Danielle Steel – Onca Sevgiye Ragmen

New York’ta pırıl pırıl güneşli bir gündü; sıcaklık öğleden çok önce 35 dereceyi aşmıştı. Kaldırımda yumurta bile pişirebilirdiniz. Çocuklar bağrışıyor, insanlar kapı eşikleriyle avlularda, yırtık tenteler altında, duvarlara yaslanmış oturuyorlardı. 125’inci Cadde ile 2’nci Cadde’nin kesiştiği köşedeki her iki yangın musluğu da açılmıştı. Çocuklar çığlıklar atarak şelale gibi akan suyun bir yanından girip öbür tarafından çıkıyorlardı. Oluktan akan su, yerde ayak bileği yüksekliğine çıkmıştı. Öğleden sonra saat dört olduğunda, semt halkının neredeyse yarısı, dışarıda, sıcağın altında oturmuş sohbet ederek çocukları seyrediyordu. Saat dörtte koşuşmalar, gülüşmeler ve akan suyun gürültüsü arasında birden silah sesleri duyuldu. Şehrin bu kısmı için bu hiç de alışılmadık bir ses değildi. İnsanlar durup arkasından ne geleceğini beklediler. Kapı eşiklerine çekilip duvar diplerine sindiler. İki anne yangın musluklarına doğru koşarak çocuklarını kapıp oradan uzaklaştı. Ancak onlar kapı eşiklerinin güvenliğine erişemeden silahlar yeniden patladı. Bu kez ses daha yüksek ve daha yakından geliyordu. Üç genç adam su borusunun yakınındaki kalabalığa doğru koşarken çocuklara çarpıp yere devirdiler.


Genç bir kadına öyle sert bir şekilde çarptılar ki, kadın boylu boyunca suyun içine düştü. Köşede, adamların peşinden koşan polisler göründüğünde, çığlıklar yükseldi. Polislerle genç adamlar arasındaki kovalamacada silahlar çekilmişti ve kalabalığa doğru kurşunlar uçuşuyordu. Her şey öylesine hızlı gelişmişti ki, kimse yol açmaya ya da birbirlerini uyarmaya fırsat bulamamıştı. Uzaktan gelen siren sesleri gittikçe olay yerine yaklaşıyordu. Yeniden silah sesleri duyuldu. Bu kez genç adamlardan biri yere düştü; omzu kanıyordu. Aynı anda arkadaşlarından biri, bir polis memurunu alnından vurdu ve küçük bir kız haykırarak yangın musluğundan fışkıran suların içine düştü. Yakınındaki herkes bağırıyor ve değişik yönlere koşuşuyordu. Kızının düşmesini dehşetle izleyen anne, kapı eşiğinden ona doğru fırladı. Bir an sonra kovalamaca sona ermişti. İki genç adam, polisler tarafından elleri kelepçelenmiş bir halde yerde yatıyordu. Bir memur ölmüştü ve üçüncü gence sağlık ekibi tarafından ilk yardım uygulanıyordu. Birkaç adım ötede ise vurulmuş bir kız çocuğu can çekişiyordu. Kurşun tam göğsüne isabet etmişti ve çok fazla kan kaybediyordu.

Yanıbaşına çömelmiş olan annesi, akan sulardan sırılsıklam olmuştu. Bilinçsiz yatan kızını kollarına almış deli gibi ağlıyordu. İlk yardım ekibi, beş yaşındaki küçük kızı annesinin kollarından zorlukla çekip aldı. Bir dakikadan kısa bir süre içinde, küçük kız ambulansta, şaşkın bir halde ağlamayı sürdüren annesi de yanıbaşındaydı. Bu, oradakilerin daha önce yüzlerce kez olmasa bile, düzinelerce kez görmüş olduğu bir sahneydi. Ancak olayın merkezindeki suçlu ya da kurban tanıdığınız birisi olunca, olay bir gerçeklik kazanıyordu. Bir yakınınız tutuklananlar, yaralananlar ya da ölenler arasında olduğunda bu sahnenin anlamı çok farklıydı. 125’inci Caddenin köşesinde trafik arapsaçına dönmüştü. Ambulans siren çalarak ve ışıklarını yakıp söndürerek kendisine yol açmaya çalışıyordu. İnsanlar caddede donup kalmış, şaşkınlıkla olup biteni izliyordu. İkinci ambulans yaralanan şüpheliyi aldı. Bir polis memurunun vurulduğunu telsizden duyan mavi-beyaz arabalar, olay yerine akın ediyordu. Çevrede yaşayanlar, polis memurunun öldüğü haberi yayılmaya başladığı anda, bunun kendileri için ne anlama geleceğini anlamışlardı. Tansiyon yükselir, için için kaynayan kırgınlıklar birden patlardı. Daha da kötüsü bu öldürücü sıcakta her şey olabilirdi.

Burası Harlem’di; aylardan Ağustos’tu; yaşam zordu ve bir polis öldürülmüştü. Ambulans kentin merkezine doğru ilerlerken Henrietta Washington, kızının eline sıkıca yapışmış, ambulanstakilerin onun yaşamını kurtarmak için verdikleri mücadeleyi sessiz bir dehşet içinde izliyordu. Ancak o anda ilk yardım ekibi mücadeleyi kazanıyor gibi görünmüyordu. Küçük kızın rengi kül gibiydi ve vücudu hareketsizdi. Her yerde kan vardı. Yerler, çarşaflar, kızın kolları, sedye, annesinin yüzü, elbisesi ve elleri kan içindeydi. Boğazlanmış gibi gözüküyordu. Peki ama ne için? Küçük kız, polislerle kötü insanlar, çete üyeleri, uyuşturucu satıcıları ve ispiyoncular arasındaki sonsuz savaşın yeni bir kurbanıydı. Hakkında hiçbir şey bilmediği bir oyunun kurbanı olmuştu. Hedefleri birbirlerini yok etmek olan taraflar arasında küçücük bir kurban. Dinella Washington, onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu; sadece arkadaşları, komşuları, kardeşleri ve annesi için önemliydi. Dinella, annesinin 16-20 yaşları arasında sahip olduğu dört çocuğun en büyüğüydü. Ne kadar yoksul olurlarsa olsunlar, yaşamları ne kadar zor olursa olsun ya da hayatta kalabilmek için ne denli mücadele ederlerse etsinler fark etmezdi; annesi onu seviyordu. “Ölecek mi?” diye sordu Henrietta, boğuk bir sesle. Kocaman gözleriyle görevliye bakıyordu.

Ama cevap gelmedi. Görevli de bilmiyordu. “Elimizden geleni yapıyoruz bayan.” Henrietta 21 yaşındaydı. Tipik bir örnek, bir numara, bir istatistikti, ama bundan çok daha fazla bir şeydi. O bir kadın, bir genç kız, bir anneydi ve çocukları için bundan daha fazlasını istiyordu. Bir işi olsun istiyordu; çalışmak istiyordu; günün birinde kendisine ve çocuklarına bakacak iyi bir adamla evlenmek istiyordu. Ancak hiç böyle bir erkekle karşılaşmamıştı. Şu anda tek varlığı çocuklarıydı ve onlara sevgisinden başka verecek hiçbir şeyi yoktu. Arada sırada kendisini yemeğe götüren erkek arkadaşının da bakmak zorunda olduğu üç çocuğu vardı. Ayrıca altı aydır işsizdi ve Henrietta’yla çıktığında çok fazla içki içiyordu. İkisinin sorunlarının da çözümü kolay değildi. Devlet yardımı ve zaman zaman buldukları geçici işlerden aldıkları parayla, ancak karınlarını doyurabiliyorlardı. İkisi de liseyi bitirmemişti. Yaşam bi-çimleriyle yaşadıkları yer çocukları için idam hükmü gibiydi.

Ambulans tiz bir gıcırtıyla hastanenin önünde durdu. Sağlık ekibi sedyedeki Dinella’yı koşarak içeri soktular. Küçük kızın kolunda serum, yüzünde oksijen maskesi vardı. Annesi, onun zorlukla da olsa hâlâ nefes alabildiğini biliyordu. Kendisi de kanlar içinde, kızının arkasından acil odasına koştu, ama yanına bile yaklaşamadı. Bir düzine kadar hemşire ve doktor etrafın-daydı. Travma ünitesine götürmek için acele ediyorlardı. Henrietta neler olduğunu, ne yapacaklarını sormak için peşlerinden gitti. Kızı iyileşip iyileşemeyeceğini öğrenmek istiyordu. Birisi yüzüne bir kâğıtla bir kalem dayadığında, aklından binlerce soru geçiyordu. “Şunu imzala!” dedi, hemşire sertçe. “Bu nedir?” diye sordu Henrietta panik içinde. “Ameliyata almak zorundayız. Çabuk, imzala şunu!” Henrietta denileni yaptı. Bir saniye sonra, tek başına koridorda dikilmiş, hızla geçen diğer sedyeleri, hastaları, ameliyat odalarına koşan hemşire ve doktorları izliyordu.

Kendisini tam anlamıyla kaybolmuş gibi hissediyordu; dehşet ve panik içinde hıçkırarak ağlamaya başladı. Yeşil hastane giysileri içinde bir hemşire yanına yaklaşarak kolunu omzuna doladı. Onu sandalyelerin bulunduğu yere götürdü ve yanına çömelerek nazik bir sesle teselli etti. “Kızın için ellerinden geleni yapacaklar.” Ancak hemşire, küçük kızın durumunun kritik ve kurtulmasının zor olduğunu duymuştu. “Ona ne yapacaklar?” “Yarayı kapatıp kanamayı durduracaklar. Buraya gelmeden önce, oldukça kan kaybetmiş.” Bu büyük bir yalandı. Sadece çocuğun annesine bakmak bile durumun ne kadar dehşet verici olduğunu anlamaya yeterdi. Henrietta baştan aşağı kan içindeydi. İkisi de olayın korkunçluğunun farkındaydı. “Onu vurdular… vurdular kızımı…” Polisin mi yoksa kovaladıkları adamların mı yaptığını bile bilmiyordu. Zaten artık bunun hiçbir önemi yoktu. Dinella ölürse, iyi adamlar olmuş, kötü adamlar olmuş, kimin öldürdüğü ne fark ederdi ki? Hemşire, Dr. Steve Whitman’in anons edildiğini duyduğunda, Henrietta kadının elini tutmuş, çaresizlik içinde ağlıyordu.

Dr. Whitman, travma bölümündeki ikinci kişiydi ve travma konusunda New York’un en iyi doktorlarından biriydi. “Eğer biri kızım kurtaracaksa, bu, odur. En iyisidir. Burada olduğu için çok şanslısın.” Ancak Henrietta kendini şanslı hissetmiyordu. Yaşamı boyunca kendini asla şanslı hissetmemişti. Küçük bir çocukken, babası tıpkı bu olayda olduğu gibi, bir sokak kavgasında öldürülmüştü. Annesi onu ve kardeşlerini New York’a getirmişti, ancak yaşam burada da farklı olmamıştı. Sadece sıkıntılarını bir yerden bir yere taşımışlar, hiçbir şey değişmemişti. Eğer bir fark varsa, o da New York’taki yaşamlarının daha kötü olmasıydı. Anneleri daha iyi bir iş bulsun diye gelmişlerdi buraya, ama bulamadı. Bütün buldukları, Harlem’deki, yoksulluk dolu; daha iyi bir yarın umudunun olmadığı daha zor bir yaşamdı. Hemşire, Henrietta’ya biraz su ya da kahve isteyip istemediğini sordu. Genç kadın başını sallayarak istemediğini belirtti.

Keder ve dehşet içinde oturup bekledi. Hâlâ ağlıyordu. Duvardaki kocaman saatte dakikalar akıp gidiyordu. Beşe beş vardı. Saat tam beşte Dr. Steve Whitman ameliyat odasına rüzgâr gibi girdi. O gelene kadar görevde olan nöbetçi doktorlar da odayı doldurdular. Steve Whitman uzun boylu, güçlü ve gergindi. Kısa kesilmiş koyu renk saçları ve kızgın yüzünde iki siyah kaya gibi dururan siyah gözleri vardı. Bu, öğleden sonraki ikinci silahla vurulma olayıydı. Daha önce getirilen hasta saat ikide ölmüştü. On beş yaşmda bir gençti; öldürülmeden önce rakip k 10 çetenin üç üyesini vurmayı başarmıştı. Steve onu kurtarmak için her şeyi yapmıştı, ama çok geçti. En azından Dinella Washington bir şansa sahipti. Belki.

Ancak nöbetçi doktora göre bu çok küçük bir şanstı. Ciğerleri delik deşik olmuştu ve kurşun çıkmadan önce kalbini sıyırmış, bu da önemli bir hasara yol açmıştı. Dinlediği korkunç hikâye bile Steve Whitman’in umudunu tümüyle yitirmesine neden olmadı. Çocuğu kurtarmak için mücadele ederken, Steve emirler yağdırdı. Kızı kaybedeceğini anladığında on dakikadan fazla kalp masajı yaptı. Yaşaması için bir kaplan gibi savaştı, ancak — her şey onlara karşıydı. Hasar çok büyük, çocuk çok küçük, şans çok zayıftı. Şeytanın kuvvetleri, onun deneyiminden ve neşterinden daha güçlüydü. Dinella Washington saat altıyı bir geçe öldü. Steve Whitman derin derin içini çekti, hiçbir şey demeden ameliyat masasından uzaklaştı. Yüzünde büyük bir öfke ifadesiyle, maskesini çıkartıp attı. Böyle günlerden nefret ediyordu. Birini kaybetmekten, özellikle suçsuz bir kurbandan başka bir şey olmayan çocukları kaybetmekten nefret ediyordu. Öldürülmeden önce üç kişiyi öldüren genci kaybetmekten de nefret etmişti. Hepsinden.

Hepsinin gereksizliğinden. Kayıp. Umutsuzluk. İnsan yaşamının amaçsızca yok edilişi. Kazandığında ise, ki sık sık olurdu bu, her şeye değerdi. Uzun saatler geceye de taşan bitmek bilmeyen günler. Kazandığı zaman, ne kadar uzun ve sıkı çalıştığı umurunda olmazdı. Ameliyat eldivenlerini çıkardı, ellerini yıkadı, başlığını çıkardı, aynaya baktı ve görev başında geçirdiği son yetmiş bir saatin yorgunluğunu gördü. Kırk sekiz saatten fazla görevde ya da çağrıda kalmamaya çalışırdı. Teorik olarak doğrusu buydu, ama pek ender gerçekleşirdi. Travma bölümünde planlarınıza tam olarak uyamazdmız. Şimdi ne yapması gerektiğini de biliyordu. Çocuğun annesine söylemek zorundaydı. Ameliyat bölümünden çıkarken çenesindeki kaslar gerildi. Anneyi bulabileceğini düşündüğü yere doğru yöneldi.

Kadına yaklaşırken kendini ölüm meleği gibi hissediyordu. Yüzünün kadın tarafından asla unutul-11 mayacağını bilerek ona doğru yürüdü; o andan itibaren, görüntüsü tüm yaşantısı boyunca kadının peşini bırakmayacak, kâbusunun bir parçası olarak kalacaktı. Çocuğun ismini hatırlıyordu. Hepsinin adını bir süre hatırlardı ve bunu kolay kolay unutamayacağını biliyordu. Olayı, koşulları, sonucu hatırlayacak ve kendini, keşke böyle olmasaydı, diye düşünmekten alıkoyamaya-caktı. Ne kadar az tanırsa tanısın, hastalarını fazlasıyla umursar-dı. “Bayan Washington mı?” diye sordu masadaki hemşirenin arkasından. Kadın karşısındaydı. Korku dolu gözlerle, başını sallayarak onayladı. “Ben doktor Whitman,” dedi. Çok uzun z a — mandır yapıyordu bunu. Bazen, gereğinden daha uzun zamandır, diye düşündüğü olurdu. Her şey çok tanıdık gelmeye başlıyordu. Artık veremeyceği umudu diri tutmamak için, çabucak söylemesi gerektiğini biliyordu; “Kızınız hakkında kötü haberlerim var.” Henrietta doktorun yüzünü, gözlerini gördüğünde acıyla soluk almıştı.

Ne söyleyeceğini daha önceden biliyor gibiydi. “Onu beş dakika önce kaybettik.” Bunu söylerken hafifçe kadının omzuna dokundu. Ancak kadın ne dokunuşunun ne de doktorun merhametinin farkındaydı. Sadece söylediklerini duymuştu… öldü… öldü… “Yapabileceğimiz her şeyi yaptık. Ancak mermi girerken de çıkarken de çok fazla zarar vermiş.” Sonra böyle ayrıntılar vermenin aptalca ve zalimce olduğunu hissetti. Mermi ne yaptığı, ne zaman yaptığı ne fark ederdi? Önemli olan, onun çocuğunu öldürmüş olmasıydı. Küçük kız, yaşadıkları umutsuz savaşın bir başka kurbanıydı, bir istatistikti artık. “Çok üzgünüm.” O sırada kadın Whitman’a tutunmuş, gözleri çılgın gibi bakıyor, aldığı kötü haberin şokuyla nefes alabilmek için mücadele ediyordu. Düşündüğü olmuştu; kadının böğrüne bir yumruk atmıştı sanki. “Niçin bir dakika oturmuyorsunuz?” dedi. Ona doğru yaklaştığında kadın haberleri alabilmek için ayağa kalkmıştı ve şimdi bayılacak gibiydi. Gözleri kaydı, Dr.

Whitman kadını bir iskemleye oturttu ve hemşireden bir bardak su istedi. 12 Hemşire hemen getirdi, ama çocuğun annesi içemedi. Aldığı haberi kabul etmeye çalışırken tuhaf, boğuk sesler çıkarıyordu. Steve Whitman, çocuğu öldüren silahlı adam değil de, kendisiy-miş gibi hissetti. Kurtarıcı olmaktan hoşlanırdı ve zaman zaman bu gerçekleşirdi de. Çevresinde ona şükran ve minnet duygularıyla boynuna atılan karılar, kocalar ve anneler de olurdu. Ancak bu kez farklıydı. Kayıplardan öylesine nefret ediyordu ki! Ancak çoğu zaman şans kendisinden yana olmuyordu. Henrietta Washington ile kalabileceği kadar uzun kaldı ve sonra onu hemşirelere bıraktı. On dört yaşında ikinci kat penceresinden düşen bir genç kız için tekrar çağrılıyordu. Ameliyathanede dört saat kaldı. On buçukta kızı kurtardığını ümit ederek dışarı çıktı. Ve nihayet saatler sonra ofisine gidebildi. Gecenin sakin kısmı başlamıştı; en kötü vakalar gece yarısından sonra gelirdi. Masasının üzerindeki soğuk kahveyi ve iki kurabiyeyi atıştırdı.

Kahvaltıdan beri bir şey yemeye zaman bulamamıştı. Resmi olarak kırk sekiz saat görev yapmış; ikinci bir kırk sekiz saat de bir meslekdaşı karısının doğumuna gittiği için gönüllü olarak çalışmıştı. Eve gitmek için çok gecikmişti, ama o zamana kadar da fırsat bulamamıştı. Masasının üstünde imzalanacak bir yığın kâğıt vardı, bunları bitirir bitirmez eve gidebilirdi. Onun yerine bir başka doktor göreve başlamıştı. Uzun uzun içini çektikten sonra telefona gitti. Meredith’in uyanık, hatta belki de ofiste olabileceğini biliyordu. Son birkaç haftadır çok meşguldü. Eve dönmemiş, hatta hâlâ toplantıda olabilirdi. Telefon bir kez çaldı ve o, cevap verdi. Sesi de kendi gibi sakin ve soğukkanlıydı. Birbirlerini iyi bir şekilde dengeliyorlardı. Steve’in volkanik öfkesi, Meredith’in ipeksi yumuşaklığı ile dengeleniyordu. Durum ne kadar çıldırtıcı olursa olsun, Meredith krizlerin doruğunda bile her zaman sakin kalmayı başarırdı. Sessiz, zarif ve soğukkanlıydı.

Bütün varlığıyla kocasının tersiydi. “Alo?” dedi, karşısındakinin Steve olduğundan emin olmadan. Muazzam bir işi sonuçlandırmak üzereydi ve bu saatte arayan ofisten biri de olabilirdi. Meredith Smith Whitman, Wall Street’in en saygıdeğer yatırım bankalarından birinin ortaklarındandı ve kendi alanında büyük bir saygınlığı vardı. Yüksek fi-nans dünyasıyla yaşar; onu solur, onu yer içerdi. Tıpkı Steve’in travma alanında işine gömüldüğü gibi. Her ikisi de yaptıkları işi seviyordu. Onlar için işleri yaşamlarına egemen olan birer tutkuydu. “Merhaba, benim,” dedi Steve, yorgun, üzgün, ancak telefona cevap almak onu rahatlatmıştı. “Sesin çok yorgun geliyor,” diye cevap verdi Meredith, sempatik ve ilgili bir sesle. “Öyleyim,” dedi Steve, karısının sesini duyduğu için gülümseyerek. “Sadece ofiste bir gün daha geçti. Daha doğrusu üç gün.” Cuma gecesiydi ve salı sabahından beri karısını görmemişti. Yıllardır bu şekilde yaşıyorlardı.

Buna alışmışlar, bu şekilde çalışmayı ve yaşamayı öğrenmişlerdi. Genç kadın, kocasının iki, üç günlük nöbetlerinin ya da eve geldikten birkaç saat sonra dönmesini gerektiren acil durumların yabancısı değildi. Ancak karşılıklı olarak, birbirlerinin işine sağlıklı bir saygı gösterirlerdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir