Abdülhak Şinasi Hisar – Boğaziçi Mehtapları

Bu asrın ilk yıllarında Boğaziçi -en çok hatıra getirdiği eski Venedik gibi- sanki bir göl tarzında kendi üstüne kapanmış ve kendine mahsus adetleri ve zevkleri olan büsbü tün hususi bir fılemdi. Barındırdığı birtakım ananeler kendine has tabiatının hususiyetlerine ka tılarak ona, birçok kısımlarıyla eş bulunduğu İstanbul medeniyetinden bile ayrılan, hususi bir medeniyet kurmuş oluyordu. Her sene, zamanı gelince, İstanbul’un mahallelerinden Boğaz’ın köylerine göçler başlardı. Boğaziçi’nin kenarlarına yapılmış ve hala kısmen olsun eski erkan sedirleri, kerevetler üstünde şilteler ve halılar üstünde yer minderleri gibi eski eşyalarla döşenmiş geniş odalı, ferah gönüllü yalılara taşınırlardı. Boğaziçi’nde bilhassa sularla ışıkların oyunları esrarlı bir canlılıktadır. Yalıların Boğaz’ı seyretmeye ayrılmış ön odalarında sulara çarpan ışıkların içeriye sıçramış akisleriyle birdenbire oda d uvarının bir parçası bir vücudun derisi gibi ürpermeye ve başımızın üstünde, tavanın da bir parçası, bir nehrin altın sularıyla akmaya başlar. Karada temelleri üstünde sabit duran yalılar sularda, başları, aşağıda, temelleri havada, yüzmeye koyulurlar. Yosun kokulu kayıkhaneler, denizin mırıldanan sularını yalının, bir kısım zemin kat odalarının altlarına getirirler. Arada bir, küçük d algaların kah gülüştükleri, kah ağlaştıkları duyulur. Burada yalıların gezen birer parçası, birer yavrusu gibi olan kayıklar ve sandallar, gezintileri özler gibi bekleşirlerdi. 9 Böyle hususi kayıkları olmayanlar için de, iskele başlarında, Venedik’ te olduğu gibi, Boğaziçi’nde de, arabaların yerini tutan ve ikide birde öteye beriye gitmek için binilen kira sandal ve kayıkları bulunurdu. Birçok yerde deniz kenarında yalıların önlerinden geçen yollar ancak kendilerinin daracık ve hususi ahşap rıhtımlarıydı. Yalının kayıkhanesi önünden bitişik bir yalının rıhtımına altı desteklenmiş bir tahtanın teşkil ettiği küçücük köprüden geçilirdi. Bir sahil, karşıki sahile bir bahçe gibi görünürdü. Şirket vapurları, bir şarkının nakaratı gibi, ikide bir geçerlerdi.


İçlerinde oturanların konuşa konuşa bu sahilleri, bu suları seyrettikleri bu vapurlar İstanbul’a gidip gelirken, Boğaz’ın seyrine mahsus seyyar salonlara benzer, Boğaziçi köylerinde oturanların birbirleriyle buluşmaları için zikzak vapurlar işlerdi. Vapurlar Boğaz’ daki burunların önüne gelir gelmez bir işaretçi, boğa güreşlerinde olduğu gibi, fakat vapuru kızdırmak için değil, yolun açık olduğunu bildirmek için, kırmızı bir bayrak sallardı. Her gün İstanbul’a inip esnafın ve mahalle halkının şehirden toptan aldıklarını taşıyan ve kocaman küreklerinin her birini bir kayıkçının iki eliyle tuttuğu ve ayağa kalkıp yavaş yavaş oturarak çektiği beş altı çifte gedikli Pazar kayıkları gider gelirlerdi. Süslü, hususi birçok, bazen şişkin karnının iki tarafında faaliyet halinde birer su değirmeni taşır gibi bir yandan çarklı çatanalar geçer, bazen badi badi bir römorkör sıra sıra halatlarla arkasına taktığı inanılmayacak kadar kalabalık bir sürü halinde mavnaları, yelkenlileri, kayıkları, sandalları sürükleyerek çekerdi. Tarihten evvelki acayip şekilli mahluklara benzeyen bazı yelkenliler kahraman edalarıyla gelir, yalıların rıhtımlarına yanaşarak, sadece onlara mevsimlik meyvelerini, senelik soğanlarını, kışlık odunlarını ve kömürlerini getirirlerdi. Yalıların önlerinden daha nice satıcı kayıkları geçer ve içlerindekiler sa ttıklarını kendilerine mahsus şiveler ve seslerle haykırarak balıkçılar daha canlı balıklarını, mısır satanlar daha kazanda kaynayan mısırlarını ve dondurmacılar tenekelerinde donan dondurmalarını methederlerdi ve söyledikleri basit şeyleri duymakla aynı zamanda ırklarını, milliyetlerini, memleketlerini, yaşlarını, talihlerini ve sanki ahlaklarını da duyar, anlardınız. İkindi sularında hanımlar ve beyler için sandalla gezin10 mek adetti. Cuma ve pazarları Küçüksu, Göksu, Kalender, Çubuklu gibi incesaz yerlerine, mesirelere gidilirdi. Akıntı burunlarına gelindiği zaman böyle sandalların geçmesini bekleyen bir yedekçi karadan onlara bir ip a tar ve ucunu omuzuna alıp yürüyerek kayıkları çekerdi. Böylece Boğaziçi haya tında suların ve üstündeki nakil vasıtaları olan kayık, sandal, yelkenli ve vapurların büyük ehemmiyeti vardı. Karaya çıkıldığı zaman eski tarihimiz içinden gelen daracık, yamru yumru, lezzetli bir meyve gibi yavaş yavaş olgunlaşmış ve bazı yerleri belki çürümeye yüz tutmuş, o kadar yosunlanmış, tadı o kadar taşmış, uslanmış halli, yüksek duvarlı ve görünüşleri, yüzleri akrabalarımızın yüzleri, gözleri gibi muhabbetli manalar almış yollar, her geçen yolcuyu, Anadoluhisarı, Rumelihisarı gibi İstanbul’un fethinden eski bir mahalleden alır, onu yalnız Körfez ve Kanlıca gibi, Baltalimanı ve Emirgan gibi, diğer bir eski mahalleye değil, eski tarihimizin içine de götürmüş olurdu. Bu yolların şi i ri, gözle görülür bir hal almıştı. Geçen yelkenlilerin isterlerse hala tlarını takarak konaklayabilmeleri için iki sahil boyunca rıhtımın müsait olduğu noktalara hayra t olarak dikilmiş top ağzı şeklinde ince, uzun, yuvarlak taşlar vardı. Önlerinden geçilen mezarlıkların ayakta d uran bekçileri, kökleri ahrete varan hisli, içli, yüksek ve güzel serviler ikide bir başlarının titreyen uçlarıyla sanki boyun eğerek teessürlerini söylerdi. Sağa veya sola sapılınca korulardaki, kalbimizin bizi haya tla barıştıracak yollarını insanlardan iyi bilen ihtiyar ağaçlar kendilerine gelenlere kucak açar ve muhtaç oldukları teselliyi ve gönül raha tlığını gölge, koku ve sessizlik halinde bol bol sunarlardı.

Bu günler ve geceler içinde güzel sesli müezzinler gönüllere göklerin merhametini, rahmetini, şefka tini, şefaatini ve şiirini döker, ezan sesleri, beş kere, geniş ve açık ufukları ve ruhları doldururdu. Gece olunca fenerlerde Anadolu sahilinin kırmızı ve Rumeli sahilinin yeşil gözleri açılıp kapanmaya, parlayıp sönmeye başlardı. Geceleri gezerken bazen sular üstünde çalı çırpı yakarak suları tutuşturmakla meşgul sihirbazlara benzemiş, a teş balığı avlayan balıkçılara rast gelinirdi. Bazen gecelerin koynunda 11 menekşe rengini alan titrek sular üstüne garip bir füsunla dökülmüş ışıktan bir servinin serildiği ve güya teessüründen titreyerek parıldadığı görülürdü. O zamanlar Boğaziçi’nin, hat ta, kendine mahsus ıstılahları bile vardı. Mesela “mehtap” demek mehtaplı bir gecede Boğaziçi’nde dolaşan bir kayıkta bir saz takımı peşinden onu dinleyerek yapılan gezinti demekti. “Valde Paşa’nın mehtabı” demek bu saz alemini onun tertip ettiğini söylemekti. “Mehtapçılar” demek de bu gezintiye iştirak edenler demekti. “O 111alıilcr ki derya içredir, deryayı bilmezler!” Biz de bu yalı, kayık, Boğaziçi hayatını o kadar tabii bulurduk ki bunların hususiyetleriyle alakalanmak hatırımızdan geçmezdi. Fakat birkaç şehir genişliğindeki İstanbul’un başka semtlerinden bize misafir gelmiş akrabalarımız bizim mesela mehtapta denize çıkarak bir saz takımı arkasından dolaşmak gibi fıdetlerimizin birçoğunu esrarlı bulurlar ve kendileriyle beraber mehtaba çıktığımız geceler kayığın döşemelerini ısla tan rutubetten hastalanacaklarını sanırlar, incecik kayığın devrileceğinden korkarlar ve bu tılsımlı ışıklar içinde esrarlı bir haz ile mırıldanan suların üstünde bir nevi periler diyarına girmiş olduklarını sanırlar ve belki de bu güzelliğin kendilerini çarpacağından korkarlardı. O zamanlarda Boğaziçi’ndeki harem ve selamlık eski sarayların, eski büyük vükela yalılarının, eski büyük korularda gizlenen köşklerin, limonlukların, servilerin, kameriyelerin birçokları yıkılmış, yıkılmaya yüz tutmuş birçok büyük yalının da ancak harabeleri ve ha tıraları kalmış, yahut bu bile kalmamıştı. İçlerinde artık bir daha dönmeyecek geçmiş servet ve saadetlerin hatıraları tüten eski birçok yalı ve köşkse büyük hulya mahlukları ve sükCıt mabetleri gibi, şimdi sazları ve sözleri susmuş olmakla beraber, yine yerli yerindeydi. Gerçi çaresizliğin ve imkansızlığın doğurduğu bakımsızlık ve sefalet eski tabiatların ve adetlerin birer ifadesi olan yüksek ve kıskanç duvarları aşarak, bu duvarlarda zamanın eskitip aşındırdığı ve açılmasını güçleştirdiği ahşap ve harap kapılardan girerek, yabani otlar gibi, birçok koruyu, köşkü kucaklıyor, birçok yalıyı alt ka tlarından sarıyordu. Akrabalarımızla bunların içinde oturanları görmeye gittikçe çocukluğumuzun neşe12 siylL• içlerinde koşup oynadığımız bütün bu büyük yalıların alt ı._,ı tlarında taşlıkların ve sofaların hep böyle harap olmaya yüz tutmuş, mermer kurnalı çeşmelerin muslukları kırılmış, suları “-urumuş, eşyaları kaldırılmış, hasırları eskimiş, sofalarla odaları d aima birbirinden ayıran birer ikişer yayvan basamağın taht,ıl.

ırını çürümüş, maun, ceviz dolaplarında kuyruklu saatleri geçmiş bir zamanda durmuş, bütün bu alemi tozların bürümüş olduğunu görürdük. Artık tedavilerine imkan olmayan bu yalılar, ölüme razı olmayan bütün vücutlar gibi, bilinmez neyi, bilinmez şeyleri bekliyor gibiydiler. Bu eski yalıların birçoklarının görünüşlerinde, yüzlerinde artık ihtiyarların o için için durgun, dalgın, fersiz, lwp maziyi sayıklayan, geçmiş bir devirden arta kalmış, şikavctli, somurtkan ve ölgün yüzlerinde ve gözlerindeki manalar peyda olmuştu. Bunlar, belki, köklerinden başlayarak için için kurumaya yüz tutmuş o susuz kalmış, ihtiyarlamış, ömürlerini t.ımamlamış ağaçlar gibi ta temellerinden sızlayarak için için göçmeye koyulmuşlardı. Fakat biz onların, yorgun ve durgun bile olsa, düzgün ve IJL•ybetli hallerini görüyor ve şüphesiz ki artık içlerinden çürüd üklerini hissedemiyorduk. O zamanlar gözlere çarpan, bu gizli göçüş değildi. Bu yalıların daha birçokları harap olmamış, iinlerindeki rıhtımlar bozulmamış, bahçelerindeki süslü parınilklıklar kaldırılmamış, saksılar kırılmilmış, çiçekler solmamış, mezarlıklardaki serviler ve korulardaki ağaçlar kesilmemiş, gece, bazı açık mezarlıklarda, kımıldilmayan a teşböcekleri gibi, fenerleri içinde yanan mumlar sönmemiş, yüksek duvarların taşları dökülmemiş, bunların hepsi de daha ayakta, sıra sıra, v,rn yana, omuz omuza, yerli yerindeydi. Bahar gelip birçok ağaç yeşil, beyaz ve pembe renklere bürününce, erguvanlar kırmızı alevlerini tutuşturunca, Boğaz’ın 11.1zlı çiçekleri kokularını havaya katınca, hayat lezzeti mavimtırilk akşamların gözlerinden gönüllere süzülünce, bütün bu l·ennet d iyarı, bütün Boğaziçi Tophane’ den, Salıpazarı’ndan Rumelifeneri’ne ve Harem iskelesinden, Salacak’tan Anadolull·neri’ne kadar birçok yangın yeri ve harabe saklamakla beraber, yine, yalı, rıhtım, bahçe, çiçek, yol, ağaç, kayıkhane, kayık, duvar, parmaklık, iskele, merdiven, hulasa saatlerce süren bir mesafede hala bir büyük refah hissini veren, dünyanın belki en geniş olduğu gibi en güzel, demek emsalsiz bir caddesi sayılabilecek muntazam ve muhteşem bir haldeydi. Maliye Nezareti bu yalıların sahiplerine, sakinlerine aylık olarak dağıttığı para ile, deniz kıyısında uzayan bu büyük bahçeyi, buradaki yalıları ve içlerindeki hayatı her sene milyonlarca altınla sulamış oluyordu. Bu yalı sahiplerinin çoğu da aldıkları bu altınları hemen birer müvezzi gibi başka birçoklarına dağıtır ve sarf ederlerdi. O zamanki Boğaziçi’nin turizm idaresi yok, fakat turistleri çoktu. Türk olan Mısır Hıdivi’nin Mısırlılar ded iğimiz milyoner ailesinin bir hayli azası her yilzı geçirmek için mutlilka Boğaziçi’nin muhtelif milhilllek•rindeki yillılilrınil gelirlerdi. Avrupa müthiş rekabetiyle, İstilnbul ve Boğaziçi’ni bu Müslümilnların gözlerinden daha düşürememişti.

Boğaziçi ahalisinin Müslüman olmayan unsurları içinden o zaman bu haya tın ananelerine, zevklerine, hulasa medeniyetine iştirak edenler de çoktu. Boğaziçi köylerinin bir haylisinde büyük Ermeni ailelerinin tamamen alaturka yalıları bulunduğu gibi bu ailelerin en genç azaları da bu zevkteki hayata iştirak ediyorlardı. Saz alemleri bu Hıristiyan yalılarında da tertip olunurdu. Müslüman olmayanlar da o zaman milli kültürümüzün daha ziyade tesiri altındaydılar. Eski büyük yalılar Osmanlı İmparatorluğu’nun küçücük birer minya türü gibiydiler. Burada her türlü vazife gören adamlar yalının müşterek hayatından istifade ederlerdi. Dadı Çerkez, bacı Zenci, hizmetçi Rum, evlatlık Türk, sü tnine melez, kahya kadın Rumelili, ayvaz Ermeni, aşçı Bolulu, hamlacı Türk veya Rum, harem ağası Habeş, bahçıvan Arnavut olur; Müslüman, Hıristiyan bu unsurlar bu çatı altına toplanarak imparatorluk içindeki anlaşmayı ve anlaşmamızlığı, yaşayışı burada devam ettirirlerdi. Böyle büyük yalıların adeta anava tanın artık koruyamadığı, uzak ülkeleri, müstemlekeleri telakki edilebilecek bakımsız yerleri bulunurdu. Bazılarının selamlık dairelerinin dışında ayrı bir çatı altında belki bir tek odadan ibaret dinlenme köşkleri, 14 sık ağaçlar arasında, ayrı iklimler içinde gibi unutulmuş ve kendi hallerine bırakılmış serler, limonluklar, kameriyeler olurdu. Bunların kendilerine mahsus nebati hayatları yavaş yavaş sahipsiz kalmış bir hayvanın talihi kadar olsun dokunaklı görünürdü. Bu büyük yalıların kendi içlerinde bile artık daima boş kalan, hiç kullanılmayan yerleri, köşeleri, mesela alt ka tlarında selamlık ve harem taşlıkları, sofaları, lüzumsuz oldukları için kapıları bile açılmayan odaları, ihmalden ve bakımsızlıktan tozlu ve hatta belki viran yerleri de olurdu. Kayıkhanelerin sonlarına doğru denizin durmadan ıslatarak çamur haline getirdiği yosunlu topraklar yalının hasta bir yeri gibi kalırdı. Yalılarda, hatta sahiplerinin hiçbir gün bile girmemiş bulundukları nice yük odaları, oda gibi büyük kilerler, ayak yolları vardı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir