Gerard De Villiers – 07 Kara Cehennem

Julius Nieder adıyla tanınan adam, yanında katlı duran şantung ceketinin altına gizlediği tabancasını usulca kurdu. Stanleyville’deki bir garajda ucuna susturucu takılmış, 38 kalibrelik toplu bir Smith-Wesson’du bu. Tam bir saldırı silahı. Horozun arkaya kalkmasıyla çıkan madeni ses, Air Congo’ya ait DC 6’nın motorlarının uğultusunda kayboldu gitti. Uçak, tropikal kışın başlangıcında beliren korkunç bir kasırgadan kaçmak için devamlı tırmanıyordu. Julius Nieder, çok önemli bir göreve hazırlanmakta olmasına rağmen, son derece rahattı. Bir uçakta, elliye yakın yolcunun gözü önünde adam öldürmek kolay iş değildi. Ama Julius görevini başarmaya ve ilk durak olan Burundi’nin başkenti Bujumbura’ya sağ salim inmeye son derece kararlıydı. Bunun için de, yeterince üç kâğıda ve biraz da şansa ihtiyacı vardı. Öldürmek zorunda olduğu adam ise, orta geçi5 din öbür tarafında, kendisiyle aynı hizada, pencere yanındaki koltukta oturuyordu. Aralarında sadece bir yolcu vardı. Saat altı buçuktu ve hava kararmaya başlamıştı. Akşam yemeğini ve saat 10 olarak bildirilen Bujumbura’ya varışı bekleyen yolcuların çoğu koltuklara büzülmüş uyukluyorlardı. Viski ve konyağa itibar gösterenlerin çoğu yaşlı koloni askerleriydi ve zenci erkek hostes susuzluklarını gidermek için barla onlar arasında mekik dokuyordu. İçmeyen tek kişi Julius Nieder’di.


Görev başında asla içki almazdı. Yapılı vücudu, bronzlaşmış yüzü, seyrek saçları ile güven uyandıran bir görünümü vardı. Oysa, Kongo’da çalışmış en tehlikeli maceraperestlerden ve öldürme sanatını en iyi uygulayanlardan biriydi. Yamndaki koltuğa birinin gelip oturmaması için küçük bir çantayla bir sürü mecmua koymuştu. Başı koltuğa dayalı, gözleri yarı kapalı bir halde az sonra öldüreceği kurbanını izliyordu. DC 6 o sırada 600 metre yükseklikte, yemyeşil tropikal ormanın üzerinde uçuyordu. Uzun boylu, sarışın, gri takım elbiseli kurbanı ise, altın rengi gözlerini pencereye çevirmiş aşağıdaki ormanı seyrediyor, can sıkıntısını gidermek ve içindeki huzursuzluğu unutmak için devamlı parmağındaki şövalye yüzükle oynuyordu. Afrika’ya uzun zamandan beri ilk kez ayak basacaktı. Bu kıtaya oldum olası ısınamamıştı. Hele böyle garip koşullar altında ve dönme olasılığı çok zayıf bir yolculuk, şu sıra hiç de çekici değildi doğrusu. Eğer bir insan prens ise, Serenissime Altesleri ya da buna benzer birtakım unvanlar taşıyorsa ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun en es- ki ailelerinden birinin ferdiyse, o kişinin kalkıp da bir haberalma servisi hesabına çalışması hiç de akıl alır bir iş gibi görülmez… Hatta söz konusu haberalma servisi, Birleşik Amerika Casusluk Örgütü’nün gözbebeği Central Intelligence Agency gibi güçlü ve zengin olsa bile. îşte, Prens Malko Linge’in yani dostları ve düşmanları için SAS’ın, canını sıkan buydu. Gerçi çalışmak zorunda oluşunun nedeni açıktı ve kazandığı paranın tümü, günün birinde çekilip dinlenmeyi umut ettiği Avusturya’daki şatosunun salonu tarafından acımasızca yutuluyordu. Bütün bunlara rağmen, bu yolculuğun hiçbir değeri yoktu onun için. Şimdiye kadar birçok tehlikeden sıyrılmıştı, ama bu her zaman sıyrılacağı anlamına gelmezdi.

Yolculuğu, kendi adına düzenlenmiş ve gerçek milliyetini gösterir bir Avusturya pasaportuyla yapıyordu. İçinde de, Burundi’ye girişini sağlayacak yepyeni bir vize vardı. Aslında bu vizeyi almak pek kolay değildi: Burundi devrim hareketi içinde bir ülkeydi ve yabancıları kollarım açarak karşılayacak durumda değildi. Özellikle Malko gibi ne yapmaya geldiğini kolaylıkla açıklayamayacak kişileri… Neyse ki, Allan Pap adlı dostunun konsoloslukta tanıdığı vardı! Her şey üç gün içinde çözümlenmişti. Ama, Malko’nun da içine bir kurt düşmüştü. Çünkü vize işini korkunç bir süratle halleden bu kişiler, Malko’nun Burundi’ye inişinden “hoşnut olmayacaklar” grubuna dahildiler. Bu nedenle Avusturyalı, kendisini önemli dertlerin beklediğinden emindi. Ama yine de Elisabethville’in o ağır havasından kurtulduğuna seviniyordu. İki saat sonra, kızılca kıyametin tam göbeğinde olacaktı. O ana dek, biraz olsun kafasını dinle- meye hakkı vardı. Yanındaki şişko Yunanlı kalktıklarından beri anlaşılmaz dualar mırıldanıyordu. Kendisini Tanrı’ya yaklaştırmış olmasına rağmen, uçaktan hoşlanmadığı belliydi. Uçağın erkek hostesi bağırarak ortadaki koridordan geçti: — Sigaralar arka bölümde satışa çıkarılmıştır. Yunanlı, yanındaki yolcunun geçmesi için ayağa kalkarak yol verdi. Bir süre yerine oturmadı; uçağın içinde dolaşmakla kendini daha sakinleşmiş hissediyordu.

Diğer yolculardan da kalkıp arkaya gidenler oldu. Uyuşan bacaklarının açılması için iyi bir fırsattı bu. Hanım hostes sırayla her yolcunun önüne yemek tepsisini bıraktı: havyarlı tost, dana söğüş, salata, peynir, tatlı. Air Congo masraflarım böyle çıkarıyor olmalıydı. Julius Nieder bir süre gözlerini kapalı tuttuktan sonra tekrar açtı ve belli belirsiz kıstı. Sarışın adam yerine oturmuştu. Başının altına küçük bir yastık koyarak yüzünü pencereye dayamış, sırtım dönmüştü; uyuyordu. Yunanlı ise hâlâ uçağın içinde dolanıyordu. Kurbanını temizlemek için bundan iyi fırsat bulunmazdı. Kravat seçer gibi kendine bu adı seçmiş olan Julius Nieder, işte böyle bir fırsat kolluyordu. Elini usulca yanındaki ceketin altına kaydırdı. Koltuğun üzerinde katlı duran cekette bir şişlik olduğu farkediliyordu, ama bunun susturuculu bir silah olabileceği kimin aklına gelirdi? Julius Nieder bir anda kolunu kaldırdı. Silah ve silahı tutan eli ceketin koluna gizlenmişti. Çevresini göremeyecek kadar meşguldü. Eğer etrafına iyice bakmış olsaydı, öldürmesi gereken adamın arkada ayakta durduğunu farkedecekti.

Malko bir anda ne olup bittiğini kavradı. Aynı hizada arkasında oturan yolcu yerini şaşırarak Malko’nun koltuğuna geçmişti: Demek ki, katilin nişan aldığı kişi, aslında kendisiydi. Herhangi bir şey yapmak için çok geçti. Malko, ağzında bir kül tadı, belli etmeden geriledi. Kendisi yüzünden hoş yere bir adam ölecekti. Çaresizliğin yol açtığı öfkeyle gözleri kısıldı. Katilin ne yapmak istediğini yeni anlamıştı. Şeytanca bir plandı bu. Katil tetiğe dokunurken Malko elinden geldiğince ağzım açtı. Silahın belirsiz sesi, motorların gürültüsünü bastıran kuru bir patlamaya karıştı. DC 6 hava boşluğuna düşmüş gibi ani bir sarsıntı geçirdi. Arka tarafta, elindeki Winston kartonunu düşüren erkek hostes dişlerinin arasından küfretti. Uçağın içine buz gibi soğuk bir sis dolmaya başlamıştı. Garip sis kabinin her tarafına yayıldı. Ayakta duran Malko, dengesini kaybederek yere düştü.

Uçak dahşa geçmişti. SAS kulaklarında korkunç bir sancı hissetti; sanki birileri iğneyle kulak zarlarım deliyordu. Nihayet hoparlörden bir ses duyuldu: — Uçakta basınç ayarı bozukluğu olmuştur. Yolcularımızın yerlerine geçmelerini ve sigara içmemelerini rica ederiz. Malko el yordamıyla yanındaki boş bir koltuğa oturdu ve titrediğini hissetti. Birkaç dakika önce oturduğu yerin pencere camı yok olmuştu şimdi. Onun yerinde, -25 derece soğukluktaki buz gibi rüzgârın girdiği kara bir delik bulunuyordu. Isı birkaç saniye içinde 50 derece birden düşmüş, açı9 lan delikten kabin basıncı bir anda boşalmıştı. En ön sırada oturan iki yolcu bayıldı. DC 6 hâlâ alçalmaya devam ediyordu. Pilot kabininde, Kaptan De Kroncr dişlerini sıkıyordu. Yirmi yıllık meslek yaşamında ilk kez olarak yolcu dolu bir DC 6’yı pikeye geçiriyordu. Bir an önce atmosfer basıncının dayanılır olduğu bir yüksekliğe inmesi gerekiyordu. Üç kişilik mürettebat robotumsu bir tavırla hemen oksijen maskelerini takmıştı. Maskeler rahat soluk almalarım sağlasa bile, yine de soğuktan koruyucu bir özellikleri yoktu.

Telsizci Coty, Bujumbura’ya aralıksız mesaj gönderiyordu: “Burası C.JGOY. Pencere patlaması sonucu, Kimbasha üzerinde 7.500 fite alçalıyoruz. Saat 20.23.” Allahtan her zaman karşılaştıkları bir olay değildi bu! Yolcu kabininde, korkunun egemen olduğu bir sakinlik hüküm sürüyordu. Nihayet koca uçak yavaşça doğruldu. Yolcuların yüreği ağzına gelmişti, ama mavimsi sis giderek kayboluyordu. Hostesler ara koridorda dolaşarak yolcuları sakinleştirmeye çalıştılar: Tehlike atlatılmıştı. Malko’nun dışında cinayeti farkeden olmamıştı. Şişko Yunanlı yerine geçmeye karar verdi, fakat pencerenin yerinde koca bir boşluk görünce olduğu yerde kalarak bir çığlık attı; arkasından belli belirsiz bir haç çıkardı: — Burada biri oturuyormuş! diye mırıldandı. Yolcular yerlerinden kalkıp Yunanlının yanına geldiler. Malko da onları izliyordu. Yarandan geçen hostese döndü: — Şampanyanız var mı? ıo — Elbette, efendim.

Hemen getiriyorum. Yunanlı bir çığlık daha attı. — Ayakkabısının teki burada kalmış! Şişko haklıydı. Camın kırılmasıyla meydana gelen basınç farkı nedeniyle uçaktan fırlamadan önce adam pencerenin kenarına çarpmış ve bu arada varlığının tek kanıtı olan ayakkabısının tekini düşürmüştü. Malko, insanın saatte 250 kilometre hızla düşmesini düşünerek titredi. Dışarı fırlayan yolcu korkudan bayılmadıysa, geçirdiği son saniyeler kendisine çok uzun gelmiş olmalıydı! Yarı uykulu haüyle yerini şaşırmasaydı, şu an Malko büyük bir olasılıkla ölmüş bulunacaktı. Kaderin bu gibi cilveleri vardı işte! Şampanyasını getirmişlerdi. Gözlerini katilden ayırmaksızın içkisini yudumladı. Adamın yüzünü belleğine kazımıştı artık. Pilot kabininde, telsizci ikinci mesajı gönderdi: “Bay Nash adında, tekrarlıyorum, Bay Nash adında bir yolcu kırılan pencereden basıncın etkisiyle uçmuştur. Stop. Bujumbura’ya doğru yolumuza devam ediyoruz.” Julius Nieder artık uyur taklidi yapmıyordu. İçinden aralıksız küfredip duruyordu. Yolcular arasında Malko’yu farketmekte gecikmemişti.

Böylesine elverişli bir fırsatı kaçırmıştı! Temiz bir iş olacaktı. Silah sesi ve pencerenin patlaması birbirine karışmıştı. Kırılan cam parçalarının dışarıya uçması nedeniyle hiç kimse camın bir kurşunla kırıldığım anlayamayacaktı. Cesede gelince, üzerinde kuşku yaratacak hiçbir iz bulunmuyordu. Kullandığı tabanca toplu olduğundan, kovam bulmaları da imkânsızdı. Çünkü kovan tabancanın üstünde kalmıştı. Bütün bu avantajlar şanssız bir zavallı uğruna, boşa gitmişti. Şimdi işe yeniden başlamak gerekiyordu. Julius hostesin sesiyle can sıkıcı düşüncelerinden sıyrıldı. Hostes, yolcuların soğuktan korunmak için ön tarafa, birinci sınıf kabine geçmelerini rica ediyordu. Julius Nieder ayağa kalkıp ceketini giydi. Tabancasını çantaya yerleştirmişti. Üst üste yığılan yolcular kazanın verdiği heyecanla, şimdi ateşli bir biçimde gevezelik ediyorlardı. Hepsi ölümden dönmüştü. Şişko Yunanlı ise hâlâ dua okuyordu.

Hostes herkese battaniye dağıtmaya başladı. 2.500 metre aşağıda insanların sıcaktan bunaldığını hatırlamak bile çok güçtü şu an… Malko şampanyasını yudumlayarak düşünüyordu. Gittiği yerde kendisine “hoş geldin” demeyeceklerini çok iyi biliyordu, ama bu kadar erken davranacaklarım da ummamıştı. Demek ki, söz konusu çıkarlar sandığından çok daha önemliydi. Karşılarındaki hasmın KGB olması için Allan Pap’ın tamamen yanılmış olması gerekirdi. Ayrıca, Washington’un topladığı bilgiler “beton gibi” sağlamdı. Görevlendirildiği olayda Rus parmağı yoktu. Emin olmak için kendisini öldürmeye kalkan yabancıyı bir daha inceledi. Teninin aşırı bronzlaşmış rengine bakılırsa, Afrika’ya yeni gelmiş olamazdı. Yabancıyla bakışları karşılaştı. Gri gözlerinden zeki biri olduğu belliydi. Bir insan sıcaklığına gereksinim duyan yolcuların tümü birbirleriyle heyecanlı bir şekilde konuşurlarken, katil bir köşeye çekilmiş ağzım bile açmıyordu. Malko bakışlarını adamın canlı yüzünde, filtreli bir sigara tutan elinde, kısa kesilmiş 12 saçlarında gezdirdi… Adamda asker tipi vardı. Malko pek de yanılıyor sayılmazdı.

Julius, adını Julius yapmadan önce, Kobra Grubu diye bilinen ve paralı askerlerden oluşan 60. Katanga Komando Birliği’nin en gözde elemanlarından biriydi. O günlerde Kobralar, solcuların başlattığı küçük bir isyanı bastırmak üzere eski Burundi Kralı tarafından kiralanmışlardı. Başlangıçta, devrim heyecam içinde birkaç elçilik ve hırpalanmış birkaç diplomat kurtarmışlar; halk tarafından benimsenmediklerini görünce de ekvator bölgesine dağılarak kendilerine yaşamlarını sürdürebilecekleri bir barınak aramaya koyulmuşlardı. İşi başaramamanın verdiği üzüntünün asıl nedeni, Julius’un ay sonuna kadar cebinde 1.000 Belçika Frangı kalmış olmasıydı. Ceset yoksa, para da yoktu. Malko katilinin düşüncelerini elbette ki bilemezdi. Ama Allan Pap’ın şöyle dediğini çok iyi anımsıyordu: “Size güzel bir kılıf uydurdum. Yalnız, bu kılıfın kefene dönüşmemesine dikkat edin. Sizi orada barındırmamak için ellerinden geleni yapacaklardır.” Duruma bakılırsa, işe koyulmuşlardı bile.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir