Marcel Proust – Kayıp Zamanın İzinde #7 – Yakalanan Zaman

İki gezinti arasında veya sağanağın dinmesini beklerken şekerleme yapılacak bir yere benzeyen, bu biraz fazla kırsal, salonları birer kameriyeyi andıran evde, odaların birinde duvar kaplamalarındaki bahçe güllerinin, diğerinde ağaçlardaki kuşların insanı yalnız bırakmadığı ve eski kaplamalar oldukları için günümüzün şaşaalı dekorasyonuna, gümüş bir fon üzerinde Normandiya’nın bütün elma ağaçlarının Japon üslubunda dizilip yatakta geçirdiğiniz saatleri sanrılarla doldurduğu duvar kaplamalarına hiç mi hiç benzemeyip her gülün, canlı olsa koparılabileceği, her kuşun bir kafese konup beslenebileceği kadar diğerlerinden ayrı olduğu bu evde, bütün günümü, bahçenin güzelim çimenleriyle girişteki leylaklara, su kenarındaki ulu ağaçların güneşte parıldayan yeşil yapraklarına ve Meseglise Ormanı’na bakan odamda geçiriyordum. Aslında bütün bunlara zevk alarak bakmamın tek sebebi, “Odamın penceresinden bu kadar çok yeşillik görünmesi güzel bir şey” diye düşünmemdi; ta ki o uçsuz bucaksız yeşil tablonun içinde, Combray Kilisesi’nin, sırf daha uzakta olduğu için laciverde boyanmış olan çan kulesini fark edinceye kadar. Çan kulesinin bir tasviri değil, ta kendisiydi; kilometrelerle ve yıllarla ölçülen mesafeleri karşıma çıkarmış, parıltılı yeşilliğin ortasında, bambaşka bir tonda, neredeyse kara kalemle çizilmiş gibi görünecek kadar koyu renkte, gelip penceremin camına kazınmıştı. Odamdan bir iki dakikalığına çıktığımda ise, koridorun sonundaki, farklı bir yöne bakan küçük salonu adeta lal rengi bir şerit halinde görüyordum, çünkü bu salonun duvar kaplaması, bir güneş ışınıyla alevleniverecek, düz, kırmızı muslindendi. Gilberte, gezintilerimiz sırasında bana Robert’in kendisinden uzaklaştığını, başka kadınların peşinden koştuğunu söylüyordu. Robert’in hayatında gerçekten de birçok kadın vardı,çama bunlar, kadınlardan hoşlanan erkeklerin erkek arkadaşları gibiydi, çoğu evde hiçbir işe yaramayacak eşyaların anlamsız direncine ve gereksiz yer kaplama özelliğine sahiptiler. Robert, ben oradayken birçok kez Tansonville’e geldi. Benim tanıdığım halinden çok farklıydı. Sürdüğü hayat onu M. de Charlus gibi kalınlaştırıp yavaşlatmamış, aksine, tam zıt yönde bir değişim yaratarak, eskisine oranla çok daha rahat ve esnek bir görünüm kazandırmış, –evlendiğinde ordudan istifa ettiği halde– bir süvari subayına benzetmişti.

  1. de Charlus ağırlaştıkça, Robert, aynı kusurun zıt etkisi sonucu, iyice incelip hızlanmıştı (evet, barondan çok daha gençti şüphesiz, ama onun, tıpkı gençliğin birçok özelliğini birden koruyamayacaklarını ve endamın gençliği en iyi temsil edecek özellik olduğunu düşünüp bedenleri uğruna, kararlı bir şekilde çehrelerini feda eden ve belli bir yaştan sonra Marienbad’dan ayrılamayan kadınlar gibi, yaşlandıkça idealindeki görünüme daha da çok yaklaşacağı seziliyordu).

Bu çeviklik, ayrıca çeşitli psikolojik nedenlerden de kaynaklanıyordu: görülme korkusu, korkuyormuş gibi görünmeme arzusu, kendinden memnuniyetsizliğin ve sıkıntının yol açtığı hummalı telaş. Girip çıkarken görülmek istemediği bazı kötü şöhretli yerlere gitmeyi alışkanlık edindiğinden, buralara, o sırada yoldan geçebilecek kişilerin düşmanca bakışlarına asgari derecede hedef olacak şekilde, saldırıya geçercesine, hızla dalardı. Rüzgâr gibi hareket etmek, onda alışkanlık haline gelmişti. Ayrıca, korkmadığını göstermeye çalışan ve kendine düşünecek zaman tanımak istemeyen kişinin yüzeysel gözüpekliğini de simgeliyordu belki.


Çözümlememizi tamamlamak için, yaşlandıkça genç görünme arzusunu ve hattâ, yeteneklerini geliştirmeden yaşadıkları görece aylak hayata göre fazla zeki olan, daima sıkkın, bıkkın insanların sabırsızlığını da hesaba katmamız gerekir. Hiç şüphesiz, bu tür insanlarda bile aylaklık, gevşeklikte ifade bulabilir. Ne var ki, jimnastik bunca rağbet görmeye başladığından beri, aylaklık, spor yapılan saatlerin dışında bile sportif bir biçime büründü; artık aylaklık, gevşeklikte değil, can sıkıntısının gelişmesine zaman ve yer tanımamayı amaçlayan telaşlı bir hareketlilikte ifade buluyor. Hafızamda, hattâ gayri iradi hafızamda bile, Albertine’e aşkımdan eser kalmamıştı. Ama görünüşe bakılırsa, uzuvların da bir gayri iradi hafızası mevcut ve diğerinin silik, kısır bir taklidi olan bu hafıza, insandan daha uzun ömürlü, zekâdan yoksun kimi hayvan ve bitkiler gibi, daha uzun süre yaşıyor. Bacaklarımız ve kollarımız, uyuşuk hatıralarla dolu. Bir keresinde, Gilberte’in yanından oldukça erken saatte ayrılmıştım; gece yarısı Tansonville’deki odamda uyandım ve yarı uykulu halde, “Albertine,” diye seslendim. Albertine’i düşünmemiş, rüyamda görmemiş, Gilberte’le karıştırmamıştım; kolumda tomurcuklanan bir hatıra, tıpkı Paris’teki odamda olduğu gibi, arkamdaki zili aratmıştı bana. Zili bulamayınca, eskiden birçok akşam birlikte uyuduğum merhum sevgilimin yine yanımda yattığını zannetmiş, Françoise gelinceye kadar yeterince vakit geçeceği için benim bulamadığım zili Albertine’in çalmasında bir sakınca olmayacağını düşünmüş ve “Albertine,” diye seslenmiştim. Robert –en azından o tatsız dönem boyunca– çok daha katı olmuştu; arkadaşlarına, örneğin bana karşı neredeyse hiç duyarlılık göstermiyordu. Buna karşılık, Gilberte’e yönelik sahte, hattâ gülünç denebilecek bir duyarlılık sergilemesi hiç hoş değildi. Aslında Gilberte’e karşı kayıtsız sayılmazdı. Hayır, Robert karısını seviyordu. Ama ona sürekli yalan söylüyordu; yalanlarının özü olmasa da, yalancılığı sürekli ortaya çıkıyordu. O da bu durumu telafi edebilmek için, Gilberte’i üzmekten duyduğu gerçek kederi gülünç ölçüde abartıyordu.

Tansonville’e geliyor, ertesi sabah, o yöreden bir beyefendi Paris’te bir iş görüşmesi için sözde kendisini beklediğinden dönmek zorunda olduğunu söylüyordu; ne var ki Robert’in bu konuda uyarmayı ihmal ettiği beyefendi, aynı gece Combray yakınlarında karşılaştıklarında, bir ay dinlenmek üzere memleketine döndüğünü ve Paris’e ancak ondan sonra gideceğini söyleyerek, istemeden yalanı ortaya çıkarmış oluyordu. Bu gafın üzerine Robert kızarıp bozarıyor, Gilberte’in hüzünlü, gururlu tebessümünü görüyor, adama hakaret edip başından savıyor, karısından önce eve dönüyor, ona acıklı bir not yazıp, kendisini üzmemek için, açıklayamayacağı bir nedenden ötürü gittiğinde onu sevmediğini zannetmesin diye yalan söylediğini bildiriyor (yazdıkları Robert’in gözünde yalan olmakla birlikte, özünde doğruydu), sonra karısının odasına girmek için izin istiyor ve hem gerçekten üzülerek, hem bu yaşayışına sinirlenerek, hem de her defasında daha cüretkâr numaralar yaparak hıçkırıklara boğuluyor, soğuk sulara dalıyor, yakında öleceğinden dem vuruyor, bazen fenalaşmış gibi yere kapaklanıyordu. Gilberte ona ne kadar inanması gerektiğini bilemiyor, tek tek her olayda yalan söylediğini, ama genelde sevildiğini düşünüyor, kocasının, belki bilmediği bir hastalığı olduğu için yakında öleceği yolundaki sezgisinden ötürü endişeleniyor ve bu yüzden de onunla zıtlaşıp seyahatlerinden vazgeçmesini istemeye cesaret edemiyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir