Orhan Kemal – Müfettişler Müfettişi 2 – Üçkağıtçı

İstasyon çok kalabalıktı. Günlerdenberi İstanbul’dan gelen ekspreslerle posta katarlarına bakmak için halk istasyona iniyor, «Memleketi mantara bastıran kalontor»u, candarmalar arasında, kelepçeli elleriyle görmek istiyordu. Yalnız görmek mi? Yanlarına getirdikleri çürük domates, yumurta, patates, çakıl taşlarıyla bir güzel donatacaklardı: «— Deyyus, kendine müfettişler müfettişi süsü verir miydi?» Gazetelerin yazdığına göre, İstanbul’da Boğaz’da, yeni açılmış bir otelin lokantasında arkadaşlarıyla kafayı çekip keyif çatarken enselenmişti.Oh olsundu. Şimdi bir de hapse atılır, görürdü gününü! «Herif» ten ilk sapartayı yemiş olan kıyı mahalle şarapçısı, gri pantalonunun kıçındaki kahverengi yamayı kaşıyarak : — Fakat, dedi, şimdi kendi yok Allahı var, heybetli adamdı ya, zart zurt edişinden içime bir şüphe düşmüştü, Allah’tan. Şerefsizim herifi sahtekâra benzetmediysem! Elindeki yumurtayla, yanıbaşında kupkuru dikilmekte olan garsonuna döndü : — Öyle değil mi? Uzun boylu, kuru garson az kalsın esneyecekti, kendini tuttu. — Tamam, dedi. Hattâ bana… Ustası sözünü kesti: — Sana göz kırpmamış mıydım? — Kırpmıştın da ben sana… — Göz kırpmıştım. Fakat neyse… Mangırları… Birden kendisine gelerek «— Mangırları adama pasa ettiydim» demekten vazgeçti. Ne olur, ne olmaz, başımızdakilerin işine akıl sır ermezdi.Gün gelir bir yumurtayı on kişiye taşıtır, gün gelir on kişiyi bir yumurtanın içine sokmağa çalışırlardı. Evet, «Müfettişler müfettişi» az sonra gelecek trenden inecekti belki. İnince de ellerindeki yumurta, domates, patates ya da çakıl taşlarını fırlatacaklardı ya, şarapçı gene de çekimserdi bu işte. Herkes fırlatsındı hele. En çok da günlerdir palavrasından geçilmeyen arabacı Kel Mıstık fırlatsındı. «— Nasıııl? Demedim miydiii? Ulan bir baktım herife, dedim bunda töbe hacı gözü yok!Koştum Emniyet Müdürlüğüne, dedim böyle böyle beyim. Sabret Mıstık efendi dedi, ekini belli etme.Az zamanda evelâllah…»Şarapçı hâlâ ötüp duran arabacı Kel Mıstık’a yeniden baktı. Kuyrukkaldırana benziyordu. Çarşı esnafının anlattığına göre, herifi arabasından indirmeyen, kahvelere, irili ufaklı meyhane, ya da otellere, bankalara. getirip götüren oydu.Nereye götürecekse arabasını şakır şakır sürer, beygirlerinin gemini iştahla çeker, arabadan atlar, önden koşarmış : «— Benden duymuş olmayın, beyefendi, Ankara’dan şehrimizi teftişe geliyor.Sakın mantara basmayın!» der, sonra da adamı kapıda saygıyla karşılarmış. Öyle olduğu halde, günlerdir kuyruklu sıçan gibi ordan oraya, ordan oraya koşuyor, herifin trenden inerken yumurta, domates, patates ya da çakıl taşlarıyla taşlanmasını sağlamağa çalışıyordu.Evet evet, elindekini o atmadan atmıyacaktı!Baştakilerin herhangi bir düzeni olmazdı Allanın izniyle ama, gene de ne olur ne olmaz, korkulu rüya görmektense uyanık durmak daha akıl kârıydı. Sonra, içini günlerdir değil, haftalar, aylardır kemirip duran, böylesine kelle kulak yerinde birine rol verilip verilmediğiydi. Ya, «— Bakalım halkımızın, başmdakilere bağlılığı ne kertede? diye milleti sınamak istemişlerse Herifi önce o biçim vazifelendirir, paralar sızdırır, sonra da boktan bir tevkif, gazetelerde, resmi mesmi; candarmaların arasında suç işlediği şehre yollar, ardından da…İçini yepyeni bir korku yalayıp geçti. Evet ardından da taşlatıp, sonra da taşlıyanları yakalatıp, analarına karlar yağdırmaz mıydı? Yanındaki garsonuna heyecanla döndüyse de kendini’ tam zamanında tuttu. Tutmayıp aklına geleni söylese, hinoğlu hin belki de yanından yılan gibi ayrılıp : «— Benden duymuş olmayın; bizim patron diyor ki…» diye yayıverirdi. Öfkeyle baktı sağındaki garsona. Avucunun içindeki yumurtayla dikiliyordu dikilmesine ya, aslında trenin bugün de gelse bile içinden “Müfettişler Müfettişi”nin çıkmamasına dua ediyordu.Çıksa, adamı taşlasalar. Sonra da polisler taşlayanları yakalayıp karakola götürseler…Sırtından yeni bir ürperti geçti.İş kimlik cüzdanlarına dökülse, baksalar ki otuz yaşını aştığı halde hâlâ askerliğini yapmak değil, yoklamaya bile gitmediği, hele hele ırza dolanmışlığı meydana çıksa… Patronunun öfkeli bakışına dikkat bile etmedi.Herif gelse bile belki de atmazdı elindeki yumurtayı : «— Ne bilecek patron? O kadar kalabalığın içinde benim atıp atmadığıma mı dikkat edecek? Herif dolandırdıysa dolandırdı. Helâl olsun.Beni dolandırmadı ya. İtoğlu itler… dünya kadar para kazanıyorlar. Güzellikle istesen vermezler. Metazori olmaz. Eee… biçimine getirip kafese sokmuşsa sokmuş. Bana ne?» Patronuna baktı. Patron da tam bu sırada, elindeki domatesi uzatmıştı : — Tut şunu da bir su döküp geleyim! Uzatılanı aldı ama : — Tren nerdeyse gara girer patron… — Girerse kıyamet mi kopar? — Kopmaz ama… — Ama? Sesini kısarak : — Sonunda bir bokluk — Nasıl hiç? — Basbayağı hiç. Arabacı Kel Mıstık, anasının gözüydü. Mustafa Kemal Paşa’nın Yunan’ı İzmir’de denize döktüğünden beri bu şehirde arabacılık yapıyordu.Böyle aç kalmış tahtakurusuna benzeyen nice nice garsonlar görmüştü. Yalnız garsonlar mı? Beyler, beyefendiler, paşalar, hırlılar, hırsızlar, sahtekârlar, dolandırıcılar! Garsonu karakolda komserin karşısmdaymışçasma ürküten bir sesle bağırdı: — Başlarım basbayağı hiçinden. Göster bakıyım nedir o! Garsonda bir an şafak attı : — Domates, dedi. — Bu elindeki? — Yumurta, — Patronun domatesini sana niye verdi? Kendi nereye gitti? — Aptesaneye. — Peki, domatesi ardına niye sakladın? Birden kendine gelince dikkat etti ki karşısındaki komser değil arabacı Kel Mıstık’tı. Nesinden korkacaktı Kel Mıstık’m. Bir gün öğle yemeğinden sonra patronunun tezgâha dayanıp uyuduğunu, uyku sırasında da sayıkladığı şeyleri hatırladı. «— Herif belki de başımızdakilerin adamı.Taşlarsak cünhalı düşersek ya? Ya bizi sınıyorsa başımızdakiler? Nemelâzım. Çoluk çocuk sahabıyım ben!» — Ha? Niye sakladın domatesi ardına? Boğazı tokluğuna çalıştığı patronunun sırrını ne diye gizliyecekti? Herşeyi olduğu gibi anlattı: Patronu bir rüya görmüş, rüyasında böyle böyle sayıklamıştı. Az önce domatesi eline tutuşturup aptesaneye diye kırması, nerdeyse gelecek trenden çıkması pek mümkün adamı taşlamamak içindi.Arabacı Kel Mıstık kendine geldi. Gerçekten de ha, başımızdakilerin dolabına dolap, dümenine dümen, aklına da akıl mı yeterdi? «Müfettişler Müfettişi» pekâlâ da başımızdakilerin milleti sınaması için rol yapabilirdi.Uzaklardaki trenin uzun sesi.Arabacı Kel Mıstık geç kalmışçasma koştu kalabalığa. — Arkadaşlar, dedi. Atın ellerinizdekileri! Kalabalık şaştı. Neden? Niçin atacaklardı? Günlerdir kendilerini bu işe o hazırlamamış mıydı? Herif candarmaların arasında, kelepçeli elleriyle trenden inerken yuh çekip taşlamıyacaklar mıydı?İtirazlar yükseldi. — Neden? — Niçin atacakmışız? — Günlerdir bugüne bizi sen hazırlamadın mı? — Korktun mu yoksa? Kel Mıstık sesini kısarak : — Korkmadım, ve de korkmam! dedi. Lâkin işin içinde iş var… Kalabalık az daha sokuldu : — Ne işi var? — Aklınız ermez… — Ermezse erdir de anlıyalım. Herşeyi inceden inceye anlatmağa başladı: Az önce haber aldığına göre “Müfettişler Müfettişi”nin İstanbul’da Boğaz’daki bir otelde arkadaşlarıyla keyif çatarken yakalanması falan dümendi; başımızdakilerin siyaseti. Maksat, gözden düşen, koltuktan inen, sivile geçen, ya da suç işleyen düşkün büyüklerimize karşı halkımızın saygı derecesini ölçmek! Hattâ işittiğine göre, adamı taşlarken polisler çevirecek, alıp götüreceklerdi!Tren daha yakınlarda yeniden öttü. Akılları yatmıştı. Olur olurdu. Başımızdakilerin dubarasına dubara mı yeterdi? Boş yere ağrımaz başlarını ağrıya sokmamaları akıllıca olurdu.Nelerine gerekti elâlemin keçisiyle koyunu? Tren yorgun bir hayvan gibi fışıldıyarak gara girdiği sıra ellerdeki yumurtalarla domates, patates, çakıl taşlan birer kıyıya usulcacık atılmış, gözler trene şefkatle çevrilmişti. Ulan aşk olsundu, aşk olsundu şu Kel Mıstığa. Pardondu herife.Bunca yıldır yaptığı arabacılığın hakkını veriyordu. Herhalde şehre gelen büyüklerden birinin adamından işitmiş olacaktı. Nerden işitmiş olursa olsun, fakir fıkarayı kurtarmıştı ya işte!Tren gelmiş, durmuştu. İnenler binenler arasında birden o gözüktü: Kelepçeli elleri, geniş, omuzları, kenarları kıvrık şapkası, zıııt zıııt zıııt eden sarı ayakkabıları…Kel Mıstık koşmadan önce kasketini çıkarmıştı. Kalabalık da aklederek ona uydu. Hep birlikte adam, yerlere kadar eğilinerek selâmlandı. Kel Mıstık: — Hoş geldiniz beyefendi, dedi.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir