Abdülhak Şinasi Hisar – Boğaziçi Yalıları

Bütün eski Boğaziçi yalılarının nice hususiyetleriyle henüz ayakta oldukları zamanlarda Boğaziçi de bu yalıların en tabii bir muhitini teşkil ederdi. Bütün Boğaziçi, kendi içine kapalı bir âlem, kendine has, tamamıyla milli ve mahalli bir medeniyetin ifadesiydi. Boğaziçi’nde hayat o kadar milli ve hususi bir nizamdı ki, bu milli medeniyet içinde yaşayanlar, milliyetçiliğin ne olduğunu ve esbabı mucibesinin neler bulunduğunu bilmezler de, bütün bu nizamları ve ananeleri, yüzlerce seneden beri, Boğaziçi’nin taşıdığı sular gibi, Boğaziçi’ndeki mutlu günler ve gecelerin tabii nimetleri telakki ederlerdi. Bu son derece müşfik, tatlı ve deryadil cemiyet içindeki son sohbetleri biz de -belki biraz duymaz ve nankör bir ruhla- birer şnr gibi dinlemiştik. Boğaziçi sanki bir göl ve burada her yalı bir diğerine, bu sularm içinden geçen bir manevi rabıtayla, büyük ve gizli bir tenasütle bağlı ve birleşik gibiydi. Herkes birbirine hayırhah görünür, hatta yan gözle de birbirinin ahlakına nezaret ederdi. Bütün Boğaziçi mahalleleri, ihtiyar heyetleri, bekçi baba himmetleriyle, biraz okuyup yazan cami kayyumlarıyla, muvakkithane memurlarıyla bir ahlak safveti ve bir din selametiyle asırlarca o kadar hadisesiz, yani nizasız, tecavüzsüz, cinayetsiz, kasti yangınsız, hırsızlıksız öyle zamanlar geçirmişti ki, bugün istense bile bir daha tanzim edilemeyecek olan bu medeniyeti mucizeli bulmaya meylimiz var. Her sene inas ve sıbyan mektepleri çocukları derslere başlarken ilahilerle gezdirilir ve bu masum çocukların melekâne 7 seslerini duyanlardan bazılarının gözleri yaşarırdı. İhtiyar heyetleri mahalledeki fakir genç kızların, evlenme yaşma giren mahalle delikanlılarıyla evlenmelerini temin ederdi. Devlet vükelasından Boğaziçi mahallelerinde oturanların yalıları birer küçük saraya benzerdi. Ananeler o kadar kuvvetliydi ki, bayramlar gibi resmi günlerde, o mahalle içinde bir mevkii bulunanlar, yalı sahiplerini ziyarete gelmeyi lüzumlu telakki ederler, o da bunların hepsini kabul etmeyi bir borç bilirdi. Mahalle sakinleri, uzaktan olsun tanıdıkları yalı sahiplerine, her ramazanda bir kere, davet olunmadan iftara gelirler ve bunların ağırlanması için ikinci bir sofra tertip edilirdi. Mahalle çocukları da bayram günleri, mahallelerin yalılarına gelmeyi tabii bulurlar ve bu çocukların memnun olmaları için, kendilerine şeker veya şeker parası verilirdi. Bütün yalı halkının bayramlıkları ve köyün mektep hocaları, Şirket-i Hayriye müstahdemleri, tulumbacılar, su yolcuları, postacılar, nezafet ameleleri, mahalle fakirleri için de bayram bahşişleri verilir, hepsinin memnun kalmalarına itina edilirdi. Bunlar, bir şey istemek adiliğine düşürülmez; bunlara, bir şey vermek adiliği duyurulmaz, zira, bu hemen hemen gizli alışverişi tabiileştiren bir anne terbiyesi vardı.


Yalılara komşu, dost, ahbap ve Boğaziçi’nin uzak mahallelerinde yaşayan akrabalar arasından bazıları yazın birkaç gün için davet edilir; bazı düğünler, ziyafetler, sazlar olur, hele bu mevsimler, birkaç mehtap gecesi, mutlaka kayıklarla gezintiler yapılırdı. Boğaziçi, çoktandır ki, haftada tek tatil günü ile iktifa etmez olmuş, asıl eski Müslüman cumalarının yanında bir de Hıristiyanların alafranga pazarları da tatil ve seyran günü kabul olunmuştu. Aristokrat Boğaziçi’nde herkes kendi eviyle, ahbaplarıyla, dostlarıyla adeta şahsen bir para sarfı ihtiyacını duymazdı. Rumeli kıyısındaki, o da yalnız Bebek bahçesiyle Kalender ve daha öteleri müstesna olmak şartıyla, bütün Boğaziçi mahallelerinde bir tek otel, lokanta, pastahane bilinmez, buralarda ancak küçük köy kahvehanelerine rastlanabilirdi. Her iki sahilde, bazen deniz kenarında değil de, yalıların arka taraflarından geçen son derece eski bir yol üzerinde, hiç 8 bozulmadan, yapıldıkları gibi kalmış, sadece fikirle, ruhla değil, adeta elle tutulacak kadar bu eski zamana ait öyle evler, köşkler, mescitler, tekkeler ve mezarlıklar vardı ki, bunlar hep beraber göründükleri zaman en kıymetli bir manzara, hüviyet, ruh, tarih teşkil ederlerdi. Bunlar, insanın, vitrinler altında saklamak istediği müzelik eşyalar gibi, bir daha bulunmaz birer bediaydı. Ne yazık ki, bir “muhafaza-i âsâr-ı atîka” müessesesinin yokluğu ve Belediye’nin kıymet bilmezliği, hissizliği yüzünden, bu geçmiş zaman yollarının büyük bir kısmı, bir parçası olsun muhafaza edilmeden tahrip edildi. Bir tarih hâzinesi kayboldu. Bu nazik Boğaziçi ikliminde din, mütecaviz bir taassup olmaktan çıkar, teselli, ümit ve hayal veren şiir cephesinden duyulurdu. Her mahallenin camiinden günde beş defa ezan sesleriyle merhamet, rahmet, şefkat ve şefaat hisleri dağılırdı. Bu camiler bir medeniyet dağıtan müesseselerdi. Mezarlıklarda dindar ve ulvi serviler vardı. Bunlar, sanki hiçbir adiliği görmemek için, hep göğe ve yüksekliklere bakar gibiydiler. Bazen de güya bir manevi teessürle başlarını bir tarafa eğerlerdi. Mezarların ayakuçlarmdaki taşlarda da bu hisli servilerin başlarının yine aynı teessürle bir tarafa eğilmiş olduklarını görürdük.

Eski Boğaziçi mezarlıklarında daha çok servi vardı. Bu servilerin bir kısmını insanlar kesince bunlar kendiliklerinden dağılmışlar, ölmüş gitmişler gibi, mezarlıkların da uhreviyetleri azaldı. Mesela, Rumelihisarı’nda, Anadolu sahilinde birçok yerlerde, Göksu deresinde, Kanlıca yolunda öyle eski mezarlıklar vardı ki, bunların ruhları daha hâlâ canlı gibi, geceleri hâlâ sönmemiş mumları kendi kendilerine yanmış gibi görünürdü. Ve ben bu mezarlıkların önlerinden geçerken, Abdülhak Hâmid’in ölümüne ve mezara dair ezbere bildiğim şiirlerini sanki onlar bana söylüyorlarmış gibi duyardım. Fani olduklarını bildikleri için hasta ve yaralı olan ve en büyük tesellilerinden mahrum kalan ruhlarımız, sevdiklerine en acı acı bu mezarlıklarda ağlarlar. Vücut ve ruh bütün hülya ve rüyalarıyla, bütün aşkları ve hatıralarıyla nihayet tamamıyla hiçe varacağını düşünür ve tesellisiz kalır. Ömrümüzün tantanalı saatlerine rağmen hayatın, esasında, bir facia olduğunu bi9 liriz. Ve mezarlıklar, biliriz ki, vazıh hiçbir teselli veremez. Boğaziçi’nin Müslüman mezarlıkları da bizi fikren tedavi edemez, ancak buralarda yatanların iyi ruhlu olduklarını bildiğimiz için bu ölüler, gönlümüzü sanki bir tevekkülle doldururlardı. Bu Müslüman mezarlıkları, bir nevi “sehl-i mümteni” gibi, mintarafillah, ölüm karşısında mutavaatla kendileri de toprağa inkılap eder gibiydiler ve böylelikle ancak fiilen bir teselli verebiliyorlardı. Ölüler, bu mezarlıkların topraklarına belki birtakım hülyaları, rüyaları ve muammalarıyla karışmışlar gibi, artık onlara bakmaya bile kıyamıyorduk. Biliyorduk ki, bu mezarların bütün bu kitabeleriyle birer fatiha istenilmektedir. Bu manevi diyar içinde, başkalarından kendi ruhumuz için de bir fatiha istenildiğini anlar gibi olurduk. Rumelihisarı’ndan ayrılıncaya kadar, bu mezarlıkta yatan bütün ölülere itikat ve itimat bakımından içimde tam bir emniyetin mevcudiyetini duyardım. Bütün medeniyetler de, mezarlardaki insanlar gibi fanidir.

Ve biz, ölmüşlerimizin olduğu kadar, devirlerini tamamlamış medeniyetlerin de geri dönmeyeceklerini biliriz. Boğaziçi’nde yaşanmış beş yüz sene içinde, mavi suların daima genç, dinç gözlerinin önünde geçen ömürler, mevsimler, yalılar, köşkler, korular, bahçeler, yollar ve mezarlıklarda yükselen, duyulan musikîler, şarkılar, ilahiler, dualar ve hatıralar kalpten kalbe, ruhtan ruha boşala boşala, hayat, manzara ve gönüller birer bütün olmuşlardı. Boğaziçi bunlarla, hususi bir terbiye, bir şive, bir terkip, bir üslup, bir kıvam, bir makam olmuştu. Bu eski güzel Boğaziçi’nin bu sihirli nizamları, mucizeli intizamları daha hüküm sürerken, yani eski yalılar yıkılmadan, büyük korular parçalanmadan, yalı bahçelerinin çiçekleri solmadan ve bahçeler bozulmadan, hanımlar kadife veya atlas feracelerini, beyaz yaşmaklarını çıkarmadan ve kayıklarının arka tarafından sulara sarkan birer tavuskuşu kuyruğu gibi rengârenk şallar kaybolmadan, hamlacılar küreklerini bırakmadan ve kayıklar sulardan silinmeden, Pazar kayıkları kablettarih mahluklar arasına karışmadan, mehtap gecelerinde aşkın destanlarını okuyan hanendelerle sazendeler susmadan ve birbirlerini gözleyen gözler kapanmadan, çeşmelerin akar suları kesilmeden ve yaldızlı kitabeleri okun10 maz hale gelmeden, kız çocuklarının ilahilerini dinleyenlerin gözyaşları kurumadan, mezarlıkların uhrevi servileri devrilmeden, evliya mumları sönmeden, bütün rüyaları tabir olunmadan evvel Boğaziçi tam bir kıvam, bir güzel ve mükemmel âlem demekti. Fakat şimdi denilebilir ki, Boğaziçi hususiyetlerinin hepsi de birer birer, akraba ve sevgililerimiz gibi ölmüşler ve kendilerinden bize ancak aziz birer hatıra kalmıştır. Bunları ancak yâd edebiliriz.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir