İlya Ehrenburg – Fırtına I

—Sergey Petroviç, demişti Şvestov, Vlakhov’a, pek sizin işiniz değil ama Roche Ainé müessesesiyle hemen ilgilenmenizi istiyorum. Lancier ile enine boyuna konuşmak gerek. İşin içinde iş var: Önceleri bizi sıkıştırıyordu, şimdi ağırdan alıyor. Vlakhov yeni gelmişti: Paris’e ayak basalı daha dört ay oluyordu ama, mükemmel bir Fransızcası vardı. Arkadaşları, bu kadar güzel konuşmasına şaştıklarında güler, “Ne şaşıyorsunuz, ben Parisliyim…” derdi. Annesiyle babası Paris’te uzun yıllar yaşamıştı; orada tanışmış, orada evlenmişlerdi. İhtilâlden sonra Moskova’ya dönmüşlerdi. O sıra Sergey yedi yaşındaydı. Nina Georgiyevna, oğlunun Fransızcayı unutmasını istemez, sık sık onunla bu dili konuşurdu. Sebebini pek bilmeden, en büyük çocuğunun şair olacağına inanmıştı. Sergey bir sürü şeyle ilgiliydi. Yolculuk, makine yapımı, tiyatro. Ama şiir yazmıyordu. Yine de onda şair ruhu vardı; büyük bir şevkle çalışır, çabuk etkilenir, bir çırpıda dostluk bağları kurup, aynı çabuklukla bu bağları koparırdı. Başkalarının fark etmediklerine hayranlık duyar, herkesin doğal bulduğunu benimsemezdi.


İhtirası olmadığından dikkati çekmeyi düşünmez, yine de, bulunduğu çevre ne olursa olsun herkesin bakışlarını üzerinde toplardı. Büyüme çağında, Nina Georgiyevna alay olsun diye ona: “Benim küçük Fransızım” derdi. Gerçekten, annesine gençliğinin kentini hatırlatan bir yanı vardı. Ama Fransızların, atılganlık ve parlaklıkları ardında gizli o iç sükûneti yoktu Sergey’de. Çoğu kere düşünmeden hareket eder, bir uçtan öbürüne atılırdı; haklı olarak bu hafifliği yüzüne vurulur, hataları onu gerçekten üzer, kendine hoşgörüyle davranmayı pek bilmezdi. Yirmi sekiz yaşına gelmiş, yeni yetmeliğin saflığıyla bağnazlığından kurtulamamıştı. Hayatının en romantik çağı, toprakların kamulaştırılmasına rastladı. O sıralar uzun saçlı bir Komsomoldu. Ukrayna’ya gönderildi, sesi kısılana dek konuştu, eğri büğrü yolları aştı, akıl almaz rakamlar düşledi, çoğu kere somununu ikiye bölüp başkalarıyla paylaştı. Dirseğinin biraz üzerindeki yara izi o çağlardan kalmaydı; bir sonbahar akşamı üzerine ateş etmişlerdi. Derken üniversite yılları geldi çattı; ama orada da rahat nedir bilmedi, herkesin acelesi vardı. Hemen ardından Kuznetsk yeraltı sığınakları, beline kadar çamura gömülme; kazılar, bitlenme, düşsüz deliksiz bir uyku ve düş görmeyi andıran bir uyanıklık, tasarılarındaki gözü peklik, insan acılarının çeşitliliği ve şiddetiyle azgın çalılar gibi stepin ortasında bitiveren kentler… Sergey, kalın saç örgüsü başına sarılı, ciddi ve okşayan bakışlarıyla hem bir Turgenyev kahramanını, hem Sophia Perovskaya’nın 2 yoldaşını andıran bir genç kız fotoğrafını özene bezene saklamıştı. Bu fotoğraf, Nina Georgiyevna’nın cezaevinden çıktığı sıralardan kalmaydı. Yeraltı çalışmalarında yüreklilik, sarsılmaz bir bağlılık göstermişti annesi. Sonra başka güçlüklere karşı koyması, başta kocasına bakması, çocuklarını yetiştirmesi gerekmişti.

Kocası iktisatçıydı, soyut bir dünyası vardı. Hayat, onun gözünde uyumlu bir yapıydı. Rastlantıyla karşısına çıkan bir şey yüksek ilkelerine aykırı geldi mi şaşırırdı. “Ölçtük biçtik, elimizden geleni yaptık,” derdi. “Ya gençler bizim biçtiklerimizi nasıl dikiyorlar? Gösteriş için, üstünkörü!” Veremden ölmüştü, on beş yıl oluyordu öleli. Çocuklarını büyütmek için Nina Georgiyevna’nın çok çalışması gerekmişti. O sıralar ortanca oğlu Vassia on bir, kızı Olga altı yaşındaydı. Nina Georgiyevna, Enstitüde ve bir okulda Fransızca dersleri veriyor, geceleri çeviri yapıyordu. Nina Georgiyevna’nın hayatında acılı bir yan yoktu. Kocasıyla dırıltısız yaşamışlardı. İşini seviyordu; ama hayatında tam bir doygunluk nedir bilmemişti. Elli üç yaşındaydı, hâlâ hayalcilikten vazgeçmemişti. Sergey hem oğlu, hem arkadaşıydı; konuşabiliyordu onunla. Vassia çok katı bir yaradılıştaydı, kızı Olga’nın hesaplılığı ise onu ürkütüyordu. Sergey’de kendi gizli eğilimlerini buluyordu.

Hayatında kocasını kıskanmayan bu kadın, Sergey’in, genç ve beyinsiz bir kadına aşık olup annesinden kopacağı günleri kuşkuyla düşünüyordu. Oğlunun kaçamak taşkınlıkları patlamayan bir fırtına gibi iz bırakmadan geçtiğinde seviniyordu. Sergey’i, Paris’e yollayacaklarını duyduğunda çok heyecanlandı. Hayatının en güzel yıllarını geçirdiği kent, onları birbirlerine daha çok yaklaştıracaktı; yine de belli belirsiz… Paris’i kıskanıyordu… Oğluyla vedalaşırken: “Montsouris Parkı’nda, gölün kıyısında, çınar ağacının altında, girişten hemen sonraki ikinci bankı görmeden dönme,” demişti. “Yeni tanıştığımız sıralar babanla sık sık orada otururduk.” Sergey, gülmemek için kendini güç tuttu: Annesi, anlattığı olayın üzerinden otuz yıl geçtiğini unutuyordu. Paris’e geldiğinde şaşkınlıktan bir türlü kurtulamadı: Kent, tıpkı annesinin anlattığı gibi, önünde uzanıyordu. Bank her zamanki yerinde olmalıydı. Sergey kısacık hayatında o kadar şey görmüş, o kadar deneyden geçmişti ki rahat bir hayatın varlığını aklına bile getiremiyordu. Daha kısa bir süre önce, Gorki Sokağı’nda, koca koca evlerin yer değiştirdiklerini görmüştü. Burada ise bir adamın yer değiştirmesini düşünmek bile güçtü. Asırlık kadınlar, ayaklarında terlikler, banklara oturmuşlardı. Ya şu monokl takan adam Maupassant’ın anlattığı kişi değil mi?. İnsanlarla eşyalar çok alışılmış, giderek inanılmaz geliyordu ona… Zorlu yılların Moskova’sından, saçında beyaz teller, güç beğenen ve kuşku dolu bir insan olarak gelmişti Paris’e. Moskova, yakınlaşan bir fırtınanın bilincinde yaşıyordu.

Paris halkı ise, komşusu Madrid’in ağır ağır can çekişmesine bile aldırmıyordu. Oysa Moskovalılar, buzlu ve fırtınalı bir havada, ses çıkarmadan Puşkin Alanı’ndaki İspanya haritası önüne yığılıyorlardı. Bu suskunluğun ardında kuşku, kızgınlık ve inanç seziliyordu. Gürültülü duruşmalar birbirini izlemişti: Vatan hainliği suçundan pek çok kişi yargılanıyordu; duruşma zabıtları Alman tümenlerinin Viyana sokaklarında tepinmelerine, Barcelona’nın iniltilerine, perde arkası pazarlıklarına ve askeri manevralara karışıyordu. Ardından Münih 3 geldi… Moskovalılar büyük bir gerilim ve tedirginlik içinde geçirdiler o yılları; son yaklaşıyordu. Sergey, Moskova’nın kasvetli gecelerinden sonra, birden panayır yerindeki atlıkarıncalar gibi dönen, uçuşan, gözleri rahatsız edecek kadar parıltılı sersemletici bir hayatın tanığı oluverdi. Kent, bir düğün evi gibi pırıl pırıldı. İnsanlar, ölümün pencerelerinin altına kadar geldiğini fark etmemişlerdi sanki. Her zamanki gibi, balıkçılar Sen kıyılarında uyukluyor, Horacius 4 hayranları, sahafların altını üstüne getiriyor, sokak köşelerinde şarkıcılar, Kiki’nin dayanılmaz, herkese hoş gelen aşkını dile getiriyorlardı. Sergey şaşkındı: Gerçekten 1939 yılında mıyız? Pireneler’in ötesinde yıkıntı ve mezardan başka şey kalmadığı gerçek mi? Ölüme mahkûm Prag’ın can çekişip dostlarını yardıma çağırdığı, Ren kıyılarına topların yerleştirildiği doğru mu? Belki Paris aklını kaçırmıştır? Belki saati kurmayı, ya da uzun süreden beri takvimin yapraklarını koparmayı unutmuştur? Belki, yakındaki kahvelerden dağınık saçlı bir konuşmacı fırlayacak Bade dükalığının romantiklerine, Saint-Antoine Mahallesi işçileriyle birlikte özgürlük ağacını dikmeyi önerecekti. Belki Hitler, işsiz güçsüz beş on karikatüristin uydurmasıdır? Sonra çevresine bakındı Sergey; görünürdeki kayıtsızlığın ardında bir hüzün sezdi. Kentin neşesinin ardında sanki bir acılık vardı. Güldürmek için söylenen sözlerde, şarkı nakaratlarında, aşıkların mırıltısında bile sonu belirsiz bir yolculuğun hazırlıkları seziliyordu. Paris ateşler içinde uyukluyor, doyasıya uyumak istiyordu… Sonra ne olacaksa olsundu!.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir