Necip Mahfuz – Midak Sokağı

Pek çok şey, Midak Sokağının eskiden parlak günler yaşamış ve Kahire’nin tarihinde bir zamanlar parlamış bir yıldız olduğunu göstermekte birleşir. Hangi Kahire demek istiyorum acaba? Fatımilerinki mi, Memluklarınki mi, yoksa Sultanlarınki mi? Bu soruların karşılığını bilse bilse arkeologlar bilir, ama ne olursa olsun, sokağın tarihsel bir anı olduğu ve değerliliği kesindir. Yoksa başka türlü nasıl o taşlı sokak dosdoğru Sanadikiye Caddesine çıkardı? Şimdi de sıra « Kirşa’nın» dedikleri kahveye geldi. Kahvenin duvarları artık dökülmekte olan rengarenk arabesklerle süslenmiştir, bugün de yarın da kullanılacak eski zaman ilaçlarının güçlü kokuları yayılır bu duvarlardan … Her ne kadar Midak Sokağı çevresindeki hareketli caddelerden bütünüyle ayrıysa da, yine de onun kendine özgü bir cıvıltısı, kişisel yaşamı vardır. O hem, temelden hayata kök salmıştır, hem de şimdi es�imiş bir dünyanın gizemlerine sahiptir. Güneş batmaya başladı ve Midak Sokağı kahverengi ışınların oluşturduğu bir peçeye büründü. Karanlık birden bastırdı, çünkü sokak bir fare kapanı gibi üç duvarın arasına sıkışmıştı. Sanadikiye Caddesinden düzensiz bir biçimde ayrılmaktaydı. Sokağın bir yanında bir dükkan, bir kahve, bir de fırın vardı, öbür yanında da bir dükkan daha, bir de işyeri bulunuyordu. Sokak üçer katlı, 5 iki bitişik evle birden bitiveriyordu, tıpkı eski parlaklığı gibi… Artık günün gürültüleri yavaşlıyor ve akşamın sesleri duyulmaya başlıyordu, şurada burada fısıltılar: «İyi akşamlar hepinize.» «Kalk, Kamil Amca, dükkanını kapat!» «Kaptaki suyu değiştir Sanker! » «Ocağı söndür Cüda!» «Bu haşhaş benim göğsüme dokunuyor.» «Beş yıldır bu karartmaların ve hava akınlarının acısını yalnızca günahlarımızı ödemek için çektim!» Aslında bu iki dükkan, yani sokağın girişinde, sağda bulunan Kamil Amca’nın tatlıcı dükkanıyla, soldaki berb2r dükkanı güneş battıktan sonra da bir süre daha açık tutulurdu. Kamil Amca’mn dükkanının önüne bir sandalye atarak kucağında sineklikle kestirmesi, alışkanlık bir yana hakkı gibi bir şeydi. Kamil Amca müşteriler kendisini çağırana ya da berber Abbas uyandırana kadar orada öylece kalırdı. Çok iri yarı bir adamdı, kütük gibi bacakları vardı, kocaman, yusyuvarlak arka.


sı bir kubb.zyi andırır, sandalyeye oturunca etleri iki yana’ laşardı. Karnının bir fıçıdan hiç farkı yoktu, iri göğüsleri çıkıntılıydı ve boynunu görebilmek olanaksızdı. Omuzlarının arasındaki yuvarlak yüzü öyle şiş ve kanlıydı ki soluk aldığı zaman bütün çizgileri kayboluyordu. Ara sıra yüzünde bir çizgicik görüldüğü olurdu, ama ne burnu ne de gözleri vardı sanki. Bütün bunların üstündeki başı da küçük ve dazlak, derisiyse kırmızımtraktı. Bir yarıştan henüz çıkmış gibi hep soluk soluğaydı, uyumak isteğine kapılmadan bir tatlıyı hazırlayıp satabildiği görülmemişti. Herkes ona hep, yüreği yağ bağladığı için birden ölüvereceğini söylerdi. O da, doğrudur, derdi. Ama aslında hayatı uzun bir uykudan başka şey değilken ölüm ona nasıl bir zarar verebilirdi? Berber dükkanı küçüktü ama sokakta özel bir öneme sahipti. Onun da öteki berber dükkanları gibi bir koltuğu 6 ve aynası vardı. Berber orta boylu, silik, topluca bir adamdı. Esmer olmasına karşın saçları açık renkti, gözleri parlak sayılırdı. Takım elbise giyer ve önlüğünü hiç çıkarmazdı, belki de böylece birinci sınıf berberlere öykünürdü. Berberin bitişiğindeki şirket, kapılarını kapatır ve memurları evlerine giderlerken bu ikisi dükkanlarında kalırlardı.

Şirketten en son sahibi Selim Elvan çıkardı. Dalgalanan entarisi ve cübbesiyle sokağın girişindeki kendisini bekleyen arabasına yürürdü. Çevik bir hareketle arabaya atlar, biçimli gövdesiyle yerini doldururdu, uzun Çerkez bıyıkları biraz kalkıktı. Arabacı ayağıyla çana dokunur, ortalığı çan sesleri kaplardı. Tek atlı araba, Hilmiye yolundan Guriye’ye doğru yönelirdi. Sokağın sonundaki iki ev soğuğa karşı kepenklerini kapatırlardı, kepenklerin arasından yaktıkları lambanın ışığı sokağa süzülürdü. Artık Midak Sokağı bütünüyle sessizdir, ama Kirşa’nın kahvesi başka. Ampullerden yayılan ışık çevreyi aydınlatır, ampullerin kordonlarına da sinekler üşüşmüştür. Kahve müşterilerle dolmaya başlar. Burası dört köşe, bakımsız bir odadır. Bakımsız olmasına bakımsızdır, ama duvarları da arabesklerle kaplıdır. Görkemli bir geçmişi gösteren tek şey eskiliği, bir de oraya buraya serpilmiş sedirlerdir. Kahvenin girişinde bir işçi elden düşme bir radyoyu duvara yerleştirmektedir. Bir iki kişi de divanlara yaslanmış sigara ve çay içmektedirler. Girişe yakın bir divanda, elli yaşlarında, yenleri geniş bir cübbe giymiş bir adam oturuyor, genellikle Batılı giysilerini sevenlerin taktığı bir boyunbağı var.

Pahalı görünüşlü, altın çerçeveli gözlüğü burnuna düşmüş. Çıkardığı takunyaları ayaklarının dibinde duruyor. Bir anıt gibi dimdik oturuyor, bir ölü gibi de sessiz. Ne 7 sağına, ne soluna bakıyor, kendi dünyasında kaybolmuş gibi. Şimdi de bunamış, yaşlı bir adam kahveye yaklaşıyor. O kadar yaşlı ki geçen zaman artık onda ne ses ne . de soluk bırakmış. Bir çocuk sol elinden tutmuş yürümesini sağlıyor, adamın koltuğunun altında iki telli bir sazla bir kitap var. Yaşlı adam bütün oradakileri selamlıyor ve kahvenin ortasındaki sedire yöneliyor. Yanındaki çocuğun yardımıyla divana çıkıyor. Sazla kitabı çocukla kendisinin arasına koyuyor ve oraya gelişinin etkisini araştırmak istercesine herkesin yüzüne sert sert bakıyor. Bekleyiş ve kaygı dolu, hüzünlü, donuk gözleri kahvenin genç garsonu Sanker’e dikiliyor. Yaşlı adam bir süre sabırla bekledikten ve gencin kararlı aldırmazlığını gözledikten sonra kalın sesiyle sessizliği bozuyor : « Kahve getir Sanker!> Genç, yüzünü hafifçe ona çeviriyor ve kısa bir kararsızlıktan sonra tek söz etmeden arkasını dönüyor, isteği bütünüyle savsaklıyor. Yaşlı adam gencin kendisini duymazlıktan geleceğini fark ediyor, aslında bundan fazlasını da umuyor değil. Tam o sırada gökten inmiş gibi yardım geliyor : Yaşlı adamın bağırışını duyan ve gencin bilmezden gelişini gören biri içeri giriyor.

«Delikanlı, aşığın kahvesini getir!» Yaşlı aşık bir gönül borcu duygusuyla yeni gelene bakıyor ve üzüntüyle bir şeyler geveliyor ağzında : «Allah senden razı olsun Doktor Buşi.» ‘Doktor’ onu selamladı ve yanına oturdu. O da bol bir cübbe ve bere giymiş, ayağında takunyalar var, alaydan yetişme bir dişçi, öğrendiğini hayattan öğrenmiş, ne tıp fakültesine gitmiş ne de okul yüzü görmüş. Buşi meslek hayatına Cemaliye bölgesinde bir dişçinin kalfası olarak atılmıştır. Dişçiye baka baka hünerini kapmış, sonra da kendisi usta bir dişçi olmuştur. Her ne kadar reçete8 lerinin etkililiğiyle ün salmışsa da, aslında dişi çekip işi çözümlemeden yanadır! Ücretleri çok düşük olmasa bu diş çekme işi de dayanılır gibi değildir hani. Buşi’nin yoksullara göre . bir tarifesi, zenginlere göre de ayrı bk tarifesi vardır (zengin deyince Midak Sokağının zenginlerine göre demek tabii). Ciddi bir kanama olursa -ki bu da sık sık görülür- Buşi işi Allah’a havale eder. Yani artık akan kanın durmasını Allah’tan bekler! Dahası, kahve sahibi Kirşa’ya yalnızca iki gineye altın diş yapmıştır. Midak Sokağı ve çevresinde ona ‘doktor’ derler. O belki de bu unvanı hastalarından alan ilk doktordur. Sanker, doktorun isteği üzerine aşığa kahve getirdi.· Yaşlı adam fincanı ağzına götürdü, soğutmak için biraz üfledi. Sonra yudumladı ve kahve bitene kadar bu işi sürdürdü.

Ardından fincanı bir kenara bıraktı ve ancak o zaman garsonun kendisine takındığı kötü tavrı anımsadı. Gence gözlerini dikerek açık bir hoşnutsuzlukla söylenmeye başladı : «Terbiyesiz herif … > Aşık, Sanker’in kızgın bakışlarından kaçınarak sazını aldı ve tellerini tıngırdatmaya başladı. Kahvedekilerin yirmi yıldır her akşam dinledikleri bir iki giriş yaptı. Zayıf bedeni de müziğe uyarak sallanmaktaydı. Sonra boğazını temizledi, tükürdü ve konuştu : «Allah adıyla başlarım.:. Çatal çatal sesiyle bağırarak konuşmasını sürdürdü : «Bugün Peygamber’e bir dua ederek başlayacağız. Adnan’ın halkının sevgili oğlu olan bir Arap Peygamberi, Ebu Sadi der ki . > O anda içeri giren ve kaba bir tavırla konuşan biri tarafından aşığın sözü kesildi : «Kapa çeneni! Tek söz etme artık!> Yaşlı adam sazına eğdiği gözlerini kaldırdı ve Kirşa’nın şiş, uykulu gözlerini gördü, uzun boylu, zayıf, kara suratlı kahveci kendisine bakıyordu. Aşık onu boş göz- ‘ lerle süzdü ve kulaklarına inanamıyormuş gibi bir an durakladı. Kirşa’nm istemezliğini bilmezden gelme:-ye çalışarak yine söylemeye başladı: «Ebu Sadi der ki. »

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir