China Mieville – Perdido Sokagi Istasyonu

Bozkır önce bir maki ormanına, ardından tarlalara, derken çiftliklere dönüşüyor, sonra yerden karmakarışık yükselen evler başlıyor. Gecenin çok geç bir saati. Etrafım, nehrin iki yakasında mantargibi çoğalan derme çatma kulübelerle dolu. Sarsılıyoruz. Derin bir akıntıya kapıldık. Arkamdaki adam telaşla dümene asılıyor. Tekne doğruluyor. Fenerler sallanınca ışık yalpalıyor. Adam benden korkuyor. Küçük teknenin pruvasından, suyun karanlık akıntısına doğru eğiliyorum. Yağlanmış motorun gürültüsünü ve nehrin tekneyi okşayan sesini bastıran küçük mırıltılar duyulmaya, evlerden sesler gelmeye başlıyor. Tahtalarfısıldıyor, rüzgâr, sazdan yapılı çatılara vuruyor, duvarlar boşluklara yerleşiyor, zemin kayıyor; onlarca ev yüzlerce, binlerce olmuş; kıyılardan içeriye doğru yayılıyor ve düzlüğün her tarafından ışıkları geliyor. Etrafımı çeviriyorlar. Çoğalıyorlar. Gittikçe uzuyor, büyüyorlar, sesleri yükseliyor.


Arduvaz çatıları, kalın tuğla duvarları var. Nehir kıvrılarak ilerliyor ve şehre ulaşıyor. Heybetli manzarasıyla, birdenbire karşımıza çıkıyor şehir Kurumuş kan rengi ışıkları çevreye, kayalık tepelere akıyor, kir pas içindeki kuleleri aydınlatıyor. Bu devasa şehrin karşısında, kendimi küçülmüş hissediyorum. Tam iki nehrin birleştiği noktada ortaya çıkan bu olağanüstü görüntüye tapınmaya iten bir şey var beni. Uçsuz bucaksız bir kirlilik kaynağı, pis koku ve klakson sesi. Kalın bacalar, gecenin bu karanlığında bile gökyüzüne pislik kusuyor. Bizi çeken akıntı değil, şehrin kendisi. Yoğunluğu bizi yutuyor Uzaktan uzağa duyulan naralar, oradan buradan gelen hayvan sesleri, kızışan fabrika makinelerinin müstehcen çığlıkları ve vuruşları. Demiryollarıfırlamış damarlar gibi şehri dolaşıyor. Kırmızı tuğlalı karanlık duvarlar, mağara adamı gibi güdük kalmış kiliseler, oradan oraya savrulan yıpranmış tenteler, eskişehrin kaldırım taşlı yolları, çıkmaz sokaklar, şehri kaya mezarları gibi oyan kanalizasyon, çöplüklerden oluşan bambaşka bir manzara, toz toprak, unutulmuş ciltlerle dolu kütüphaneler, eski hastaneler, yüksek kuleler, gemiler ve nehirden balyaları kaldıran metal pençeler. Bunun yaklaştığını nasıl görememiş olabiliriz? Nasıl bir arazi hilesi bu, büyüyen bu canavarı köşelerin ardına saklayıp, sonra aniden, yolcuların üzerine salıvermek? Kaçmak için çokgeç. Adam bir şeyler mırıldanıyor, nerede olduğumuzu söylüyor. Dönüp bakmıyorum ona. Burası Kuzgun Kapısı; etrafımızı çeviren bu vahşi, kalabalık bölge.

Çürüyen binalar bitkin bir halde birbirine yaslanıyor. Nehir, iki yanındaki tuğla duvarlara, suyu koyda tutmak için yapılan şehrin yüksek duvarlarına, balçık yığıyor. Buradaki koku iğrenç. (Yukarıdan nasıl göründüğünü merak ediyorum; şehrin saklanmasına imkan olmayacaktı o zaman. Eğer havadan gelinseydi, şehir kilometrelerce öteden, kirli bir leke, kurtlarla kaynayan bir leş yığını gibi görünecekti. Böyle düşünmemem gerekiyor artık, ama kendimi alamıyorum, bacalara tırmanıp, kibirle yükselen kulelerin üzerinde uçabilir, yerlere bok yağdırabilir, bu keşmekeş içinde dalgamı geçer, istediğim yerde de inebilirim, ama böyle düşünmemeliyim, bunu şimdi yapmamalıyım, durmalıyım, bunu şimdi yapamam, henüz değil.) Burada renksiz, sümüksü bir şey, organik bir çamur salgılayan evler var; üst kat pencerelerinden sızıyor, alt katların dış cephelerine bulaşıyor. Sonradan ilave edilmiş katlar, evlerin arasındaki boşlukları ve çıkmaz sokakları dolduran bu soğuk, beyaz çamurla sıvalı. Sanki balmumu erimiş ve birden çatılarda donmuş gibi görünen bu dalgalanmalar manzarayı bozuyor Başka zeki varlıklar, insanların sokaklarını kendilerine mal etmiş. Saçakların arasında ve nehrin üzerinde teller gerili, süte benzer balgamsı bir madde ile tutturulmuşlar. Bir bas gibi vınlıyorlar. Yukarıda bir yerlerde bir şey koşuşturuyor. Mavnacı iğrenç bir şekilde boğazını temizleyip suya tükürüyor. Balgamı suya dağılıyor. Salgı harcıyla kaplı binalar azalmaya başlıyor, dar sokaklar ortaya çıkıyor.

Önümüzde, demiryolu köprüsünden geçen bir tren düdük çalıyor. Başımı kaldırıp trene, güneye ve doğuya bakıyorum. Hızla uzaklaşan ışıkları, vatandaşlarını yiyen bu dev yaratığın, bu gece ülkesinin yuttuğu küçük ışıkları izliyorum. Biraz sonra fabrikaların yanından geçeceğiz. Vinçler karanlıkta ince bacaklı kuşlar gibi yükseliyor, oradan oraya gidip gelerek, gece yarısı çalışan ana mürettebatı taşıyor. Zincirler, önce ölü gibi hareketsiz, ağır ağır sallanıyor, derken büyük bir çatırtıyla dişliler birbirine geçiyor, volanlar dönmeye başlıyor. Şişman, yırtıcı gölgeler gökyüzünü kolaçan ediyor. Birpatlama sesi, ardından biryankılanma duyuluyor, sanki şehrin içi boşmuşgibi. Siyah bir mavna diğer teknelerin arasında yavaş yavaş ilerliyor; taşıdıkları kok kömürü, odun, demir, çelik ve cam yüklerinin ağırlığı tekneleri suya iyice batırmış. Yıldızlar, bir sürü pisliğin, atık maddelerin, kimyasal artıkların oluşturduğu birgökkuşağının içinden geçerek suda yansıyor; kımıltısız, huzursuz bir görüntü. (Ah, bütün bunların üzerinden uçmak, bu pisliği, bu gübreyi koklamamak, şehre bu lağımdan geçerek girmemek. Ama yapmamalıyım, böyle düşünmeye devam edemem, vazgeçmeliyim.) Motor yavaşlıyor. Dönüp arkamdaki adama bakıyorum, adam gözlerini kaçırıyor benden ve dümenin başına geçiyor, ben yokmuşum gibi davranıyor Rıhtıma götürüyor bizi; tıklım tıklım dolu bir ambardan taşan kocaman balyalar labirentinin arkasındaki rıhtıma. Diğer teknelerin arasından geçiyoruz.

Nehrin içinden çıkıyormuş gibi görünen çatılar var. Barajın ters tarafına yapılmış evler suya batmış, nehir kıyısındaki balçığa saplanmış. Evlerin ziftle kaplanmış tuğlaları ufalanıyor. Altımızdaki şey, tam bir kargaşa. Nehir girdaplar oluşturuyor. Bu kokuşmuş tortu çorbası içinde nefes almaktan vazgeçmiş ölü balıklar ve kurbağalar, mavnanın düz kenarı ile beton kıyı arasında, çalkantılı bir girdaba kapılmış, deli gibi dönüp duruyorlar. Ara kapandı. Kaptan kıyıya atlıyor ve halatı bağlıyor. Rahatladığı çok belli. Aksi bir sesle habire söylenip karaya çıkmamı işaret ediyor, ben de köz üstündeyürürgibi, seke seke kıyıya atlayıp, çöplerin ve kırık camların arasından dikkatle geçiyorum. Ona verdiğim taşlara çok seviniyor. Dumanlı Geçit’te olduğumu söylüyor. Adam bana gideceğim yönü gösterirken, ben ileriye bakıyorum. Kaybolduğumu, şehirde yeni olduğumu, bu karanlık ve ürküntü verici kocaman binaların beni dehşete düşürdüğünü, kapalı yerlerde kalamadığımı ve içime doğan kötü bir şeyler yüzünden midemin bulandığını anlamasını istemiyorum. Biraz güneyde, suyun içinden iki büyük sütun yükseliyor.

Bir zamanlar çokgörkemli olan, ama şimdi, sedef hastalığına tutulmuş gibi pul pul dökülüp çökmüş Eski Şehirin kapıları bunlar. Dikili taşların üzerine oyulan öyküler zamana ve asit yağmuruna boyun eğerek silinmiş. Geride sadece, kaba sıvanın üzerindeki sarmal yivler kalmış, eski vidaların izleri gibi. Arkalarında alçak bir köprü var (Cesaret Geçidi, diyor). Adamın hevesli açıklamalarına aldırmayıp kireç boyalı bu bölgeyi, katıksız bir karanlığın rahatlığını ve nehrin kokusundan kaçmayı vadeden, sonuna dek açık kapılardan geçiyorum. Mavnacının sesi iyice uzaklaşıyor ve onu birdaha görmeyeceğimi bilmek, bana az da olsa, mutluluk veriyor. Hava o kadar da soğuk değil. Doğudan, insana umut veren bir ışık yükseliyor. Tren yollarını izleyeceğim. Raylar evlerin, kulelerin, barakaların, iş yerlerinin ve cezaevlerinin üzerinden geçerken, gölgelerine sineceğim, onları toprağa bağlayan kemerleri takip edeceğim. İçeri girmenin bir yolunu bulmalıyım. Pelerinim (derime değen bu yabancı ve acıtan ağır kumaş), beni omuzlarımdan aşağı çekiyor. Çantamın ne kadar ağır olduğunu hissedebiliyorum. Bu şehirde beni koruyacak olan bu çanta; bir de üzüntümün ve utancımın kaynağı olan yanılsama ve beni, kemik ve tuğla karışımından yapılmış, sanayi ve şiddetin gizli anlaşmasıyla ortaya çıkmış bu büyük şehregetiren acı. Tarihiyle ve sımsıkı korunan bir güçle yoğrulmuş bu tozlu şehir, bildiklerimin çok ötesindeki bu kıraç ülke.

Yeni Crobuzon. Pazaryerine bakan yüksek binada bir pencere hızla açıldı. Pencereden aşağı bir sepet uçtu, etrafında olup bitenden habersiz kalabalığa doğru havada bir yay çizerek savruldu. Sepet bir an havada durup titredi, sonra kendi etrafında döndü ve yere doğru daha yavaş, dengesiz bir şekilde düşmeye devam etti. Tehlikeli bir dansla inerken, tel kafesi binanın pütürlerine takılıp sıçrıyor, önü sıra, yere boya ve çimento tozu saçıyordu. Güneş habire değişen bulut kümelerinin ardından parlak gri bir ışık saçıyordu. Sepetin altında yayılmış pazar tezgâhlarıyla işporta tablaları, ortalığa saçılmış birtakım döküntülere benziyordu. Şehir pis kokuyordu. Üstüne üstlük, bugün Aspic Çukuru’nda pazar kuruluydu ve Yeni Crobuzon’un üzerinde dolaşan keskin gübre ve küfkokusu, biber, taze domates, kızartma yağı, balık, tarçın, kurutulmuş et, muz ve soğan kokularıyla daha bir zenginleşmişti. Yiyecek tezgâhları, gürültülü Shadrach Caddesi boyunca uzanıyordu. Selchit Geçidi ise kitaplar, el yazmaları ve resimlerle doluydu. Bu geniş yolun iki yanında, gelişigüzel dikilmiş banyan ağaçları vardı. Doğuya doğru gidildikçe, yıkılmaya başlamış beton binalar göze çarpıyordu. Güneye, Barrackham’a giden yol boyunca çanak çömlek; batıya giden yol boyunca da makine parçaları satılıyordu. Bir ara sokakta, sergiye yayılmış oyuncaklar; iki sokak arasında giysiler ve daha bir sürü mal, dar sokakları dolduruyordu.

Bu tezgâhlar Aspic Çukuru’nda, birbirleriyle, kırık bir tekerleğin telleri gibi çarpuk çurpuk kesişiyordu. Meydanın ortasında ise, tezgâhlar birbirine daha yakın kurulmuştu. Eski duvarların ve tekinsizkulelerin gölgesinde bir sürü alet edevat vardı. Yıkık dökük bir masanın üzerine, kırık çanak çömlek parçaları, sırsız toprak süsler, kutular dolusu sayfaları sararmış ders kitapları, antika eşyalar, afrodizyaklar, pire tozları konmuştu. Tuhaf makineler, bastıkları yerleri ezerek, tezgahların arasında tıslaya tıslaya, ağır adımlarla geziniyordu. Dilenciler ıssız binaların içinde itişip kakışıyor, hiç görülmemiş ırklara ait yaratıklar, ne idiği belirsiz birtakım eşyalar alıyordu. Aspic Pazarı, yüzlerce çeşit mal, gres yağı ve hamalların gürültülü bir karmaşasıydı. Ticaretin bildik kuralları geçerliydi burada da: Tuzağa düşmeyin! Aşağı fırlatılan sepeti fark eden pazarcı, başını kaldırıp donuk gün ışığına ve dökülen tuğla kırıntılarına baktı. Gözlerini ovuşturdu. Tepesinde sallanıp duran sepeti yakaladı, sepete bağlı ipi çekti. İp elinde gevşedi. Sepetin içinde bir pirinç sikke ve özenli, süslü yatık harflerle yazılmış bir not vardı. Pazarcı kağıdı okurken burnunu kaşıdı. Önünde yığılı yiyeceklere bakındı, sepete yumurta, meyve ve birkaç kök sebze koydu, bunları elindeki listeyle karşılaştırdı. Durup listeye bir daha göz attı, sonra şehvetle gülümseyip domuz etinden bir parça kesti.

İşini bitirince sikkeyi cebine koydu, bozuk para arandı. Siparişin ederini hesaplarken bir an duraksadı, sonunda sepete yiyeceklerle birlikte birkaç kuruş para üzeribıraktı. Ellerini pantolonuna silip biraz düşündükten sonra, listeye güdük bir kömür parçasıyla bir şeyler karaladı ve bunu da paraların yanına attı. İpe üç kez asıldı ve sepet, havada sallanan yolculuğuna başladı. Çevredeki binaların alçak çatılarının üzerine çıktı, bir şamandıra gibi yukarı yükseldi. Terk edilmiş bir binaya tünemiş kargalar, sepeti görünce ürkerek havalandı. Sepet, duvardaki çentiklere bir yenisini daha ekleyip, gönderildiği pencereye girerek kayboldu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir