China Mieville – Kral Fare

Sizin göremediğiniz boşlukların içinden geçer, binaların arasına sokulurum. Sizin arkanıza takılır, size öylesine yaklaşırım ki soluğumdan ensenizdeki tüyler ayağa kalkar ve sizyine de beni duymazsınız. Gözbebekleriniz büyüdüğünde göz kaslarınızın sesini duyabilirim. Sizin pisliklerinizle beslenir, evlerinizde yaşar, yatağınızın altında uyurum ve ben istemezsem ruhunuz duymaz. Caddelerin tepesinde dolaşırım. Kentin girip çıkmadığım yeri yoktur. Sizin duvarlarınız artık benim duvarlarım, benim tavanlarım ve benim zeminlerim. Rüzgâr vurunca paltom çamaşır ipinde asılıymış gibi bir ses çıkarıyor. Kollarımdaki binlerce çizik, çatılara tırmanıp bacaların arasında dolaşırken, elektrik çarpmış gibi karıncalanıyor. Bu akşam yapmam gereken bir iş var. Bir çatının kenarından cıva gibi akıyor ve yağmur borularından kıvrılarak on beş metre aşağıdaki sokağa iniyorum. Sepya rengi ışık altında çöp yığınlarının arasından sessizce geçiyor ve caddedeki metal kapağı ses çıkarmadan kaldırıp kanalizasyon girişini açıyorum. Şimdi karanlıktayım, ancak yine de görebiliyorum. Tünellerden geçen suyun gürültüsünü duyabiliyorum. Belime kadar bok içindeyim.


Sürüklendiğimi hissedebiliyorum, kokusunu alıyorum. Bu tünellerde kaybolmadan rahatça yolumu bulabilirim. Akıntının içinde yürümeye çalışıyor, duvarlara ve tavana tutunarak kuzeye doğru gidiyorum. Canlı birtakım yaratıklar önümden kaçışıyorlar. Karanlık koridorlarda hiç şaşırmadan yolumu buluyorum. Öyle sürekli, yoğun bir yağmur da yağmamıştı, ama bu akşam nedense Londra’daki bütün sular hedeflerine ulaşmakta pek aceleci. Metro tünellerinin tuğla duvarları kabarmış. Suyun altına dalıyor ve yüzeye çıkma zamanı gelene kadar bu iğrenç karanlıkta yüzüyorum, sonra üzerimden sular damlayarak doğruluyorum. Yine sessizce kaldırıma çıkıyorum. Tepemde kule gibi yükselen şu kırmızı tuğla bina, işte gideceğim yer. Sağda solda ışık kareleriyle bölünmüş koskocaman karanlık bir kütle. Saçakların gölgesinde kalan bir ışık beni ilgilendiren. Bacaklarımı iki yana açarak binanın köşesinden yukarıya tırmanıyorum. Şimdi daha yavaşım. Televizyonun sesi ve yemek kokusu geliyor yaklaştığım pencereden, şimdi ise uzun tırnaklarımla tıkırdatıyorum, tırmalıyorum, sanki bir güvercin yapıyormuş gibi ya da bir daldan geliyormuş gibi şaşırtıcı bir ses, bir yem.

Çatıların üstünden görünen gemiler Londra’ya nasıl giriyorsa trenler de öyle giriyor. Uzun boyunlu deniz canavarları gibi gökyüzüne yükselen kulelerin ve pislik denizinde balinalar gibi yuvarlanan büyük gaz bidonlarının arasından geçiyor. Ta aşağıda sıra sıra garip dükkânlar, boyaları dökülen kafeler, trenlerin geçtiği köprülerin altına tıkışmış iş yerleri var. Duvar yazılarının renkleri ve çizgileri hemen göze çarpıyor. Trenler üst kat pencerelerine öyle yakın geçiyor ki yolcular içeriyi, küçük çıplak ofisleri, malzeme dolaplarını görebiliyorlar. Duvarlardaki takvimleri ve çıplak kadın resimlerini. Londra’nın kalbi burada atıyor, banliyölerle şehir merkezi arasında, yayılıp yatmış düzlük bölgede. Sokaklar yavaş yavaş genişliyor ve kafelerle dükkânların isimleri daha bildik geliyor artık; ana yollar daha temiz; trafik daha yoğun ve şehir raylarla buluşmak üzere yükseliyor. Ekim ayında iş çıkışı saatinde bir tren bu King’s Cross yolculuğunu yapıyordu. Havayı yararak, Kuzey Londra’nın dış semtlerine doğru ilerlerken, Halloway yakınlarında şehir ta aşağılarda belirmeye başladı. Aşağıdaki insanlar trenin geçişini hiç umursamadılar. Yalnızca çocuklar üzerlerinden gürültüyle geçerken kafalarını kaldırıp baktılar; birkaç küçük çocuk eliyle işaret etti. İstasyona yaklaşan tren, çatıların seviyesinin altına doğru inmeye başladı. Vagonda, etraftaki apartmanları izleyen birkaç kişi vardı. Gökyüzü pencerelerin üzerinde kaybolmuştu.

Bir güvercin sürüsü, rayların yan tarafında saklandıkları yerden çıkıp doğuya doğru kanat çırptı. Kuşların uçma sesi, kompartımanın arkalarında oturan, iri yapılı bir adamın dikkatini dağıttı. Karşısında oturan kadına gözlerini dikip bakmamaya çalışıyordu. Kadının jölelenmiş gür saçları, kafasının üzerine bukle bukle çöreklenmiş bir yılandan farksızdı. Kuşlar geçerken gizli bakışlarına ara verdi ve parmaklarını kısacık kesilmiş kendi saçlarının arasından geçirdi. Tren şimdi binaların altındaydı. Sanki yılların yolculuğu sonucunda rayların altındaki betonun aşınmasıyla oluşmuş gibi görünen derin bir oyuntudan kıvrılarak geçti. Saul Gramond karşısında oturan kadına baktı yine ve dikkatini pencereye çevirdi. Vagondaki ışıktan dolayı pencereler aynaya dönüşmüştü, kendisine, geniş yüzüne baktı. Yüzünün gerisinde belli belirsiz bir tuğla bina ve onun da gerisinde iki yanda dimdik yükselen evlerin bodrum katları. Saul günlerdir şehre gelmemişti. Rayların her tıkırtısı onu eve daha da yaklaştırıyordu. Gözlerini kapadı. İstasyona yaklaştıkça dışarıda, rayların geçtiği derin yarık da genişlemişti. İki yandaki duvarlarda, demiryolunun bir iki metre ötesinde, çöp dolu küçük girintiler, karanlık oyuklar vardı.

Vinçlerin gölgeleri ufuk çizgisinde yaylar çiziyordu. Treni çevreleyen duvarlar ikiye ayrıldı ve tren Kings Cross İstasyonuma girerken raylar iki yana doğru yelpaze gibi açılmaya başladı. Yolcular ayaklandılar. Saul çantasını omzuna atıp ayaklarını sürüyerek vagonun çıkışına yöneldi. Büyük kemerli bina buz gibiydi. Soğuk hava yüzüne çarptı. Kalabalık grupları ite kaka, hızla binaların ve insanların arasından geçerek yürümeye başladı. Daha yolu vardı. Metroya doğru yöneldi. Etrafındaki kalabalığın varlığını bütün ağırlığıyla hissedebiliyordu. Suffolk kıyısında, bir çadırda geçirdiği on günden sonra, hemen yanı başındaki on milyon insanın ağırlığı havada titreşiyordu neredeyse. Metroyu gösterişli renkleri ve çıplak bedenleriyle, gece kulüpleri ve partilere gidenler doldurmuştu. Babası büyük olasılıkla onu bekliyor olacaktı. Saul’ün geldiğini biliyordu ve mutlaka, o akşam pub a gitmekten vazgeçip onu karşılamaya çalışacaktı. Bu yüzden daha şimdiden kızıyordu ona.

Kızmakla kabalık ve haksızlık ettiğini biliyordu ancak babasının iletişim kurmadaki tutarsız çabalarından nefret ediyordu. Birbirlerinden uzakta olmaları onun için daha büyük mutluluktu. Surat asmak daha kolaydı ve daha dürüst bir yaklaşımdı. Metro, Jubilee hattının tünellerinden çıktığında hava kararmıştı. Saul yolu tanıyordu. Karanlık yüzünden Finchley Yolunun arkasındaki moloz yığını loş, sahipsiz bir ülkeye dönüşse de, o göremediği ayrıntıları yerine yerleştirebiliyordu; duvar yazılarına, duvar ilanlarına kadar. Burner. Nax. Koma. Boya kalemlerine sımsıkı yapışmış, korkusuz, küçük afacanların adlarını, nerelerden geldiklerini biliyordu. Solunda Gaumont State Sinemasının görkemli binası, Kilburn Caddesi’nin küçük bakkallarının tahta perdelerinin arasında totaliterlik dönemlerine özgü tuhaf bir anıt gibi yükseliyordu. Tren VVillesden İstasyonu’na gelirken, Saul pencereden gelen soğuktan ürperip paltosuna daha sıkı sarıldı. Yolcular azalmıştı. O inerken arkasında yalnızca birkaç kişi kaldı. İstasyonun dışına çıkınca soğukta kollarıyla bedenini sardı.

Havada, yakınlarda bir yerde birinin bahçesini temizlemek için yaktığı ateşten gelen hafif bir duman kokusu vardı. Saul tepeden aşağıya, kütüphaneye doğru yürümeye başladı. Yolda, paket servisi yapan bir yerde durup yiyecek bir şeyler aldı, soya sosu ve sebzeleri üzerine dökmemek için dikkatle yiyerek yoluna devam etti. Güneş battığı için canı sıkılmıştı. VVillesden’in gün batımları muhteşemdi. Böyle bir günde, havada çok az bulut varken, alçak ufuk çizgisinden ışık, en olmadık girintilere kadar, caddelere akıyordu; karşılıklı duran pencereler ışınları birbirine, sonra da hiç beklenmedik yönlere yansıtıyor, sıra sıra kırmızı tuğla evler, sanki içeriden aydınlatılmış gibi yanıp sönüyordu. Saul arka sokaklara girdi. Babasının evi karşısına dikilene kadar soğukta sokaklara gire çıka yürüdü. Terragon Evleri denilen bina, büyüklüğüne rağmen güdük ve yoksul görünümlü, çirkin bir Viktorya dönemi apartmanıydı. Önünde bir bahçe vardı: Sadece köpeklerin geldiği, otlarla kaplı dar bir alan. Babası en üst katta yaşıyordu. Baktığında ışığının yandığını gördü. Merdivenlerden çıktı ve iki yandaki çalılıklara ve otlara bakarak içeri girdi. Gürültü çıkarır da geldiği anlaşılır diye, çelik kafes kapılı büyük asansöre binmedi. Onun yerine merdivenleri tırmandı ve yavaşça babasının dairesinin kapısını açtı.

Ev buz gibiydi. Holde durup içeriyi dinledi. Oturma odasının kapısının ardından televizyonun sesi geliyordu. Biraz bekledi, ama babasından ses çıkmadı. Saul ürperdi ve etrafına bakındı. İçeri girip uyuklayan babasını kaldırması gerektiğini biliyordu, hatta kapıya kadar gitti. Sonra durup kendi odasına baktı. Kendinden iğrenerek güldü, ama yine de ayaklarının ucuna basarak oraya doğru yürüdü. Sabahleyin özür dileyebilirdi. Uyuyorsun sandım, babacım. Horladığını duydum. Sarhoş geldim ve kendimi yatağa attım. Son derece yorgundum, sohbet edecek halim yoktu. İçeriye kulak verdi. Babasının pek sevdiği tartışma programının boğuk sesi geliyordu yalnızca.

Döndü ve odasına girdi. Hemen uyudu. Rüyasında üşüdüğünü gördü vegecebirkezuya-nıp yorganı üzerine çekti. Yine rüyasında güm diye bir ses duydu, sonra da yere çarpan ağır bir şeyin sesini; ama ses o kadar yüksekti ki onu uykusundan uyandırdı ve sesin gerçek olduğunu, yanı başından geldiğini fark etti. Adrenalini yükseldi, titremeye başladı. Kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu, yataktan fırlarken sendeledi. Evin içi buz gibiydi yine. Biri kapıyı yumrukluyordu. Gürültü kesilmiyordu ve korkmaya başlamıştı. Ne yapacağını bilemez durumda titremeye başladı. Hava henüz aydınlanmamıştı. Saatine baktı. Altıyı biraz geçiyordu. Sendeleyerek hole gitti. O korkunç güm güm güm sesi ara vermeden sürüyordu; şimdi buna bölük pörçük, anlaşılmaz bağırışlar da karışmıştı.

Bir yandan gömleğini giymeye çalışırken, “Kim o?” diye bağırdı. Kapının yumruklanması kesilmedi. Yine seslendi; bu kez gürültüyü bastıran bir ses geldi. “Polis!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir