Necip Fazıl Kısakürek – Sultan Vahidüddin

Bu eser, 6-7 yıl önce bir gazetede tefrika edildi, peşinden kitap halinde çıktı; ve ne gazetede, ne de kitap olarak yayınlanmasından herhangi bir takibe uğradı. Fakat bir müddet sonra nereden ve nasıl geldiği belirsiz bir tepki neticesi, Vahidüddin’i temize çıkarmak Atatürk’e hakaret sayıldı, kitap toplatıldı ve mahkemeye iletildi. Mahkeme, müellifinin kendisini savunmaya bile lüzum görmediği, bu bakımdan hâkim huzurunda boy göstermeye ihtiyaç hissetmediği, dünya görüşümüze aykırı “bilirkişi”lerin de bir ağızdan suçsuz bulduğu bu eser hakkında bedahet üslûbiyle beraet kararı verdi. Fakat hüküm Temyizce bozuldu ve tam da mahkûmiyetin eşiğine sürüldüğümüz bir anda, Af Kanunu işi kurtardı. Şimdi eseri tekrar neşrederken şu üç ölçüye dayanıyoruz: 1 – Bir şeyi övmek, onun zıddını yermek değildir. Gündüzü medhetmekle geceyi zemmetmiş olmak manası alınamaz. En iptidaî ve sadece hissiyle hareket eden bir toplulukta bile, hukuk anlayışı olarak böyle bir abese yer bulunamaz. 2 – Eğer gündüzü medhedenin ruhunda geceye karşı ayrıca ve gizli bir nefret varsa, bu nefret açığa vurulmadıkça ve dışından bir İşarete kavuşmadıkça sadece kimsenin el uzatamayacağı bir vicdan meselesi olarak kalır ve hiçbir türlü suçlandırılamaz. 3 – Kaldı ki, eserde bu nokta da ele alınmış ve Vahidüddin ile Atatürk arasında bir muhasebe yapılmaya kadar gidilmiş ve herhangi bir vehim tefsirine de imkân kalmaması için, hüküm, 226 nci sahîfede, yeni bir ilâve olarak verilmiştir. Bu bakımlardan eserimizi, hem belirttiği tarihî dâvaya dayanak olmak, hem de memleketimizde kanuna riayet diye bir şey bulunup bulunmadığını göstermek gibi iki başlı hizmet gayesiyle ve rahat gönülle neşrediyor ve her şeyi Hakka ve hak duygusuna ısmarlıyoruz. N.F.K. Yirmi yaşlarında var, yoktum. Birkaç yıldır Beylerbeyinde oturuyorduk.


Beylerbeyi ile Çengelköyü arasındaki iki yanı çınarlı Yalılar Boyu Caddesine bakınırdım. O zamanlar toprak, şimdi asfalt bu yolun üstünde, akşamları, Havuzbaşına kadar yürümek, oradan Çengelköyü istikametine sarkmak, iskeleyi geçip Kuleli’ye doğru uzanmak en büyük zevkimdi. Çengelköyü iskelesinden hafif bir yokuşla sahil yoluna çıkınca, sağda, dik bir geçidin ulaştırdığı sed üzerinde sık bir ağaçlık ve ortasına düşen, saray ufağı, yayvan, beyaz, ahşap bir köşk. Vahidüddin Efendi köşkü… Pancurları kapalı bu köşkde hiçbir hayat eseri yok… Şehzadeliğinde sahibi, son Osmanlı Padişahı Altıncı Mehmed Vahidüddin birkaç yıl evvel bir İngiliz harp gemisine atlayarak, Boğazın ve Marmaranın sulariyle beraber vatanını bırakıp gitmiştir. Artık o herkesin gözünde bir vatan haini… Vatan haini sanılan bu, 36 ncı ve sonuncu Osmanlı İmparatorunun şehzadelik köşküne her nazar atışımda, içime, akşamın alacalığiyle beraber ayrı bir loşluk çökerdi. O tarihten 30 küsur yıl sonra yazacağım “Canım İstanbul” şiirinden içime yerleşmeye başlayan ilk gölgeler: Tarihin gözleri var, surlarda delik delik; Servi, endamlı servi, ahirete perdelik… Bulutta şaha kalkmış Fatih’ten kalma kır at; Pırlantadan kubbeler, belld bir milyar kırat… Şahadet parmağıdır göğe doğru minare; Her nakışta o mâna: öleceğiz, ne çare?… Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet; Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet. Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği; Çamlıca’da, yerdedir göklerin derinliği. Oynak sular yalının alt katına misafir; Yeni dünyadan mahzun resimde eski sefir-Ker akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar, Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar. Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi? Cumbalı odalarda inletir “Kâtibim”!… Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler… Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu. Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından; Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayından. Birkaç parçasını aldığımız bu şiir, olanca kâşaneleri ve harabeleri, şenlikleri ve matemleri, saadetleri ve belâlariyle, İstanbul’un, son Padişah Vahidüddin zamanında bağladığı son mânalardan örülüdür. Akşam üstü, Çengelköyü sırtlarından hayal meyal görünen Topkapı Sarayına uzanınız! Kulak kesilecek olursanız, Sarayın dar ve karanlık koridorlarında koşan ve rastgele kapıları yumruklayan Deli Mustafa’nın çığlıklarını duyarsınız: – Osman gel, Osman gel, beni bu saltanat yükünden kurtar! Hacı Bektaş-ı Velî’nin sırtını sıvazlayıp: – İsmin Yeniçeri olsun! Devlete mübarek ol! Dediği büyük idealin askeri döne dolaşa, Türklerin Padişahı ve müslümanların Halifesi Genç Osman’ı, uyuz bir at sırtında, hamam oğlanları gibi baldırlarını çimdikleye çimdikleye Yedikule surlarına götürecek, hayalarını sıkarak bayıltacak ve narin boynundan iple boğacak kadar alçalmıştır. Merzifonlu Kara Mustafa’nın Viyana önünde verdiği korkunç bozgun… istanbul’a doğru yol boyunca at Ölüleri, kavuklar, sorguçlar, çadır yıkıntıları, top arabaları ve sancaklar… Kâinatın Efendisine ait mukaddes liva, ancak ve güç-belâ kurtarılabilmiştir. O gün bugün, sonsuz ve perişan müdafaa çığırı… Din Ölçülerindeki hikmetleri anlamayan ve kapkara nefsine uydurmaya bakan kapkara mizaç mânasına ham yobaz ve kaba softa elinde, eşya ve hâdiselere dikkat etmekten ve bu aziz şuuru dine bağlamaktan âciz bir cemiyet… Her ân istanbul’a doğru kırpıla kırpıla eritilen imparatorluk; ve nihayet, tek çare diye, anlamaksızın düşmanı taklit etmekten başka yol bulamamış politikacılar… Topyekûn sahte kahramanlar ve sırmalı cüceler geçidi Tanzimat; ve Rus Çarının vasıflandırdığı Tanzimat tipi: “Hasta Adam!” Nihayetin nihayeti olarak da, bir devrin “ebed-müddet” sıfatlı devletini, tam paylaşılacağı anda 33 yıl ayakta tuttuktan sonra tahttan indirilişiyle beraber başlayan ve temelinden çöküşüne şahit olan büyük atabey, Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han… Peşinden, devlet yıkıcı ve millet uçurucu büyük kasırgayı kendi zamanında görmeye memur, ezelî tevekkül ve ebedi teslimiyet örneği ikinci ağabey, Sultan Reşad… Onun da peşinden… Ah, bu köşkün düşündürdükleri! Beylerbeyi ile Kuleli arasındaki yol, yaprak hışırtılariyle karışık inilti sesleri veren bütün bir tarih berzahı… Beylerbeyi ile Havuzbaşı arasındaki Yalılar Boyu Caddesi, gözümde, eski İstanbul aristokrasisinin son renk ve çizgilerinden bir takım seyrek hayaletlerin görünüp siliniverdiği esrarlı bir dehlizdi. Hâlâ, dik ve kolalı yakası ve kırmızı kravatından vaz geçmemiş, fakat fes yerine başına gülünç bir kasket oturtmuş eski haremağasi; hızlı yürüyecek olsa mafsal yerlerinden kırılıp dökülecekmiş gibi ağır ağır sürüklenen, sapı fildişi bastonlu ve fantezi yeleği altın köstekli, ihtiyar meşrutiyet emeklisi; ecinnilere karıktığına hükmettirici, vakur olduğu kadar ürkek bir edaya bürülü, başında siyah türban, sırtında siyah manto ve ayaklarında siyah bebe iskarpin, geçmiş zaman hanımefendisi… Yalılar Boyu Caddesinde, işte her biri, Öbürü kaybolduktan sonra uzun arayla beliren seyrek hayaletler… Bugün üzerinde, işporta malı kübik çatıların (ye -ye) sesleriyle hırıldadığı, mini etekli kızlar ve favorili delikanlıların sel gibi şırıldadığı ve arsız otobüsler ve dolmuşların zırıldadığı bu yollarda, 40 yıl önce, artık batmakta olan mazi güneşinin son akisleri… İşte, Beylerbeyi camiine bitişik İsmail Paşa yalısı, plânı Londra Güzel Sanatlar Akademisinde gösterilen meşhur Hasip Paşa yalısı, Mısırlıların köşkü, eski muharrirlerden Şeyh Muhsin-i Fâni’nin yalısı, filân, falan… Ve nihayet Çengelköyü iskelesinin ilerisindeki setde Vahidüddin Efendi köşkü… Bir zamanlar Vahidüddin Efendi köşkünün kısım kısım kiraya verileceğini haber almış ve köşkü gezmeye gitmiştim: Nasılsa kaldırılamamış, kaçırılamamış birkaç billur avize.

Güneşi, tâ Abdülmecid devrine kadar maziyi kurcalayıcı bir menşurdan geçiren renkli camlar… Tavanlarda rutubetten küherçele pamuklarının peçelediği nakışlar… Yaldız çitah, ipekten kâğıtları kabaran duvarlar… Ve birdenbire, uzaklardan Abdülmecid devrinde, Kırım Harbi zamanında, Sardunyalı, Fransız ve İngiliz üç süvari zabitinin cins atları üzerinde, cicili bicili elbiseleriyle yanyana, Selimiye kışlasına doğru yürüyüşünü hayal ettiren bir nağme ; görünmez bir noktadaki şarkılı duvar saatinden bir marş…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir