Cemil Kavukçu – O Vakit Son Mimoza

“O vakit, değildir bu vakit,” dedi bankacı Sabri Bey. Sekiz numara yakın gözlüklerinin ardından tuhaf bir malılukmuş gibi bira bardağına bahyordu. Her zamanki yerini alıp bar taburesine tünemişti. Hiçbir kuşa benzemeyen bir kuştu ve herkesin kabullendiği, artık kimsenin dikkate almadığı bir biçimde kendi kendine ötüyordu. ilk zamanlar yadırganmıştı, “Al bi manyak daha,” denilip arkasından konuşulmuş alay edilmişti. En çok da elektrikçi Selami kıl olmuştu bu kendi kendine konuşan adama. Kaba ve köylü görünümüne karşın usta bir elektrikçidir Selami ve gömleğinin cebinden kontrol kalemi eksik olmaz. Onu hayata bağlayan tek nesne, bir köprü. Hatta Sabri Bey’in iyice uçtuğu bir gece kontrol kalemini eline alıp, “Şunun sigortalarına bir bakayım mı abiler,” demişti. Hepimiz gülmüştük, Ender de kollarını iki yana açıp, “Ne yapayım,” der gibi boynunu bükmüştü. Yani, “müşteri daima haklıdır” ayakları. Üstelik cüzdanı sağlam ve peşinci bir müşteri. Sabri Bey bütün bunların farkında değildi; çünkü o Mimoza’ya geliyor ama başka bir aleme uçuyordu. Belki de buraya geliş nedeni, o aleme geçişin en kısa yolunu bulmuş olmasıydı. Birkaç gün içinde alışmıştık ona, ilgi alanımızdan çıkmıştı.


Ama Sabri Bey’in hiçbir şey yapmadan herkesi kendi alanına çeken ve mahcup 13 eden tuhaf bir gücü vardı ki, bu sayede kısa sürede saygınlığını sağlamıştı. Ayrıca Ender için nadir bir müşteriydi. Hesap takmaz, borç yapmazdı. Eli açıktı. Efendiydi, ağzından kötü bir söz çıktığı duyulmamıştı, sözün özü “bey”di o. Kendi kendisiyle yüksek sesle konuşması Sabri Bey’in ötme biçimiydi; kargadan da, saksağandan da herhattı sesi. Hepimiz değişik türlerde kuşlardık aslında; akşamla birlikte bakışları hatta bütünüyle yüzü değişen ve içinden yalnızca gölgeler geçen kuşlar. Akşam olunca gelip Ender’in Mimoza’sına sığınıyorduk; herkesin tüneği ve gelme saati belliydi. Sabri Bey yaz kış sekizi geçirmezdi. Mekan öğleye doğru temizlik için açılırdı, o saatte tek tük takılan da olurdu. Önceki gecenin izlerini silmeye ve ortalığı taparlamaya çalışan Zeki’nin bundan hiç hoşlanmadığını bildiğim halde çok çaresiz kaldığım bir gün ben de uğramıştım. Gün ışığında hiçbir tadı yoktu Mimoza’ nın. Hatta kasvetliydi. Akşamla birlikte çehresi değişmeye başlar, gece ise bambaşka bir aleme dönerdi. Ötmeyi unutanlarımız, kanatlarını nereye bıraktığını bilmeyenlerimiz, gagalarına sövenlerimiz vardı.

Ama Sabri Bey öyle değildi, kendi kendine yetebiliyordu. Her zaman tek başına otursa da yalnız olmadığını biliyorduk. Arada gözünün birini kısıp önemli bir şey hatırlamış ya da birini dinliyormuş gibi başını ağır ağır sallıyor, ardından öfkeli bir el hareketi yaparak bardağını azarlıyor, sonra da karşısındakini ineitmiş gibi malıcup gülümsüyordu. İşte o zaman alnı ve göz kenarları daha da kırışıyor, burnu adeta uzayıp incecik sivri bir gagayı andırıyor, seyrek saçları diken diken oluyordu. Onu ilk defa gören, içerken yaşadığı değişimi bilmeyen ağlıyor sanırdı Sabri Bey’ i. Kimseye ihtiyacı yoktu; çünkü o hiçbirimizin görmediği, birbirinden değerli kalabalık bir arkadaş grubuyla geliyordu meyhaneye. Sormaya cesaret edemiyorduk; ölmüş ya da izlerini yitirdiği arkadaşlarıyla mı birlikteydi yoksa bu onun ya14 rattığı bir dünya mıydı? Bilmiyorduk. Kendi aralarında eğlenir, efkarlanır, tartışır, bazen şarkı bile söylerlerdi. Sadece Sabri Bey’in sesi duyulurdu doğal olarak ve bu eziyete katlanmamızın tek nedeni vardı: saygı. Yalnızlığını böyle giderdiğini düşünüyordum. Sonunda herkes kendince bir yol buluyordu; yani, peçete kağıtlarına yüzler çizen benim gibi, her şeye -E nder’ e bile- yeni görüyormuş gibi bakan elektrikçi Selami ya da, fil gibi bira içen, içtikçe ağırlaşan, zaten irikıyım olan ve sonunda yürümekte zorluk çeken Veysel gibi, zihnindeki darmadağınık düşünceleri kovalamasına destek olsun diye hızlı hızlı içen gizli şair -şairliğini de ben keşfetmiştim- Feridun gibi, garson Zeki gibi, aşçı ve aynı zamanda bulaşıkçı olan Cengiz gibi ama en çok da parasızların merhametine sığındığı buranın patronu ve tanrısı Ender gibi. Ne yazık ki o yalnız olduğunun bile farkında değildi. Gözüne saray gibi görünen bu salaş meyhanenin padişahıydı. Sarhoşlara bükınetmenin yanı sıra para da kazanmak istiyordu, isteyecek tabii. Ama iş parayla bitmiyordu ki … Her zamanki köşe masamda, sırtımı duvara dayamış sandalyemde oturuyor ve, “O vakit hiçbir zaman gelmeyecek,” diyorum.

İçimden tabii. Bir yandan da barın arkasında, hepimizi tehdit edercesine zaman yiyen duvar saatine takılıyar gözüm. Gecenin onu. Erken. Ender’in radyodan Türk sanat müziğini açmasına bir, radyonun kapatılıp, ışıkları kısılarak Seyhun eşliğinde bir orman korosunun kurulmasına iki saat var. Çaktırmadan Sabri Bey’i izlerken çok küçük yudumlar alıyorum bitmek üzere olan rakımdan. Bir kaçış yolu bulmuşsun Sabri Bey, ne güzel, diyorum. Her şeyden önce yalnız değilsin; tek başına gelmiyorsun Mimoza’ya. Tıkılıp kaldığımız bu mekan senin için bir sıçrama tahtası. Göremediğimiz o kişilerle neler konuştuğunu merak ediyorum. Ses tonunun değişmesinden, birden yumuşayıp sevecenleşmesinden ıs anlıyorum ki aranızda bir de kadın var. Seni bu kadar kalıreden de o galiba Sabri Bey. Hikayenize dahil olmayı ve eski arkadaşlarını, şimdiki hayaletlerini tanımayı çok istiyorum. Bana anlatabilirsin, seni hiç bölmeden, soru sormadan sessizce dinlerim. Ender’in güçlü sesiyle topadandım birden, gazino patronu edasıyla -arada yapar bunu- sanatçısını sahneye davet ediyormuşçasına ama alaycı bir ifadeyle, “Kim dedi gelmez diye, işte Baba Hasan huzurlarınızda!” diye haykırdı.

Baba Hasan her zamanki mağrur ve yorgun edasıyla sağ kolunu hafifçe kaldırarak Ender’in sitemli coşkusuna karşılık verdi. Taksici arkadaşlarının takıldığı büfede ayaküstü bir hayli süslendiği belli oluyordu. Ender de bunun farkında olduğunu belirtmek için öyle davranmıştı. Dışarıda ya da başka bir mekanda içen müşterilerinin ona ihanet ettiğini düşünür ve bunu bir biçimde dile getirirdi. Az çakal değildi. Sabri Bey başını çevirip bakınadı bile, o kendi alemindeydi. Hasan Abi’nin huyudur, durumu iki kelimeyle açıklamasa rahat edemez: “Hani yanlış anlaşılmasın, ben biraz iyiyim, belki bir bira, o da Ender’in yüksek müsaadeleriyle.” Ender’in makyajlı müşterilerden hoşlanmadığını bildiği halde bunu yapıyor ya, helal olsun ona. Baba Hasan’ ın bu akşam seçtiği masa benimki, gelip karşıma oturdu. Öne doğru eğilip alçak sesle, “Vermezse çeker giderim,” dedi, “bir daha da buraya gelmem.” “Olur mu öyle şey Baba,” dedim, “sen takma kafanı.” Ender’in buyurgan sesi duyuldu yine, “Zeki, çek bir bira Baba Hasan’a!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir