İhtiyar Mösyö de Piennes, adliye memurunun okuduğu kararı büyük bir acı ve ıstırapla dinledi. Altında Kralın imzası bulunan bu kararda, kendisinin malı bulunan Margency malikânesi elinden alınarak Kont Anne de Montmorency’nin arazisine ilave ediliyordu. İhtiyar de Piennes, bu haksız kararı sonuna kadar sükûnetle dinledi. Sonra yumruklarını uzaktan görünen Montmorency Şatosu’na doğru salladı: “Sana lanet ediyorum,” diye haykırdı. “Binlerce defa lanet! Ey Fransa’nın kutsal şövalyeleri, mezarlarınızdan kalkınız da kırk muharebe meydanında kanını cömertçe döken, Fransa için her fedakârlığı severek yapan bu ihtiyar askere nasıl muamele edildiğini görünüz!” Adliye memuru korkmuş, hemen oradan sıvışmıştı. Mösyö de Piennes devam etti: “Peki, ya kızım ne olacak? Jeanne ne yapacak? O zavallı hayatını nasıl kazanacak? Ah, doymak bilmez Montmorency, sana ve bütün soyuna binlerce defa lanet olsun!” Felaket hakikaten pek büyüktü, XII. Louis zamanından beri Mösyö de Piennes’e ait olan Margency arazisi, evvelce bütün Picardie eyaletini idare eden bu zatın elinde kalan son topraktı. Serveti tükenince buradaki mütevazı eve sığınmış, bütün varını yoğunu biricik kızı Jeanne’a terk ederek onu yetiştirmeye kendini vakfetmişti. Fakat işte bunu da ona çok görmüşlerdi. O da elden gidiyordu. Esasen bu topraklarda gözü bulunan Kont de Montmorency ne yapmışsa yapmış, Krala bir kararname imzalatarak bu toprakları da kendi uçsuz bucaksız çiftliklerine ilave ettirmeye muvaffak olmuştu. Şimdi bu son varlığı da elden gidiyor ve zavallı ihtiyar asker Mösyö de Piennes’in önünde yokluk ve sefaletten ibaret karanlık bir yol açılıyordu. Fakat onu en çok düşündüren şey kızı; güzel, ince, hassas Jeanne’ıydı. Jeanne henüz 16 yaşındaydı; ince, uzun boylu ve son derece güzel bir genç kızdı. Onu gören bir gencin kendisine kalbini kaptırmaması ve delice âşık olmaması imkânsız gibi bir şeydi. 1553 senesinin 26 Nisanı’na tesadüf eden bu pazar günü yine her gün olduğu gibi aynı saatte çıkarak Margency’nin kenarında bulunan kestane ormanına girdi. Vakit akşama yaklaşıyor, renkler yavaş yavaş solmaya başlıyordu. Genç kız, bir eli kalbinin üzerinde olduğu halde ağaçların altında yavaş yavaş ilerliyor ve kendi kendine şöyle söyleniyordu: “Acaba bu akşam her şeyi itiraf edebilecek, ona hakikati söyleyebilecek miyim? Bu mühim, fakat tatlı sırrı ona açabilecek miyim?” Birdenbire ağaçların arasından uzanan iki kuvvetli kol onu belinden yakaladı. Sıcak ve titrek dudaklar dudaklarını buldu: “Sen misin sevgilim? Benim biricik meleğim!” “Sevgili François!” “Ne kadar da titriyorsun!” “Korkuyorum François, korkuyorum!” Genç adam Jeanne’ı o zaman daha kuvvetle kucakladı. Bu uzun boylu, tatlı bakışlı, yakışıklı genç, Mösyö de Piennes’in elinden bütün servetini gasp etmeye çalışan Kont de Montmorency’nin büyük oğlu François de Montmorency idi. Dudakları böylece belki beş dakika birleşmiş kaldı. Ondan sonra birbirlerine sarılmış olarak ormanda ilerlemeye başladılar. Genç kız birdenbire durdu: “Bizi takip ediyorlar, gözetliyorlar… Duyuyor musun François?..” “Hayır meleğim, bizi takip eden yok. Duyduğun sesler, yuvalarına dönen kuşların kanat sesleridir.” “Ah François, bilemezsin. Çok korkuyorum.” “Benim kolum seni korudukça hiçbir şeyden korkmamalısın güzelim.” “En ufak bir olay bile beni titretiyor. Hele son üç aydan beri ne kadar büyük bir korku içinde bulunduğumu a “Ah François. Sana inanıyorum. Seni her şeyden fazla seviyorum. Fakat bilmem neden, içimde bir endişe var… Manasını anlayamadığım bir endişe. Nasıl diyeyim, korkuyorum. Mutluluğumuzu kıskananlardan korkuyorum.” “Bütün bunlar kuruntu… Sana yemin ederim ki, evlenmemize hiçbir kuvvet mâni olamayacaktır!” Onlardan az ötede kin dolu bir kahkaha duyuldu. François bunu duymamıştı. Devam etti: “Eğer gizli bir kederin, bir endişen varsa bunu bana söyle…” “Evet, sana söyleyecek bazı şeylerim var.” “Nedir?..” “Şimdi olmaz. Geceleyin söylerim. Tam gece yarısı seni sütninemin evinde bekliyorum. Anladın mı, tam gece yarısı, öğrenmen lazım gelen bir şey var.” “Pekâlâ, geleceğim.” “Haydi artık sen git. Geç kaldım. Ben de evime döneyim…” İki genç bir defa daha kucaklaştılar. Dudakları yine uzun uzun kenetli kaldı. Birbirlerinin vücuduna bütün kuvvetleriyle sarıldılar. Sonra yavaş yavaş ayrıldılar. Son bir öpüşmeden sonra François de Montmorency, ağaçlar arasında kayboldu. Jeanne da evine doğru gitmeye başladı. Daha yirmi adım yürümemişti ki, ağaçların arasında bir hışırtı oldu. Sert bakışlı, asık suratlı, korkunç tavırlı bir genç yolunun ortasına çıktı. Jeanne, elinde olmadan haykırdı: “Siz misiniz, Henri?” “Evet, benim! Beni neden böyle karşılıyorsunuz? Ben de insan değil miyim? Ağabeyim gibi benim de hislerimi söylemeye hakkım yok mu, Jeanne?..” Zavallı genç kız tir tir titriyordu. Beriki, sözlerine devam etti: “Ben her şeyinizi biliyorum. Ağabeyimle aranızdaki aşk macerasını noktası noktasına biliyorum. Her şeyin farkındayım. Buna rağmen size karşı beslediğim aşkı söylemekten beni hiçbir şey men edemez. Anladınız mı? Sizi seviyorum Jeanne. Seviyorum ve size karşı beslediğim o korkunç aşkı zannederim ağabeyimden evvel size söyledim. Fakat siz bunu kabul etmediniz, reddettiniz. Benim François’dan neyim eksik! Beni niçin aşkınıza layık bulmuyorsunuz?” Genç kız kendisini biraz toplamıştı: “Henri,” dedi, “ben sizi ancak bir kardeş gibi seviyorum. Bundan fazlasını benden istemeyiniz. Onu veremeyeceğimden dolayı son derece müteessirim. Çünkü ağabeyinizi seviyorum. Rica ederim, ısrar etmeyiniz.” “Fakat ben kolay kolay hakkımdan vazgeçmem. Bunu bilmeniz lazımdır. Ağabeyim sizi sevebilir. Fakat ben de seviyorum. Gerekirse bu hakkımı kılıcımla müdafaa etmeye karar vermiş bulunuyorum.” “Ağabeyinize karşı da mı?” “O benim ağabeyim değil, şimdi aşkımın rakibidir.” “Aman Tanrım, neler söylüyorsunuz?.. Ah François, ne vaziyette olduğumu bir bilsen…” “Hâlâ François, öyle mi? Demek benim aşkımı reddediyorsunuz…” “Benim için dünyada François’dan başka hiç kimse yoktur!” “Ya, öyle mi? O halde size açıkça şunu söyleyeyim ki, kendinizi koruyunuz. İşte o kadar!..” “Merhamet!..” “Merhamet filan bilmem. Size şimdi veda ediyorum; hoşça kalın demiyorum, yine görüşürüz diyorum…” Henri, genç kızı korkunç bakışlarla süzdü. Sonra kati kararını vermiş bir halde arkasını dönerek sık ormanın içinde kayboldu. Zavallı genç kız, o zaman kendini daha fazla tutamayarak hıçkırıklarla ağlamaya başladı: “Ah, ona bir şey yapmasın; Tanrım, bu işte benim suçum ne? Sadece seviyorum. François için derhal ölmeye hazırım. Sonra, artık dünyada yalnız da değilim. Çünkü vücudumda onun çocuğu, çocuğumuz da var…”
Michel Zevaco – Pardayanlar
PDF Kitap İndir |