İlya Ehrenburg – Fırtına II

Christine Staube, savaştan önce değerli eşya satan bir dükkâna iş işliyor, emekli memur ve felçli olan babasına bakıyordu. Otuz altı yaşındaydı; çirkin olmadığı halde evlenmeyi düşünmüyordu artık. On yıl önce Muhasebeci Zimmer kendisine kur yapmıştı; Christine’i sinemaya, pastanelere götürüyordu. Babası damat adayının kimliğini öğrenince, bağıra çağıra Christine’in görevini unuttuğunu tekrarlamaya koyuldu; genç bir kız en önemli adımını atmadan önce iyi düşünmeliydi; dilediği kararı vermesine karışmazdı, hasta ve yaşlıydı, ama çeyiz olarak bir fenik bile alamazdı kendisinden. Christine, buluşma yerine gözyaşları içinde geldi. “Her şeye razıyım,” dedi sevgilisine. “İstersen şimdi… Ama babam evlenmemize karşı çıkıyor. Ev onun adına kayıtlı. Hayatımı iyi kazanıyorum, ama bunun dışında beş kuruşum yok…” Gustav’ın cevabı şu oldu: “Ben maddeye düşkün bir insan değilim; çeyizin olmasa da seviyorum seni…” O gün çabucak ayrıldı Christine’den; yapacak bir sürü işi vardı. Christine, Gustav’ı bir daha görmedi. Kalbi bir parçası koparılmış, kimsenin el sürmediği ekmek gibi kuruyordu. Ara sıra ağladığı olurdu: Babam ölünce yapayalnız kalacağım. Ara sıra da karmakarışık düşlere dalar giderdi: Öldüğünde evi satıp evlenirim. Kırk yaşındaki kadınların bile isteyeni çıkıyor… Babası eninde sonunda öldü; ama öldüğünde 1942 yılının Mart ayıydı. Evi satmak olanaksızlaşmıştı: İngiliz uçaklarının saldırısından sonra istasyona yakın mahalleler boşaltılmıştı.


Christine evlenmeyi düşünemezdi artık, yirmi yaşındaki güzelleri bile isteyen yoktu; kimse leyleklerle süslü sabahlık ya da süsen çiçeği işli örtü almaya yanaşmıyordu. Christine, Rusya’dan getirilen kadınların bulunduğu bir toplama kampında baraka amiri oldu. Bay Kirchoff şöyle demişti: “Adi suçlu değil bunlar; Rusların hayatı bizimkine benzemediği için hepsini toplama kampına aldık. Sert davranın, ama haksızlık yapmayın; Rusların çocuktan farksız olduğunu unutmayın…” Christine, yaradılıştan kötü bir insan değildi. İlk kez mavi gözlü Varya’yı tokatladığında korktu: Kötü bir şeydi belki bu yaptığı? Düşününce rahatladı: Bay Kirchoff Rusların çocuktan farksız olduğunu söylemişti ya… Çocukları her zaman cezalandırmak gerekirdi nasılsa… Kedinin kuyruğunu çektiğim ya da bir şey kırdığımda babam sillesini esirgemezdi… Christine, özellikle en güzel kızları cezalandırdığını fark etmiyordu. Kamp Doktoru Fussner, on altı yaşındaki küçük Şura’dan söz ederken: “Murillo’nun portresi gibi” demişti. Christine kızın eşyalarını karıştırdı ve iki parça sabun buldu. “Nereden çıktı bunlar?” Şura susuyordu. Christine onu hırsızlıkla suçladı ve iyice dövdü. Çocuktu hepsi… Christine Rusları sevmeye başladığını sanıyordu; gazetelerde söylendiği kadar kötü değillerdi, hem sonra, Tanrım, nasıl da tatlı şarkı söylüyorlardı!. Aç, bitkindiler. Bazı akşamlar rahatlamak, içlerini boşaltmak için şarkı söylerdi kızlar. Bu şarkılar baba evinin, ananın, sevgilinin özlemiyle doluydu. Christine barakaya girmesiyle şarkının kesileceğini biliyordu. Bir hırsız gibi sürünüyor, pencerenin dibine sinip onları dinliyordu.

Küf kokan karanlık oda gözünün önüne geliyordu: İlaçlar, teyzelerinin solgun fotoğrafları, koltuğundan kımıldamayan yaşlı bir ihtiyar, uzaklarda bir yerde, yaseminler arasında, yakışıklı Gustav başka bir kızı öpüyordu… Christine deli gibi iç geçirirdi: Tanrım, ne kadar da talihsizmişim!. Galoşka, hepsinden güzel şarkı söylerdi. Eskiden, “Pickwick-Kulüp”teki arkadaşları şöyle derlerdi: “Hadi bakalım küçük sırıtkan, bize bir şarkı…” O sıralar sevinçten uçardı, ama mutsuz aşkları söylerdi hep. Burada, şen türküler çağırıyordu daha çok. Christine de sinirleniyordu: Bu yumurcağın neşesi nereden geliyor böyle? Güzel bir sesi var ama şarkıları bayağı, iyi bir şey bildiği yok… Yine de Christine dinliyordu onun şarkılarını; sanki az sonra Gustav’la “şimmi” yapacakmış gibi, olduğu yerde de tepiniyordu üstelik. Galoşka, Kiev’de gençlik kuruluşuna kayıtlı arkadaşlarını bulamamıştı. Havalar düzelince bizimkiler geri döner nasılsa, diyordu. Ama o korkunç yaz geldi çattı. Almanlar Volga’ya varmışlardı. Yolda Galoşka’ya rastlayan Steçenko alaycı bir tavırla göz kırpmış: “Hâlâ çalışıyor musun?” demişti. “Yakında görürüz Valya’yı: Kızıllar üç aydan fazla dayanamaz…” Kentin sesi soluğu kesilmişti; Gestapo ajanlarıyla polisler her yanı tarıyordu. Ağzından kaçan bir söz yüzünden insanlar tutuklanıyor ve bir daha görünmemek üzere ortadan kayboluyorlardı. Her yanda rengarenk afişler gençleri Almanya’ya çağırıyordu: Orada evler rahattı, bol bol yemek yeniyor, iyi elbiseler giyiliyordu. İlkbaharda Almanlar yüzlerce genç kızı ülkelerine çekebilmişlerdi. Galoşka’nın lisede birlikte okuduğu Ksana da yazılmıştı: “Yabancı ülkelerin nasıl olduğunu görmek istiyorum” diyordu.

Galoşka onu vazgeçirmeye çalıştı: “Yabancı ülkeler mi? Sürgüne gitmek gibi bir şey bu… Ya seni silah yapmaya zorlarlarsa? Kardeşin Kızılordu’da, onu öldürmek mi istiyorsun?” “Çok konuştun,” dedi Ksana. “Sen istediğini söyle, ben dışarı gidecek ve giyinebileceğim” Almanlar, gönüllü kız sayısının fazla olmadığını görünce zorla gönüllü toplamaya başladılar. Bu arada Galoşka da enselendi. Biraz Rusça bilen astsubay, ağlamaklı kadınlara bakıp: “Alman iyidir,” dedi. “Alman öldürmez.” Galoşka birden kahkahalarla güldü. Ardından da sordu: “Nene, senin dişler neden böyle?” Astsubay söyleneni anlamamıştı, ama Galoşka’nın kahkahasına sinirlendi; bir küfür savurup vagondan çıktı gitti. Galoşka’nın çevresine toplanan kızlara da bulaşmıştı neşe, hep birden gülüyorlardı. Bu neşenin yapmacık olduğu akıllarına gelmiyordu bile. Ama Galoşka, şu sıra neşeli görünmek gerektiğini çok iyi biliyordu; “ancak bu yoldan rahatlayabilir, bu yoldan Almanları deli edebiliriz.” Böylece küçük “sırıtkan” yeniden canlandı. Sabah erkenden küçük ve tertemiz kentin içinden geçerek fabrikaya götürüyorlardı hepsini. Berber salonlarının kapılarında bakırdan sakallar parlıyordu. Çocukların üstü başı tertemiz, özenliydi; koşmuyor, ölçülü adımlarla okula gidiyorlardı. Mezeci ya da kasap dükkânlarının kapı tokmağına bağlı, kara ya da kahverengi “basse” köpekler alış veriş yapan sahibelerini bekliyorlardı.

Pazarda çiçek satılıyordu, sonbaharın son papatyaları. Galoşka, Kreştçatik yıkıntılarını, Lenia Dayı’sını, asılanları düşünüyordu. Burada çocuk arabaları, kurdeleyle bağlanmış minik saç örgüleri, oyuncak satan mağazalar, çimenlikler görüyordu. Garipti bu adamların karılarının pazara gitmesi, armut ya da elma seçmesi, çocuğunun burnunu silmesi… İnsanı ısırsalar daha iyi ederlerdi!. Galoşka, okulda Almanca okumuştu; kısa sürede Christine’in paylamalarını, fabrikadaki ustabaşının haykırışlarını, kızlar işten dönerken kent halkının söylediklerini anlamaya başladı: “Üstleri başları yırtık pırtık Karl. Ruslar, zencilerden de beter… Basık burunlu… Hepsi de güçlü kuvvetli… Allahtan hepsini toplama kampında tutuyorlar… Böyle bir kızı asla evime sokmam… Oysa Bayan Jennike’nin evinde bir Rus kızı çalışıyor, çok da memnun…” söylenenleri anlayan Galoşka, Varya’ya dönüp, gülerek: “Şuna bak, diyordu. Ağzı burnu, çenesi, her şeyi alfabelerindeki harfler gibi tersine dönmüş…” Bunları duyan Varya da basıyordu kahkahayı. Şalgam çorbası veriyorlardı onlara; mideleri açlıktan zil çalıyordu hep. İş zordu: Demir çubuklar, çimento torbaları taşıyor, fırınları temizliyorlardı. Kendi emrine verilen çocukları iyi eğitmek çabasındaki Christine, her gün “gözdelerinden” birini cezalandırıyordu: Ya yiyeceğini keser, ya iş saatleri dışında siper kazmak gibi angaryalar yükler ya da döverdi. Güzel sesinden ötürü olmalı, yalnız Galoşka’ya dokunmazdı. Doktor Fussner’e: “Bu benim bülbülüm,” derdi. Belki de korkuyordu kızdan. Öbürlerini cezalandırdığında, Galoşka öyle kötü gözlerle bakardı ki kendisine, Christine düşünürdü: Bu bülbül insanın gözlerini oyabilir… Christine, Almanların Rusça yayınladıkları bir gazeteyi kızlara verirdi. Gazeteyi okuyup bir şey anlamanın olanağı yoktu: Sanki Almanlar her yerde kazanmışlardı zaferi, oysa savaş bitmek tükenmek bilmiyordu… Genç kızlar arasında, Galoşka gibi sağlamlar, gazetede yazılanların tek sözcüğüne inanmayanlar vardı; kışın Almanların yenilgiye uğratılacaklarına ve anayurda döneceklerine inanıyorlardı.

Ama içlerinde umutsuzluğa kapılanlar da çoktu; cepheden epey uzaktaki bu kentin sakin hayatına, mal dolu vitrinlere, besili, hayatından memnun Alman kadınlarına baktıkça, hayır, diyorlardı kendi kendilerine, “bizimkiler bunların hakkından gelemez!…” Yine de Galoşka, hayal gücüne tam yol verdi: Almanlar Rostov önünde yenilgiye uğratılmıştı, müttefikler Fransa’ya ayak basmışlardı bile; Hitler’in öldürüldüğü söyleniyordu… Galoşka umutsuzluğa kapılmamak gerektiğini anlıyordu. Savaş tutsağı Fransızlar onlarla birlikte fabrikada çalışıyorlardı. Önceleri kızlar Fransızlara fazla yanaşmamışlardı: Bu Fransızların ne düşündüğü bilinir miydi hiç? Belki kendini beğenmiş kişilerdi; hem dillerini bilmeden onlarla nasıl anlaşacaklardı? Fransızlar kibarca gülümsüyorlardı kızlara: Dost olduklarını söylüyorlardı Almanca (bunu bütün kızlar anlamıştı); ekmek, peynir, çikolata veriyorlardı: Hepsine ailelerinden paketler geliyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir