Danielle Steel – Yıldızlar Sönünceye Dek

Uzun boylu, sıfır beden, küçük göğüslü kırk beş manken bir yandan saçıyla makyajını yaptırıp bir yandan da son dakika değişiklikleri nedeniyle ayakkabılarla elbiseleri denerken, New York merkezindeki Hotel Pierre’in balo salonunda odanın atmosferi heyecan doluydu. Bir kameraman Moda Haftası üzerine bir belgesel için onu çekerken, David Fieldston mankenleri dikkatle inceliyor, kış koleksiyonu için nelerden ilham aldığını anlatıyordu. Kırklarının sonunda, kır saçlı, şık bir adamdı ve yirmi yıldır moda dünyasının önemli isimlerinden biriydi. İki yıl önce iflasın eşiğinden dönmüştü; moda basını tasarımlarının enerjiden yoksun olduğunu, işlerinin hep birbirini tekrar ettiğini ve artık pilinin bittiğini yazıp çizmişti. Neyse ki şimdi, güç kaynağı Jenny Arden sağ olsun, yeniden ayaklarının üzerine kalkmıştı. Geçen yıl şimdiye kadarki en başarılı sezonuydu. Tasarımları, tıpkı kariyeri gibi yeniden şahlanmıştı. Jenny Arden ona danışmanlık yapmaya başladığından beıi, hazırladığı her koleksiyon rengârenk, yeni ve taze fikirlerle dolu, capcanlıydı. David artık resmen boyut değiştirmişti, altın çağını yaşıyordu ve içten içe her şeyi Jenny’ye borçlu olduğunu düşünüyor, en yakın dostlarına ve iş arkadaşlarına onun bir deha olduğunu söylüyordu. Jenny bu konuda mütevazıydı, çünkü tasarımları kendisi yapmıyordu, bununla beraber araştırmaları yürütüyor, koleksiyonları heyecan verici ve etkileyici kılan yeni ilhamlar buluyordu. David ile sezonlar arasında haftada birkaç kez bir araya geliyordu; David koleksiyonu sunar o her an göreve hazırdı, her detayla ilgileniyordu. Bunun karşılığında David ona azımsanmayacak bir rakam ödüyordu. O Jenny’nin tek müşterisi değildi, fakat şimdiye kadarki en etkileyici başarısı olduğu aşikârdı. Jenny moda aşkıyla kazandığı parayı bileğinin hakkıyla kazanıyordu ve çocukluğundan itibaren bu tutkusunun peşinden gitmişti. Fransız büyükannesi bir zamanlar Paris’teki haııte couture atölyelerinin aranan ismi, annesi de saygıdeğer bir terziydi.


Jenny çocukken Philadelphia’da, Paris’in couture mağazalarının en kaliteli tasarımlarıyla elbiselerini özenle kopyaladıkları küçük, fakat saygın bir dükkânları vardı. Kendini bildi bileli bu ortamda olan Jenny, on sekizinde bir tasarımcı olma hayaliyle New York’taki Parsons Tasarım Okulu’na gitmişti. Dersleri ıstırap verici derecede sıkıcı bulmuş, drape teknikleri ve kumaşlarla boğuşamayacak kadar yeteneksiz ve sabırsız olduğunu keşfetmişti. O trendlerle ve modanın aldığı yönle daha çok ilgileniyordu. Son yıllarda müşterileri onun kâhinlik yetenekleri olduğunu, rağbet görecek şeylerin kokusunu aldığını söylüyordu. Jenny her şeyi öngörüyor ve öngörüsü gerçekleşince de ipleri elinden bırakmıyordu. O bir stil direktörü, çalıştığı tasarımcıların ilham perisiydi ve ne kadar ufak olursa olsun, hiçbir ayrıntı onun dikkatli gözlerinden kaçmıyordu. Aksesuvarlann ve bir moda tarzını taşıma biçiminin meselenin özü olduğunda ısrar ediyordu. Bir elbise, bir mont veya bir şapka tasarlamak yetmezdi; Jenny tasarladığı şeyi nefes alan bir şeye dönüştürmesi gerektiğine inanırdı, artık bir eşya değil, yaşayan bir şey olmalıydı. İşine tutkuyla bağlıydı ve vizyonunu, enerjisini müşterilerine aktarıyor, bu da kıyafetler podyumda sergilendiğinde, açığa çıkıyordu; tıpkı az sonra David Fieldston, New York Moda Haftası kapsamında moda basını ve satın alacaklara koleksiyonunu gösterdiğinde olacağı gibi. Kalabalık nefesini tutmuş, şovun başlamasını bekliyordu. David röportaj verirken, Jenny de işinin başında, mankenlerin arasında dolanıyor, dikkatli gözlerle saç ve makyaj sürecini takip ediyor, bir mankene giydirilen elbiseyi düzeltiyor, bir ceketin yakasını kaldırıyor, bir bileziğin tokasını takıyor, son dakikada ayakkabı değişikliği yapıyordu. Kıyafetleri giydiren görevlilerden biri, sanki bir oyuncak bebekle oynarmış gibi bir mankene elbisesini giydirirken, “Hayır, hayır, hayır!” dedi kaşlarını çatarak. “Kolye ters takılmış, kemer de baş aşağı dönecek.” Gereken değişiklikleri yaptı, başını salladı, sonra bir hışım odanın diğer ucuna, dantelli, transparan bir elbisenin içinde, dikişin bitmesini bekleyen mankenin yanına gitti.

Defileden önce fermuvarı takacak zaman olmamıştı. Bu hep olurdu. Jenny bu elbisenin şovun yıldızı olacağını biliyordu; onu kısmen usturuplu gösteren ten rengi bir tanga dışında, mankenin vücudunun büyük kısmını ve göğüslerini görmek mümkündü. David bu konuda gergindi, fakat Jenny artık 1975 yılında yaşadıklarını, halkın göğüs görmeye hazır olduğunu söyleyerek telkin etmişti onu; başka bir yerde olmasa da en azından podyumda. Rudi Gemreich de aynı karara varmıştı, cesur tasarımları baş döndürücüydü ve iyi yorumlar almıştı. Vogue dergisiyse, 1963 yılında başeditör Diana Vreeland dergide göğüsleri göstermeye başladığından beri, yani on iki yıldır bunu yapıyordu. Diana Vreeland, Jenny’nin rol modeli ve idolüydü. Jenny on bir yıl önce, Parsons’tan mezun olduğunda parasını kazanmak için Yedinci Cadde’de çalışmak ve tasarımcılık yapmak istemediğini fark ettiğinde, Vogue’da getir götür işleri yapmaya başlamıştı. Bayan Vreeland’ın başeditörlük görevi sırasında, yavaş yavaş “dolap sorumlusu” görevine yükselmişti. Diana Vreeland, Jenny gelmeden dört yıl önce Vogue’da çalışmaya başlamıştı. Dolap, bütün muhteşem kıyafetlerin tutulduğu yerdi ve modaya tutkuyla bağlı, kendini bildi bileli ona âşık bir genç kız için, cennetin ta kendisiydi. İçeri girip çıkan bütün o güzel şeylere dokunma, fotoğraf çekimleri için nasıl kombinlendiklerini görme şansı elde etmişti. Jenny kısa süre sonra meşhur Bayan Vreeland’ın dikkatini cezbetti, sonra resmen onun ayaklarına kapanarak birinci asistanı olmayı başardı. Derken Jenny beş yıl sonra dergiyi bırakma kararı aldı. Herkes ona bu mükemmel işi bıraktığı için deli olduğunu söyledi.

Fakat o kendi moda danışmanlığı şirketini kurmak, tasarımcılara hizmet vermek, kendi fotoğraf çekimlerini düzenlemek istiyordu. İşin ilginç yanı projesi için tek desteği de ona gizli gizli doğru şeyi yaptığını söyleyen Bayan Vreeland’dan aldı. Diana Vreeland, Vogı/e’u onunla neredeyse aynı zamanda bıraktığında, Jenny çok şaşırdı. Bayan Vreeland, Metropolitan Sanat Müzesi Kostüm Enstitüsü’nde danışmanlık yapmaya başladı; o gün de David Fieldston’un defilesini izlemek için Pierre’deki seyircilerin arasında yerini almıştı. Jenny’ye karşı hep inanılmaz sıcak yaklaşmış, Jenny de ona daima sadık olmuştu. Kendine has beğenileri olsa da onunla çalıştığı her bir gün editörün dehasına şahit olmuş, ondan çok fazla şey öğrenmişti. Jenny, bir kukla oynatıcısı gibi, sahne arkasından ipleri oynatırken, hiç kimse onu fark etmesin diye tepeden tırnağa siyahlara bürünmüştü. Bayan Vreeland da öyle. Jenny’nin uzun parlak saçları dümdüz, köşeli bir kesimle omuzlarına dökülüyordu, yüzünde çok az makyaj vardı ve iri gözleri etrafı tarıyordu. Şimdi bütün mankenler giyinmişti, Jenny ise hâlâ onları bir şahin gibi izliyor, başka hiçbir şey düşünmüyordu. Saniyeler sonra balo salonu sessizleşti, ardından müzik başladı. Ortamdaki gerginliği almak için açılışı bir Beatles şarkısıyla yapıyorlardı. Sergiledikleri kıyafetler yedi ay sonrası, yani sonbahar sezonu için hazırlanmıştı, böylece mağazaların satın alıcıları şimdiden sipariş verebilirdi. Hiç kimse şubat ayının başında olduğunu, dışarıda kar yağmasını umursamıyordu. Siparişlerin aylar öncesinden verilmesi gerekiyordu.

Jenny, podyuma çıkmak üzere sıraya giren mankenleri izlemeye devam etti. O da neredeyse onlar kadar uzun boyluydu, tabii topukluları saymazsak. Uzun, ince, güzel bir kadındı, fakat bu sersemletici moda dünyasında görünmez olmayı, daima işin mutfağında koşturmayı seviyordu. Defilenin prodüktörü ona başını sallayarak ilk kızın çıkması için işaret etti. Jenny, “Çık!” dediğinde, güzeller güzeli bir manken siyah kadife perdelerden girip balo salonunun diğer ucuna uzanan ve kurulması iki gün alan podyumda yürümeye başladı. Podyum bakırdan yapılmıştı ve Jenny kızlara yürürken kaymamaları için dikkat etmelerini tembihlemişti; bu on altı santim topuklu ayakkabılarla pek kolay iş değildi tabii. Bu ayakkabılar standart numara, ön üretim prototiplerdi ve genellikle mankenlerin ayağına uymazdı. Podyum boyunca bir ayaklarını diğerinin önüne atıp salınarak yürürken, bu işi çocuk oyuncağıymış gibi göstermek zorundalardı. Aralarından biri bu rahatsız ayakkabılarla kaygan zeminde düşerse, bu ilk sefer olmayacaktı. Ne olursa olsun, devam etmek zorundalardı. Jenny kızlar çıkmadan önce minik detaylarla uğraşıyor, her birine, “Çık!” diye komut veriyordu, podyumdaki kızlar soyunma odasına döndüklerinde, görevliler onları soyup başka kıyafetler giydiriyorlardı. David Fieldston her şeyi biraz uzaktan takip ediyordu, her zamanki gibi gergin görünüyordu, fakat Jenny balo salonunda kopan alkıştan şovun iyi gittiğini anlamıştı. Zaten David, Jenny’nin yardımıyla harikulade bir sonbahar koleksiyonu hazırlamıştı. Jenny onun sevdiği birkaç parçayı reddetmiş, yerlerine yeni parçalar önermişti, neyse ki bu işe yaramıştı. David onu müdahaleleri ve zaman zaman tuhaf görünen önerileri için daima affederdi.

Ona bu iş için para veriyordu ve Jenny’nin önerileri şimdiye dek hep işe yaramıştı. “İşte, yine başardın!” diye fısıldadı gülümseyerek, sonra da mankenlere katılmak için podyuma fırladı. Alkış sesleri sağır ediciydi. Jenny, onu yalnızca iki sene içinde bir ikon yapmıştı. David onun katkılarının değerini hiç aklından çıkarmazdı. Jenny için her şeyin en güzel yanı, işini çok sevmesiydi. O her zaman bu işi yapmak, modayı insanlarla buluşturmayı istemişti. Sadece hoş elbiseler tasarlamak değil, ayrıca moda yaratmak ve onu bir mantığa oturtmak, onu hafızalara kazımak, her kadının arzulayacağı bir şeye dönüştürmek… Moda kendini bildi bileli onun tutkusu olmuştu ve artık her gün onunla uğraşma fırsatı vardı. İçinde küçük çengelli iğnelerin olduğu keseleri ve iki tarafı yapışkanlı bandı çantasına attı, paltosunu üstüne geçirip kapıdan fırlarken, defilenin olabilecek en iyi şekilde geçtiğini düşündü. Yeni bir müşterisi için düzenlediği bir sonraki defilesi iki saat sonra şehir merkezindeki bir tiyatroda başlıyordu. Moda Haftası tam bir çılgınlıktı ve Jenny her anma bayılıyordu. Önceki gün bir müşterisi için henüz yeni defile yapmıştı ve sonraki gün de iki tane daha vardı. Tasarımcılar sonraki sezon için koleksiyonlarım sergilemek amacıyla şehrin her yanından restoranlar, çatı katları, tiyatrolar veya David Fieldston gibi Pierre’de balo salonları tutuyordu. Jenny gibi yoğun çalışan biri için bu mekânlara yetişmek resmen bir yarıştı. Yeni müşterisi genç tasarımcı Pablo Charles, şovu için kiraladığı Broadway yakınlarındaki bir tiyatroda nefesini tutmuş, onu bekliyordu.

Jenny elinde ağır bir poşetle Hotel Pierre’in lobisinden koşar adım geçerken, uzun boylu, yakışıklı bir adam ona yetişmek için arkasından koştu. Boyu Jenny’den bile uzundu; torbayı onun elinden kaptığında, Jenny dönüp ona gülümsedi. Defileyi izlemeye gelen kocası Bili’di bu. Defileleri kaçırmamaya çalışır, Jenny’nin başarılarıyla daima gururlanırdı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir