Cemil Kavukçu – Dört Duvar Beş Pencere

O çocuk saatlerce, hiç bıkmadan denize neden bakar? Açıkta demirlemiş gemilere mi, balıkçı teknelerine mi, denize düşecekmişçesine bir taş gibi inen, sonra suyun yüzeyini yalayıp yükselen bet sesli martılara mı, ayaklarının dibine kadar usulca sokulan, ardından da oyun oynamak istiyormuş gibi geri kaçan beyaz köpüklü sulara mı; yoksa rüyalarına mı, kimselere söylemediği hayallerine mi? Belki de o çocuk kendine bakar; çünkü her şey onu ona anlatır. * * * Bir kadın, deniz kenarında yalnız dolaşır. Saçları rüzgârda uçuşur. Arada, gözlerine inen saçlarını eliyle geriye atar ve yalnız dolaşır. Denize bakar. Bakarken gözlerini kısar, alnı kırışır. Denize bakar ve çekirdek yer. Bir banka oturur, bacak bacak üstüne atar. İnce bilekli, düzgün bacakları vardır ve farkında olmadan ayağını sallar. Geçmişi düşünür; akıp giden zamanı, bir bir sönen coşkularını. Yaşadıkları, başka bir kadının yaşamına aitmiş, bir gün kendi yaşamını yaşayacakmış gibi gelir. İyi ki deniz vardır, gemiler vardır, alıp başını gidemese de, alıp başını gitmeler vardır. Denizi olmayan bir kentte ne başka bir kadının ne de kendi yaşamını sürdüremeyeceğini düşünür. Biraz yorgundur, biraz da kırgın. Kuyruğu dimdik bir kedi, kendi mırıltılarını kendi duyarak bankın ayaklarına sürtünür.


Kadın ona seslensin ya da başını okşasın diye bekler. Ama kadın çekirdek yer ve denize bakar. Arada, gözlerine inen saçlarını eliyle geriye atar. * * * Bir gün bir şair ölüverir, şiirleri sabaha karşı pavyonlarda okunur. Adam aya bakar, korkar. Onca kalabalık, onca keşmekeşlik içinde kendini yalnız hisseder. Sevmediği bir işte çalışır. İş çıkışlarında birahaneye uğrar. İş çıkışlarında kendi gibi birahaneye uğramış olanlarla birlikte bira içer, çene çalar, kulaklarına yabancı gelen kahkahalar atar ve kendini daha da yalnız hisseder. Kaybolan kediler aya bakarak evlerini nasıl bulurlarsa, o da bira bardaklarına bakarak bulur korkularını. Birahanenin penceresinden denize bakar. Açıktaki gemilerin hiçbirinin onu beklemediğini bilir. Hiçbir gemi onu buradan alıp uzaklara götürmeyecektir. Oysa o hep gideceği günü düşlemiştir. Korkuları uyurken, usulca, bir hırsız gibi çıkacaktır evden.

Denizin sesini, büyülü çağrısını dinleyerek bilinmeyen, ama kendine ait olan bir yaşama doğru gidecektir. Denize o gözle bakar, gemilere o gözle. Bira içer ve bir bir unutur korkularını. * * * Kadın oturduğu banktan kalkar. Ellerini kabanının ceplerine sokup yürür. Saçları gözlerinin üstüne düşer. Adımlarını yavaşlatır, başını hafifçe yana döndürüp rüzgârın saçlarını geriye atmasını bekler. Rüzgâr saçlarını geriye atar. Gözlerini kısarak çocuğa bakar, denize bakar, martılara bakar. İçi bir tuhaf olur. O çocuk saatlerce, hiç bıkmadan denize neden bakar, diye düşünür. * * * Kedi arka ayaklarının üzerine oturmuş, çok ciddi, biraz da kırgın kadına bakar. Çocuk omzuna konan ele bakar, sonra dönüp kadına bakar ve gülümser. Kadın çocuğa bakar; o da gülümser. İkisi birden denize bakarlar.

Kedi onlara doğru yürür; çok ciddidir, biraz da kırgın. * * * Solgun yüzlü bir adam sigara içer. Bir korkusunu şöyle tanımlar: hoş bir korku; nemli ve küflü, ama yine de hoş. Birahaneden çıkar, deniz kenarına doğru yürür. Bitmek üzere olan sigarasıyla yeni bir sigara yakar. Durup çocuğa, kadına, denize ve kediye bakar. Yüzündeki çizgiler yumuşar, dudağına küçük bir kıvrım oturur. Açıktaki gemilerin hiçbirinin onu beklemediğini bilir. Hiçbir zaman, hiçbir yere gidemeyeceğini düşünür; bugüne kadar nasıl yaşamışsa, bundan sonra da öyle yaşayacaktır. Ya o çocuk, o ne olacaktır? Unuttuğu korkularını bir bir anımsar; ama en çok da nemli ve küflü olanını… Önce kedi görür adamı, sonra da çocuk. Kocaman bir gülümseme yayılır çocuğun yüzüne ve adama doğru koşar. Kadın başını ağır ağır çevirir, saçları gözlerinin üstüne düşer. * * * Önde çocuk, arkada kadınla adam, onların da arkasında kedi, bir sokağa girerler. Bir evin önünde dururlar. Adam cebinden anahtarını çıkarıp kapıyı açar.

Önce çocuk, sonra kadın, sonra adam eve girerler. Kedinin upuzun gölgesi sokakta kalır; çok ciddi, biraz da kırgın. AVLUDAKİ TREN Kardeşim anımsamıyor. O zamanlar çok küçüktü. Ama yine de, belleğinde küçük anı kırıntıları olmalı diye düşünüyorum. Gülüyor. Sonra da tren düdüğüne benzeyen bir ses çıkarıyor. “Böyle mi bağırıyordu?” diyor. Ürperiyorum. Kardeşim değil de, o bağırıyor sanki. “Evet,” diyorum, “aynı öyle bağırıyordu.” Omuzlarını silkip yeniden gülüyor. Onu hiç anımsamıyor, ne tuhaf. * * * Taş avludaydılar. Annem, kardeşim ve ben avluya açılan pencerenin tülü ardından bakıyorduk.

Duvarı delmiş gibi dışarı fırlayan soba borusundan savrularak uçuşuyordu dumanlar. Kardeşim daha iyi görebilmek için alnını cama dayamıştı. Ezik, dümdüzdü alnının o bölümü. Soluğundan cam buğulanmıştı. Kara ineği dışarı çıkarmaya uğraşan babamdan başka biri daha vardı avluda; meşin gocuklu, lastik çizmeli, pantolonu kan ve hayvan pisliği ile lekeli bir kasap! Yün, et ve gübre kokan bu adam kara ineğin ardına geçmiş, kuyruğunu bir sağa bir sola bükerek –yani canını yakarak– yürütmeye çalışıyordu. “Gel kızım, gel,” diyordu babam. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Kara inek, incecik başlayan, gitgide kalınlaşıp yine incelen acı bir sesle bağırıyordu. Gözleri kocamandı. Annemin kimi geceler yattığımız odada gördüğünü sandığı gibi. Kocaman. Lastik çizmeli adam, kuyruğunu bir sağa bir sola bükerken, babam da bütün gücüyle ipinden çekiyordu. Avluyu geçirip sokağa çıkardıklarında biz de minderden atlayıp sokağa bakan pencerenin başına koştuk. Babamın paltosunun eteklerini uçuran bir rüzgâr vardı. Soğuktu.

Kasap, bir sopa bulmuş, ayaklarına ayaklarına vuruyordu kara ineğin. Gözden yitene dek arkalarından baktık. Annem bir süre daha ayrılmadı pencerenin başından; bomboş sokağa, kaldırım taşlarındaki erimemiş karlara baktı. Sonra da parmak uçlarını ısırarak sessizce ağladı. * * * Annem ne zaman dikiş makinesinin başına geçse, biz de çevresinde oturur, onun baklava dilimi dikişleri olan kara pantuflalarıyla pedalı çevirişini izlerdik. Bu “S” derdim kardeşime, demirden harfin üzerinden parmağımı gezdirerek; bu da “I”. O da küçücük parmağını ardımdan gezdirip söylediklerimi yinelerdi. Bütün harfler bitince de sözcüğü birlikte söylerdik: SINGER! Kara pantuflalar tıkır tıkır çevirirdi pedalı. Bu eski makine, yüzünü hiç görmediğimiz anneannemizden kalmıştı. Belki de bu yüzden onu çok seviyordu annem. Öyle ki, “Ben ölüversem kim sahip çıkacak, kim koruyacak onu,” diye tasalanırdı. Makinenin yaşatılmasını istiyordu. Küçücük bir kızken ninesi, “Kız kısmı da okur muymuş,” deyip ortaokula göndermemiş annemi. O da, Kız Marifet Mektebi’ne gidip biçki-dikiş öğrenmiş. İlle de terzi olmak istiyormuş.

Daha ilkokuldayken kâğıttan elbiseler biçer, eski giysileri bozup kendine eteklikler dikermiş de büyükler şaşarmış hep. Ne becerikli bu kız böyle, derlermiş. On üç yaşında başlamış para kazanmaya. Ninesi, onun dikiş dikmesinden çok, parmak kadar çocuğa güvenerek iş getirenlere şaşarmış. Güç verecek yerde yılgı salarmış yüreğine: “Ya yapamazsan ya bozarsan nasıl öderiz…” Annemin bütün acılarını, dertlerini, sevinçlerini biliyordu o makine. Gözü gibi bakıyordu ona. Bir gün babamla fısıl fısıl konuşmuşlardı. Annemin yüzü bembeyazdı. “Ne isterlerse alsınlar,” demişti, “ama makineyi vermem.” Sonra makineyi arka bahçeye taşımışlar, üzerini eski bir kilim parçası, tahta ve çuvallarla örterek gizlemişlerdi. Çünkü eve birileri gelecekmiş, hiç tanımadığımız adamlar. Ellerine geçirdikleri eşyaları alıp alıp götüreceklermiş. Çok korkmuştuk. Kimdi o adamlar? Neden gelip eşyalarımızı alacaklardı? “Çocuklar her şeyi bilmez,” demişti annem. “Babanızın işi bozuldu, ama düzelecek.

” Adamlar gelmemişti. İşlerin nasıl bozulduğunu anlayamadığımız gibi, nasıl düzeldiğini de anlayamamıştık. Dikiş makinesi yeniden içeri taşınıp her zamanki yerine konmuştu. Birçok kız olurdu evde, sayıları yediye varan, kimi de sekize, dokuza çıkan terzi çırakları. Havası gitgide ağırlaşan bir odada diker dururlardı. Annem çok çalışmaktan bunaldığı zaman onlara acır, sanat öğretip iyilik etmediğini, ömür boyu çekecekleri bir belayı başlarına sardığını söylerdi. Arada aklımıza gelir, sorardık. “Anne,” derdik, “ne zaman otobüse binip halama gideceğiz?” “Buzlar eriyince,” derdi. Kardeşimle ben kiremitliğin saçağından sarkan havuç gibi buzlara bakardık. “Buzlar da eridi anne,” derdik. “Şu kara manto bitince,” derdi o zaman da. Hep bir şeylerin bitmesini beklerdik. Ama o şeyler hiç bitmezdi. “Ekmek kırıntılarını sakın atmayın,” derdi annem, “çok günah!” Büyük halamız eskiden çok yoksulmuş, eniştemizin işi bir türlü yolunda gitmezmiş –yani babamızın gitmediği gibi– ama o hep ekmek kırıntılarını toplayıp yermiş sofrada; bir tekini bile atmazmış. Sonra çok zengin olmuşlar.

Bunun üzerine her sofraya oturuşumuzda birer kırıntı avcısı civciv olurduk; zengin olmak, doyasıya tulumba tatlısı yemek, kokusuyla çarşıya el koyan ızgara köftelere ulaşmak ve otobüse binip uzaktaki halama gitmek için.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir