Donald M. Nicol – Bizansın Soylu Kadınları

Başkenti, Şehirlerin Kraliçesi Konstantinopolis’ten dört bir yana ışık saçmış olan Bizans İmparatorluğu, yaklaşık 1100 yıl süreyle varlık gösterdi. Ortaçağın en uzun ömürlü siyasi kurumu oldu. İnsanı olsun, yöneticileri olsun, içgüdüsel olarak muhafazakârdı. Bu muhafazakârlık, sanat ve edebiyatta yansımasını bulur. Tanrının, oğlunun cismani varlık kazanmasıyla, bakirenin doğurmasıyla ve dirilişle vahyettiği, sanatçıların değişmez standartları oldu. Vahilerin tasvirinde başvurulan kalıplar, ufak tefek çeşitlemeler hariç, hiçbir şekilde değişikliğe uğramadan kaldı. Onları değiştirmek tehlikeli olurdu. Edebiyattaki standartlar ise eski Yunanlıların kullandığı dil ile üslubun, kabul edilebilir Hıristiyan formlarına sokulmasına dayanıyordu. Hayat, fikriyat ve edebiyatın bu modelleri asla değişemezdi. Ne de olsa imparatorluk ile onun kilisesi. Tanrı tarafından kutsanarak himaye altına alınmıştı ve sonsuza dek ayakta kalacaktı, yahut en azından İsa’nın ikinci gelişine ve bu gözyaşı vadisinin geride kalışına kadar. Ama ne olursa olsun bu kadar uzun bir zaman diliminde toplumda değişimler yaşanıyordu; bunların bir kısmı, yaşarken güçlükle gözlemlenebilecek kadar muğlak, bir kısmı ise daha rahatsız edici, açıkça fark edilen değişimlerdi ve imparatorluğun güvenliğini, ekonomisini, sınırlarını etkiliyordu. Yapı itibarıyla muhafazakâr olan BizanslIlarda genellikle bütün karamsarlar gibi her türlü değişimin kötü olduğuna inanıyorlardı, özellikle de Hıristiyan toplumlarının o bildik ve kutsal âdetlerinde meydana gelen değişimlerin. Kilisede “sapkınlık” lafını etmemek için “yenilik” kelimesini kullanmak sıradan bir olaydı. Günlük hayat ve toplumsal âdetlerde meydana gelen değişime dair o huzur bozucu emareler için de geçerliydi bu.


14. yüzyılda bir bilgin, kendi zamamnm Konstantinopolis’inde insanların yabancı ve acayip başlıklar takarak dolaşmasından şikâyet etmekteydi. Genç kuşağın değişen modalara uymasında dünyanın sonuna dair alametler gören orta yaşlı ve ihtiyarlann diline bu türden yakınmalar pelesenk ol­ muştu. Düşüncede ve toplumsal faaliyetlerde meydana gelen değişimler ise bir başka konuydu. Bizans’ın son yüzyıllarında böyle birçok değişim oldu. Bunlardan biri de toplumda kadınlara yönelik tutumlar ile kadınlann bu toplum içinde kendi yerlerini algılayışında meydana gelen değişimdi. Bu konuyu örneklerle açıklamak üzere on kişi seçtim. Hepsinin de aristokrasi mensubu olmakla övündüklerini söyleyerek seçimime itiraz etmek mümkündür. Ama bundan kaçımlamaz; seçimi belirleyen, eldeki kaynak malzemedir; geride isimlerinden başka hiçbir kayıt bırakmamış olan insanların biyografisini bizler uyduramayız. Burada hayatlarını anlattığım on kadın “Hanımefendi ” diye nitelenmeyi tercih ederlerdi, zira hepsi de toplumun yüceltilen bir sınıfının mensubu olarak dünyaya geldiklerinin bilincindeydi. Hepsi, doğuştan ya da evlilik yoluyla olsun, mevki ve unvan konusunda gayet açık tanımlanan belirli ayrıcalıklara hak kazanmış kişilerdi. Zaten öyle olmasalardı haklarında bu kadar şey bilemezdik. O çağa ait mevcut kaynaklarda, Bizans İmparatorluğu’nun son dönemlerinde kent ya eda köylerdeki daha mütevazı kadınların nasıl yaşayıp neler yaptığına dair pek bilgi yoktur. Bu kadınların Konstantinopolis ya da Thessalonike’nin (Selanik) üst sınıflarına mensup kız kardeşleri hakkında daha çok belge bulunduğu gibi, ikinci grup zaten daha ilgi çekici şahsiyetlerden oluşur. Konstantinopolis Patrikliği’nin 14.

yüzyıldaki kayıtları, kilise mahkemelerine şikâyette bulunmuş birçok kadının davasını içerir. Azizlerin hayat hikâyeleri de Bizans toplumunda kadınların yaşantısına dair aydınlatıcı bilgiler sağlar. Ancak bu bölük pörçük bilgilerden belirli bir kimsenin biyografisini çıkarmak pek olacak iş değildir. Özellikle Aynaroz ve benzeri yerlerdeki büyük manastırlann mülkiyetindeki topraklarla ilgili bazı arşiv belgeleri de köylü ailelerin hayatına dair dağınık bilgiler sağlamaktadır; bunları istatistik veriler haline getirmek mümkündür. Beklenebileceği gibi bu belgelerden, çiftçilerin karılarıyla kızlannın, çobanların ve köy papazlarının zorlu, genellikle de sıkıcı hayatlar sürdüğü anlaşılmaktadır. Haberlere konu olanlar ise her zaman kentli hanımlardır; ayrıca bir zamanların dünyadan habersiz, utangaç, uysal, erkeğin hükmü altında yaşayan Bizansh kadın klişesinde de değişimler olduğuna dair emareler, yine onların hayat hikâyelerinde kendini gösterir. Kilise, söz konusu değişimin farkına varmış ve bundan hiç hoşlanmamıştı. Aziz İoannes Hrisostomos ya da John Knox* tarzı eski kafalı ve • John Knox (1514(?)-72), Iskoç din bilgini ve tarihçisi. 1560’ta Iskoçya Presbiteryen Kilisesi’ni kurdu. Başlıca tarih yapıtı History o f the Reformation in Scotland dır (1586). bağnaz piskoposlarla keşişler, kadınların kulağa değil göze hitap etmek üzere yaratılmış olduğuna inanıyordu. 1300 dolaylarında Patrik I. Athanasios, Ayasofya’ya makyajlı ve altınlarıyla mücevherlerini takıp takıştırmış giden yüksek tabaka mensubu kadınları yeriyor, sadece gösteriş peşinde olduklarını söylüyordu. Aziz mertebesinde görülen Meteoralı keşiş Athanasios ise kadınlara bakmamak, bir kadının yaklaştığını görünce kaçmak gerektiğini söyleyecek kadar ileri götürmüştü işi. Ona göre kadın, “tene müptela olmuşların ihtiraslarını canlı tutan bir bela” idi.

Yine 14. yüzyılın Konstantinopolis patriklerinden Pilóteos, kenti dolduran sığ ve boş kafalı aristokrat hanımlara lanetler yağdırır; bunlar, kibir dolu asaletlerini eblehlikle ve kilisede bölünme yaratma merakıyla birleştirerek kötü bir şöhret kazanmış, bir sürü insanı da peşlerine takmışlardır. Ortodoks kilisesinde aziz mertebesine yükselmiş birine yaraşır Hıristiyanca bir garez değil bu. Yine de azizin serzenişlerinde bir hakikat payı vardı. Ne de olsa 13. ve 14. yüzyıllarda Bizanslı kadınlar, önceki kuşaklara göre daha özgür hissediyorlardı kendilerini ve yaptıklarında olsun, söylediklerinde olsun daha fazla özgüven sergilemekteydiler. Bizans toplumu, bütün dönemlerde de olduğu gibi, kelimenin her anlamında yine ataerkildi. Ancak sık sık da imparatoriçe, prenses, ana, rahibe gibi kimliklerde güçlü, mütehakkim kadınlar çıkarıyordu. Bunun en ünlü örnekleri İustinianos’un karısı İmparatoriçe Theodora, entelektüel prenses Anna Komnena ve 8. yüzyıl sonunda yaşayıp tam bir imparator olarak hüküm süren, hatta az kalsın Charlemagne ile evlenecek olan İmparatoriçe Eirene’ydi. Bunlar istisnaydı gerçi, ama imparatoriçelerle prenseslerin de zaten istisna olması beklenir; sonraki kuşakların, köylülerin karıları ile kızları hakkında değil de bu saydığımız kişiler hakkında bilgi edinmeye heves göstermesinin sebebi de budur. Düşündüklerinde, söylediklerinde, yaptıklarında ortalamanın üstüne çıkmışlardı bu kadınlar. Bizanslılar iflah olmaz birer züppeydi. Yunanca’nm, konuşma diline tamamen uzak, son derece belagatli bir formunda ürün veren tarihçileri, bize kendi zamanlarının sıradan erkekleriyle kadınları hakkında pek bir şey anlatmazlar.

Yazdıkları tarihin nesnesi zirvedeki insanlardı. Yunanca kökenden geldiği halde demokrasi, ağza alınmayacak bir sözdü onlar için ve tehlikeli bir kavramdı. Akla yakın tek yönetim biçimi monarşiydi. Anlatılarının kahramanlan da imparatorlar, saray efradı, komutanlar, devlet ve kilise görevlileriydi. Sonraları zirvedeki bu insanların arasına servet ve nüfuz sahibi kimseler de girdi ki onlardan “iyi aileden gelenler,” “güçlüler” ya da altın elit diye söz ediyorlardı. Kişinin kendi çabasıyla hak ettiklerindense, ailesinden gelen özelliklerine önem verilirdi. Oysa Bizans toplumunun ilk dönemlerinde soyadı ya da aile adı o kadar önemli değildi. I. Basileios gibi büyük bir im­ paratorun (867-86) atalan arasında şan şöhret sahibi kimse yoktu. 11. ve 12. yüzyıllara gelindiğinde ise işler değişmişti. Elit tabakaya mensup büyük aileler, mudaka bir aile adı kullanarak soylannın soplarımn ve tabii servetlerinin reklamını yapıyorlardı; analar ile kanlar da* ailenin şanından kendi paylarını almak üzere uzun uzun isimler kullanırlardı. 14. yüzyılda köken ve nüfiız açısından en çok öne çıkmış aileler Palaiologoslar ile Kantakuzenoslar’dı; 15.

yüzyıla gelindiğinde ise hemen hemen her elit mensubunun soyu bu iki aileden birine dayanmaktaydı. Sözgelimi İmparator îoannes Kantakuzenos’un (1347-54) annesi, imparator onun tek evladı olduğu halde kendini Theodora Palaiologina Angelina Kantakuzena diye tanıtmaktan gurur duyardı. 14. yüzyılın başlarında bir başka Theodora Palaiologina, yani İmparator VIII. Mihaü’in yeğeni, Konstantinopolis’te Umudun Bakiresi adı altında bir rahibe manastırı kurdu. Manasünn kuruluş beratının, yani tipikon’ımun metni, çağın yüksek sosyetesini yansıtan bir tür Gotha Almimağı’âvc. Rahibe Theodule adı altında Theodora’nın, ana babasının, çiftin diğer çocukları ile torunlarının adlarım ve portrelerini içerir. Manastır kumcusunun tam adı ise doğum ya da evlilik yoluyla mensubu olduğu bütün aileleri göstermektedir: Theodora Branaina Komnena Laskarina Kantakuzena Palaiologina. Bu önemli belgede, Theodora’nın babası Konstantinos Palaiologos’un dört kuşak boyunca atalarım oluşturan 18 kişinin adı geçer. Aristokrat aileler arası dayanışmaya dair benzersiz bir tanıtım belgesidir bu. Son dönem Bizans toplumunda aile biriminin nasıl muazzam bir önem taşıdığını ve belli başlı aileleri bir araya getiren bağları ortaya koymaktadır. Kadınlar, üstelik yalnızca ana ve eş konumunda olanları da değil, giderek toplumun ve imparatorluğun işleyişinde çok daha kamusal ve etkili bir rol üstlenmeye başlamışlardı. Gerçi mütevazı ve kendilerine yakışır davranışlar içinde olmaları beklenirdi. Yanlarında kimse olmadan sokağa çıkmaları bile hâlâ yakışıksız sayılırdı. Ama artık evlerinde sadece kachnlara ayrılmış bölmelerde oturmaları gerekmiyordu ve fikirlerini ifade etmekten, seslerini çıkarmaktan eskisi kadar çekinmiyorlardı.

Yaklaşık 1370’te Patrik Pilóteos, zamamn dini tartışmalarına taraf oldukları ve kilisede bölünme yarattıkları gerekçesiyle Konstantinopolis’in kafasız hanımlarını lanetlemekteydi. Çoğunlukla son derece muğlak ilahiyat meseleleri etrafında dönen bu tür tartışmalar, en azından 6. yüzyılda İmparatoriçe Theodora’nın zamanından beri Bizans’ta siyasetin yerini almıştı. Theodora, kocası İustinianos ile birlikte kilisede Monofizit hizbi destekledi ve Ortodoks Hıristiyanlar sapkın ilan edildi. İmparatoriçe, 787’de, sonra da 842’de Hıristiyan ibadetinde ikonlara özel olarak hürmet edilmesi gibi tartışmalı bir konuda görüşlerini açıkça ifade ederek ki­ lise tarihinin akışını değiştirmişti. Ancak genel bir kural olarak kadınlann, ne kadar önemli bir konumda bulunsalar da, böyle meselelerde görüş bildirmesi alışılmış bir şey değildi. Yine de aristokrat hanımlar 13. ve 14. yüzyıllarda kiliseyle ilgili işlerde imparatorluğun resmi politikasına karşı gelişen muhalefette olağanüstü aktif bir rol oynadılar, hatta inançlarından ötürü baskı ve zulme uğrayanlar oldu, imparator Mihail VIII. Palaiologos. Roma kilisesiyle birleşmeye hiç de istekli olmayan tebaasına bu düşünceyi dayatması yüzünden kendi kadın akrabalan arasında amansız düşmanlar edinmişti. Bunlann en önemlileri de rahibe Eulogia olarak bilinen kardeşi Eirene ile kızı Theodora Raulaina’ydı (bkz. 3. Bölüm). Her ikisi de görüşlerini isyankârca dile getirmelerinden ötürü sürgün edildi.

Ve ikisi de, çağdaşları kaypak erkekleri utandıracak bir manecl güç ile vicdan temizliği sergilediler. Aynı zamanda bu kadınların birçoğu, aileden gelen servetleri ve mülklerindeki topraklarla olağanüstü zengindi. Theodora Kantakuzena, oğlunun taht mücadelesini finanse edebilmiş, askerlerinin parasım kendi cebinden ödemişti. Ellerindeki mülkleri ailelerine yarar sağlayacak şekilde idare etmede son derece ustaydı bu kadınlar; hatta Theodora’nm gelini Eirene (bkz. 6. Bölüm) gibi kocalan ortalıkta yokken imparatorluğun ileri karakollarını savunup yönetebilenleri de vardı. Eirene Kantakuzena son derece sorumluluk ve cesaret sahibi bir eş olduğu gibi, kocasının en sadık, en itaatkâr destekçisiydi de. Evli bir kadının öncelikle ailesinin iyiliği için çalışması gerektiğini aklından asla çıkarmadı. 14. yüzyılda onun gibi kadınlar, evliliğin esas olarak çocuk yetiştirme amacıyla kurulduğunu, analığın ise kadınların en ayrıcalıklı işlevi olduğunu öngören ahlakı sorgulamazdı. Bizans toplumu yine de ataerkildi; fakat ev ile aileyi anne yönetir, bundan da büyük bir gurur duyardı. Bizans hukuku, ailenin ekonomik işlerini idare konusunda kadına önemli ölçüde özgürlük sağlamaktaydı. Kadının evlenirken getirdiği drahoma özellikle çocukları yararına kullanılır ve onun ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilirdi. Kadın, drahomasına el koyduğu ya da drahomayı kötü yönettiği gerekçesiyle kocasını mahkemeye verebilirdi. Cennette tasarlanıp kilisenin onayıyla kutsanmış Hıristiyan evliliği ideali elbette çoğu zaman hayata geçirilemiyordu.

Birbirine uygun görülen ailelerden kişiler arasında aşk birlikteliklerine ender rastlanırdı. Evlilikle sonuçlanan söz kesme cennette değil, kızlarının hem kendileri hem aileleri için en kârlı anlaşmayı yapmasını arzulayan ana babaların bir araya gelip mali ya da diplomatik konuşmalar yaptığı masada tasarlanıyordu. Drahoma sistemi, evliliklerin bu şekilde ayarlanmasını kaçınılmaz hale getirmese bile makbul hhyordu; zaten böyle meselelerde genellikle annenin değil ai­ le reisinin iradesine uyulurdu. Erkek evladın tersine, kızlar diplomatik ya da ekonomik amaçlarla kullanılabilecek birer meta olarak görülüyordu. Kilisenin onayladığı en erken evlilik yaşı kızlar için 12, oğlanlar için 14’tü (ya da 16). Bu yaştaki çiftlerin de pek itiraz hakkı olamazdı tabii, gerçi kural olarak damat, çocuk denecek yaştaki gelinden epey yaşlı, bazen de daha önce dul kalmış biri olurdu. Bu tür birliklerin en dehşet verici örneği, İmparator II. Andronikos’un beş yaşındaki kızı Simonis Palaiologina’nm 1299’da 50 yaşındaki Sırbistan Kralı Stcpan Milutin’le evlendirilmesiydi. Kilise bu evliliğe şiddetle karşı çıktı; nitekim birleşmenin sonucu, zavallı Simonis’in sağlığı vc mutluluğu açısından tam bir felaket oldu. Ama sözümona imparatorluğun bekası için küçük kız kurban edilmişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir