağasının oğlu olduğundan şoförün kızı ile evlenmek istemesi hep alay konusu olmuştu okulda. Bunu da hatırlıyordum. Bazı arkadaşlarımız bu ilişkiyi fazla romantik ve teatral bulurken, bazıları da ne olacak cahil ağanın oğluna denk düşer diye, sosyal yakıştırma yapmışlardı. Aslına bakılırsa o tarihlerde hepimiz, toy ve fikri gelişmesini henüz tamamlayamamış ham çocuklardık; muhtemelen bu yakıştırmanın altında Vural’ın babasının sınırsız servetine duyulan haset de yatıyor olabilirdi. Şimdi yaptığım bu yorumun oldukça gerçekçi olduğunu düşünüyordum. “Kiminle evlendin?” diye sordum. “Yoksa büyük aşkın Aysel’le mi?” Afallayarak yüzüme baktı. “Hâlâ hatırlıyor musun? Unutmadığına şaşırdım doğrusu!” Güldüm. “Nasıl unuturuz ki, aşkın tam bir olay olmuştu okulda. Herkesin dilindeydi.” Gözleri bir an buğulanır gibi oldu.

“On sene evvel boşandık” dedi usulca. Birden ne diyeceğimi bilemedim. “Aldırma, herkesin başına gelebilir” diye mırıldandım. “Çocuğunuz var mı?” Bir an duraladı. “Evet. Bir oğlum var.” “Maşallah! Kaç yaşında?” “Üç ay evvel on yedisini bitirdi.” “Vay be!” diye mırıldandım gülerek. “Zaman nasıl da geçiyor? Desene şimdi kocaman bir delikanlı babasısın.” “Senin çocuğun var mı?” Bir kahkaha attım. “Yok yahu, ben daha evlenemedim. Senin anlayacağın evde kaldım. Yaş kırkı buldu, bundan sonra da evlilik kararı vermem çok zor. Senin anlayacağın şu müzmin bekarlardanım. Hayatımdan da memnunum.

Ne karışanım var ne görüşenim. Bundan sonra da kafama denk birini bulmam çok zor.” Eski arkadaşım başını salladı. “Kim bilir belki de haklısın” diye fısıldadı. “Oğlun seninle mi kalıyor.” “Mahkeme velayetini annece verdi.” Şimdi durumu biraz daha anlıyor gibiydim. Karısı her halde iştirak nafakasının arttırılması için dava açmıştı ve Vural’ın ne avukat tutacak parası vardı ne de nafakayı arttıracak gücü. Avukat arkadaşını herhalde bu nedenle aramıştı. Acaba avukatlık yaptığımı kimden duymuştu? Belki benden evvel başka arkadaşlarla da muavenet için görüşmüş olabilirdi, onların tavsiyeleri ile bana gelmiş olması pek mümkündü. Dolaylı olarak anlamak için sordum. “Bizim sınıftan gördüklerin var mı?” “Hayır” dedi. “Kimseyle görüşmüyorum. Artık insan içine çıkacak halim yok.” Galiba yavaş yavaş konuya giriyordu.

Ona yardımcı olmak için konuya ben girmeyi yeğledim. “Sorun nedir Vural? Karın dava mı açtı?” Başını iki yana salladı. Sesini çıkarmadı. “Öyleyse bu ziyaretini niye borçluyum? Sanırım eski günleri anmak için gelmedin. Sana bir yardımım dokunursa sevinirim. Umarım kabalığıma vermezsin, biraz paraya ihtiyacın var mı? Sana yardım edebilirim.” Yüzü önce sarardı, sonra kızardı. “Hayır,” diye önüne bakarak fısıldadı. “Yine de gösterdiğin anlayış için teşekkür ederim. Ama para sorunu değil.” Merak etmeye başlamıştım. “Nedir öyleyse?” “Oğlum! Oğlum kayıp!” “Kayıp mı?” “Evet.” “Ne zamandan beri?” “Altı ay oluyor.” Hayrede yüzüne baktım. “Polise baş vurmadın mı?” “Vurdum tabii.

Ama sonuç alamadım. Beni atlatıyorlar.” “Nasıl atlatıyorlar?” Omuzlarını silkti. “Anlarsın işte. Kötü günler yaşıyoruz. Ortam berbat. Bu tür olaylar çok sık oluyor.” “Dur bir dakika” dedim. “Oğlun kaç yaşındaydı?” “On yedi.” “Okuyor muydu?” “Evet. Bu yıl üniversiteye başlamıştı.” “Siyasi olaylara karıştığını mı ima etmek istiyorsun?” “Hiç sanmıyorum. Onun bu tarakta bezi yoktur. Kesinlikle eminim.” Yüzüm asıldı.

“Buna emin olamazsın, bu tür olaylar üniversitede gençlerimizi bekleyen potansiyel tehlike. Ne olduğunu anlamadan bir grubun içinde buluverir kendini. Sağcı veya solcuların arasına katılıverir.” “Dedim ya hiç sanmıyorum.” “Peki ne düşünüyorsun? Aklına gelen başka bir neden var mı? Annesi yanına senden habersiz almış olabilir mi?” Vural acı bir şekilde gülümsedi. “Bilmiyor musun?” dedi. “Neyi?” “Aysel’in kiminle evlendiğini?” “Nerden bileyim?” “Öyle ya haklısın. O sizin nazarınızda belediye şoförünün kızıydı. Ama şimdi herkesin konuştuğu biri. Resimlerine gazetelerde, dergilerde sık sık rastlayabilirsin. Cahit Kalaycıoğlu ile evlendi.” Kulaklarıma inanamamış gibi eski arkadaşımın yüzüne baktım. Şaşkınlığımdan ağzımdan tek kelime çıkmamışa. “Yanılmıyorsun” dedi. “Şu sıra Türkiye’nin en zengin sanayicisinin karısı.

Cahit Kalaycıoğlu onun üçüncü eşi.” içimden vay canına, diye homurdandım. Otobüs şoförünün kızı yirmi yılda zirveye tırmanmıştı. Adana’lı toprak ağasının oğlu ilk basamak taşı olmuştu. Đkinci evliliği kiminle yaptığını henüz bilmiyordum, ama üçüncüde turnayı gözünden vurmuştu. “Doğurduğu günden beri oğluyla hiç ilgilenmedi. Senelerdir yüzünü bile görmüyor, icra ve^pesine yatırdığım nafakaları bile çekmiyor.” Şaşırmıştım, ama yine de ısrar ettim. “Belki pişmanlık duymuş, yıllar sonra oğluna şefkat göstermek hevesine kapılmış olabilir. Ne de olsa artık çok zengin. Unutma görevini ihmal etmiş bir anne olsa bile o da bir insan, yüreğinin bir yanında analık duygusu taşıyordur.” “Sen onu tanımazsın Sinan. Dünyanın en aşağılık yaratığıdır. Bunca yıl sonra oğlum Kerim le ilgileneceğini düşünmek bile çok komik.” Koltuğa yaslandım.

“Peki senin aklına gelen bir şey var mı?” diye sordum. “Yani ne bileyim, belki oğlunla aranızda bir sürtüşme olmuştur. Baba-oğul ilişkinizin derecesini bilemiyorum ama takdir edersin iki kuşak arasında bu nevi sürtüşmeler şimdi çok oluyor. Her hangi bir nedenle sana bozulup evi ter-ketmiş olamaz mı?” “Hayır. Kerim uysal bir çocuktur. Akranlarına kıyasen çok uysal diyebilirim. Ayrıca ona hiçbir konuda baskı da yapmadım. Annesiz büyüdüğü için elimden gelen herşeyi ona vermeye çalıştım. Düşündüğün gibi bir sürtüşmeyi hiç yaşamadık.” “Ya kız meselesi? Her hangi bir kıza tutulup gittiyse?” “Böyle bir şeye kalkışması için neden var mı? Şayet bir kıza aşık olduysa bu konuyu bana açabilirdi. Onu anlayışla karşılardım. Gençtir, o çağlarda herşey olabilir. Onaylamasam bile şiddet kullanmaz, zora başvurmazdım.” “Belli olmaz” dedim. “Delikanlının aklı karışmış olabilir.

Ne de olsa babasın, ilişkisini onaylamayacağını düşünebilir.” “Bunu ben de düşündüm. Arkadaşlarını bulup onlarla konuştum. Bana hayatında bir kız olmadığını söylediler.” Bir süre düşündüm. Aklıma gelen sebepler azalıyordu. Sonunda dayanamadım. “Benden ne gibi bir yardım bekliyorsun?” Umutsuz nazarlarla yüzüme baktı. “Aslına bakarsan ben de bilmiyorum. Ama sen bir avukatsın, istersen onu bulabilirsin. Çevren, imkanların ve mesleki forsun olmalı. Bu konuda şansın benden çok fazla. Bunu senden istemeye hakkım olmadığını biliyorum, ama hayatta tek umudu oğlu olan bir insanın çektiği ızdırapları takdir edeceğine inanıyorum. Altı aydır tükendim artık. Aklıma başka bir şey gelmiyor.

” Çaresizlik içinde kıvranan bir babanın sıkıntılarını anlıyordum. Fakat bu benim işim değildi. Bir süre ona verecek uygun bir cevap bulmak için önüme baktım. “Polise bir daha gitsen” dedim. “Çocuğu bulmak onların görevi. Bu avukatlık mesele değil. Polisin imkanları ve yasal yetkileri bana kıyasen çok fazladır. Biraz sıkıştırırsan mutlaka meselenin üzerine daha ciddi eğilirler.” Üzerime çevrili umutsuz gözlerinde bir an pişmanlık ve utanç duygusunu bütün somutluğuyla görüverdim. Kalkmaya davranır gibi oldu. “Affedersin Sinan” dedi. “Hep böyle münasebetsizlikler yaparım işte. Galiba buraya gelmemeliydim. Belki eski bir dost, çocukluk arkadaşımın bir faydası dokunur, diye düşündüm. Haklısın, kayıp oğlumu bulmak polisin işi.

Ne yazık ki bizde Amerika’da olduğu gibi dedektiflik büroları yok. Keşke olsavdı. O zaman onlara başvururdum. Yine de yıllar sonra seni görmek çok hoştu. Bir an eski anılarım, gençlik günlerim canlandı gözümde.” Ayağa kalkmıştı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir