Abdülbaki Gölpınarlı – Nasreddin Hoca

683 te vefât eden Hoca’nın kızının, 727 de ölmesi gaayet tabiîdir. İsmail Hâmi Danişmend’e göre Hoca, Çobanoğullarından Husâmeddin Çoban oğlu Alp-Yürük’ün torunu Muzaffereddin Yavlak-Arslan’ın oğlu Nâsıfeddin Mahmûd’dur. Babası, İ291 de ölmüş, Hâce Nâsıreddin Mahmûd, Kastamonu’da beylik etmiş, sonra Selçuklularm hizmetine girmiş, 1283-1291 de Konya’da bulunmuş, bir aı-alîk saltanat nâipligi de yapmıştır. Hoca’nuı, en eski fıkrası, Ebül-Hayr-ı Rûmî’nin, Cem Sultan adına yazdığı «Saltuk-Nâme» sindedir. Bu fıkraya göre Hoca, Akşehir’de yatan Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî’nin dervişidir. Pirdaşı Sarı Saltuk, pirini ziyaret için Akşehir’e gelmiş ve Hoca’ya konuk olmuştur. Hoca, San Saltuk’a altın ve. gümüş sahanlarla yemek çıkarmış ve bizzat kendisi hizmet etmiştir. Sari Saltuk, bir aralık, acaba bunlar, Hoca’ya babadan mı kalma, yoksa kendi mi çalışıp kazandı da aldı ‘diye düşünürken Hoca, onun gönlünden geçeni anlamış, hepsi de demiş, babadan kalma. Benim, ancak üç malım var, onlarla geldim bu dünyaya, onlarla giderim. Sarı Saltuk, nedif onlar diye sorunca bir y…., iki t…. demiş. Sarı Saltuk, böyle olgun bir adam abes söz söylemez. Bu söz, şüphesiz ki bir remiz, amma neyi kasdötti acaba diye düşünürken Hoca, düşünme, düşünme demiş, bu üç şeyle inancı, ameli ve ihlâsı kasdettim.


Bu fıkraya göre Hoca, altın ve gümüş kap-kacak sahibidir ve zengin bir adamdır. Aynı zamanda 1263-1264, te, on-on iki bin göçer-evli Türkmen’le ■ Rumeli’ye geçen Sarı Saltuk’la pirdaştır. Zâten «Sâltuk-Nâme», Sarı Saltuk’u, Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî’nin dervişi sayar, îbn-i Batûta’nın kaydına ve ap-açık Bâtınî inançlara sahib olan Barak Baba’nın şeyhi olmasına nazaran Sarı Saltuk Baha’nın, 1240-1241 de ceşhur’Babâî İsyanını hazırlıyan ve idam edilen Baba İshak’ın ve 6nun şeyhi Baba İlyas’m kanâati arını benimsemiş bir adam olduğunda şüphe edilemez (2). Esasen Bektaşî Vilâyet-Nâmesi-(Hacı Bektaş Manâkıbı), onu, “Hacı Bektaş halîfesi gösterir. Hoca’hın, yazılı olarak bulduğumuz bu en eski fıkrasından sonra 1531- 32de ölen Lâmiî’nin «Lâtâif»inde de iki fıkrâst var. Bu’fıkraların birinde Xni.-XIV. yüzyıllarda Anadolu’da yaşayan Şeyyad Hamza’nm adı geç- (2) Barak Baba’nın,, küçücük bir risâlesi yardır. Bu risaleyi, önce Hilmi Ziya, Mihrap dergisinde yayınladı (Anadolu Tarilıincle Dinî Ruhiyat Müşahedeleri, İstanbul, 1340, sayı: 13-14). Sonra biz, 1939 da, İstanbul, İkbal Kitabevi yayınlarından olan «Yunus Emre – Hayatı» adlı eserimizde bu risalenin metnini ve şerhini neşrettik. Neşrettiğimiz şerhin Kutb-al-Alevî’nin farsça şerhinin türkçeye tercemesi olduğunu sonradan anladık. Yakında Yunus’a ait neşredeceğimiz bir monografide bu farsça şerhle tercemesini bir kere daha gözden geçireceğiz, 11 mektedir. Fakat zenginliğine, yoksıüluguna âit bir ip-ucu vermemektedir. Bu, XV. ve XVI.

yüzyıla aid iki eserde kayıtlı üç fıkra, gerçekten de yoksul, yahut zengin, halktan, yahut yüksek zümreden olan Hoca’ya ait midir? Kim iddia edebilir böyle bir şeyi? En eski yazılı fıkraların bile ona aid oluşu, şüpheliyken artık öbür fıkraların Hoca’ya aidiyetini söylemek imkânı kalır mı? Zâten bu fıkraların bir kısmı, Bektaşî’ye bir kısmı, herfıangi bir dîvâneye, bir kısmı da, muayyen ve tarihî bir şahsiyete atfedilmede. XIII. yüzyılda yaşayan Hoca’nın, Temür’le buluşup konuşmasına imkân yok. Meselâ, bir gün hamamda, kul olsam da satılsam kaç para ederim diyen Temür’e, Hoca’nın şu kadar akçe demesi, Temür’ün, yalnız futam o kadar eder sözünü, zâten ben de ona değer biçmiştim sözüyle karşılaması, eski kaynaklarda, Temür’ün çağdaşı ve «tskender-Nâme» sahibi, şâir Ahmedî’ye (ölm. 1412) atfedilmiştir. Hoca’nın bâzı fıkralariyse Arapların meşhur ahmak, fakat sâf ve gülünç tipleri Cuha’ya, Delkak’a, Ebenneka’ya da izâfe ediliyor. Bâzı fıkralarsa o kadar mânâsız ve o kadar aptalca ki bunların, artık lâf olsun diye sersem zekâlardan doğduğu meydanda. Görülüyor ki işin içinden çıkmanın imkânı yok, çünkü dış yok ki içinden çıkılsın. Belki iddia edenlerin iddiası doğrudur da Hoca, bir Hâcedir, vezir oğlu vezirdir ve bu zat, espritüeldir, hazır-cevaptır, zekîdir, sırasında kendini sâf göstermeyi bilir. Fakat halk, ondan daha zekîdir, daha espritüeldir, daha hazır-cevaptır, onun şöhretini kullanmış, ondan bam-başka bir tip, bir halk tipi yaratmış, onu kendisine mal etmiş, ona sözler söyletmiştir. Belki de Hoca, bir köy imamının oğludur, köy imamıdır, halktandır ve halk, onu o kadar bağrına taşmıştır ki zaman-zaman durmamış, boyuna onun dilinden olaylar icad etmiştir, sözler söylemiştir, içini dökmüştür, derdini boğmuştur. Her ne olursa olsun, Hoca, perdecileri olan, harem ağalarımn dolaştığı haremlerde, beyaz topuklu, yalın yüzlü hizmetçilerin, nâz ile hırâmân olduğu saraylarda yaşamış bir tip değildir. Hoca, dert çeken, acıkan, ağlayan, bezen, uman, istiyen; inanan ve sırasında inanciyle alay eden, efkârlanan ve sırasında efkârını bir nüktede boğan halktır, hem de tarih boyunca halk. Halk, Hoca’dır. Buna örnek mi istiyorsunuz? işte bir fıkrası.

Ter ü tâze, burcu-burcu kokmada: 12 Hoca’nm bir boğası vanni|, yedi köyün ineğine yetermiş. Hiikûmet, bir nüm-ane çiftliği yapmış, bu boğayı satın almış. Gözleri sürmeli, gerdanı katmerli, tüyleri pınl-pınl bir inek arz etmişler boğaya, başmı çevirmiş. Ondan güzelini bulmuşlar, koklamış, beğenmemiş. Günler günü bu, böyle gitmiş. Hoca’ya baş-vurmuşlar, ne oldu bu boğaya demişler, yedi köye yeterdi, bir döl alamadık-gitti. Gülmüş Hoca, elbette demiş, öyle olacak; hükümet memuru oldaa, bugün git, yanm :gel diyor. Bu fıkranın, XIIÎ. yüzyılda yaşayan müreffeh bir bey, yahut bir köy imamı Hoca’ya aîd olmasma imîkân mı var? Demek ki halk, yüzyıllar boyunca Hoca’yla sarmaş-dolaş yaşıyor. O, halkın muhayyilesinde; halk, icab edince öz nefsine bile onun nüktesiyle çatıyor, onun diliyle sözler ediyor. Bedri Rahmi Eyübpglu’nun dediği gibi yakın zamanda bir gün Boca, otobüse, âolmuşa da binecek, taksiye de binmek istiyecek mutlaka. Bu son-uca vannca artık Temür meselesini de çözdük demektir. Temür, hüyük Mt komutandır, hattâ bilgi erbâbmı da korur. Onun, İslâm dînini yenileyen bir adam d^dugunu söyliyen müdâheneci bilginler bile vacdır. Fakat gerçek şu; Anadolu, çok çekmiştir Temür’den.

Bu sâhib-kıraiU’föan halk, gene Hoca’yîa Emiştir öcünü. Bilginin resmî cübbesini giyenler, istedikleri kadar Kejgatu, Temür olmuştur desinler; iş, bundan îb-âî^ttir bizce. Bsnrada söz®, Edmond Saussey’e veriyoruz: «Şehirlerde gelişen, köylü hikâyelerinden daha silik ve göçebe destanlarmdan daha .az dokunaklı oIm şehir hikâyelerinin en güzelleri, realist ve güldürücü fıkralardır. Bunların en meşhurlan, şöhreti, Türkiyenin hudutlarını aşan bir şahsiyetim ‘etrafında toplanmıştır. Bu insan, üzeTİnde, karşısmdaMni çileden çıkaracak bir hile ile safdilliği birleştiren, Türk halk adamının güler-yüzlü mümessili, meşhur Nasreddin Hoca’dır. NasreddİH Hoca’nm mezarı Akşehir’dedir. Bir rivayet de Akşehirt, Hoca’nm vatanı olarak göstermektedir. Cumhuriyet, türbe kültünü kal-, dırana kadar Hoca, Akşehir’lilerden, bir evliya muamelesi görmekteydi. Meşhur Nasreâdin Hoca’nm yaşamasından şüphe etmemiz için hiçbir sebep yoktur. Haldsında, şüpheli bir tarihten başka bir şey bilmediğimiz tarihî Nasreddin Hoca’nın, ibizim için hiçbir önemi yoktur. Onun diye anlatılan fıkralarda .^slında aeeJe bir tetkik bile bunların hemen hepsini beynelmilel temlere götürmeye yetecektir- aranacak hiçbir hakikat esası 13 yok. O halde şu kadarını aklımızda tutalım ki efsanevî Nasreddm Hoca, XV. asrm başlarında, Osmanlı İmparatorluğu, tarihinin en müthiş buhranlarından birini geçirdiği sırada yaşamıştır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir