Gerard De Villiers – 39 Pagopago’da Olum

Kendisini tutan adamı ısırmaya çalışan sarı benekli siyah yılan, Stephan’ın parmakları arasında kıvrılıp duruyordu. Stephan işaret ve başparmağıyla boğazından yakaladığı yılanı vücudundan uzakta tutmaya çalışarak kumsalda ilerliyordu. Sarışın, ince yüz hatları olan yakışıklı bir tipti. Elindeki yılan kırk santim uzunluğunda son derece zehirli bir hayvandı. Denizyoluyla yarım saatlik mesafede bulunan Pins Adaları’ nda doktor yoktu ve en yakın klinik de Numea’da bulunuyordu. Telsizle bir taksiuçak çağrılsa bile, zehirlenen kişi oraya gidene kadar on kez ölürdü. — Oh! Şuna bakın! Gezinin başından beri Stephan’a yiyecekmiş gibi bakan Amerikalı genç kız Susann, oturduğu yerden kalkıp koşmaya başladı. Genç kızın sesine dönen diğer turistler de Stephan’a doğru ilerlediler. — Bu yılan zehirli mi? diye sordu Susann. — Hem de nasıl! Soktu mu, kurtuluş yoktur. Amerikalılardan biri yılanı filme almaya başladı. Gerçekten de bulundukları yerin vahşiliğini simgeleyen bir görüntüydü bu. Ne de olsa, Yeni Kaledonya dünyanın bir ucu sayılırdı. Buralara gelmek istiyorsanız, Los Angeles’tan ya da Avrupa’dan kalkan UTA’ 5 nın DC 8’lerine binip Numea’da inmeniz gerekir. Oradan da on yedi kişilik küçük Heron’lara atladınız mı, kendinizi seksen beş kilometre daha güneyde yer alan Pins Adaları’nda buluverirsiniz.


Uçak yeşillik bir araziye iner. Yarım saatlik bir karayolundan sonra otuz, kırk bungalovun serpiştirildiği dünyanın en güzel kumsalına varmış olursunuz. Burası tam bir cennettir. Buraya gelen turistler üç günde zenci gibi kararırlar. O sabah Stephan turistleri tekneye almış ve Pins Adaları’nı oluşturan irili ufaklı adaları gezdirmeye çıkmıştı. Sonunda, bulundukları bu küçük kara parçasında mola vermişler, denize girmişlerdi. Stephan çevresindekileri eğlendirmek için elindeki yılanı Susann’a doğru uzattı.Genç kız çığlık çığlığa geri kaçtı. Turistler çevrelerinde halka oluşturmuştu. — Bakın, şimdi yılanı kusturacağım, dedi Stephan. Yılanı kuyruğundan yakaladı ve kement çevirir gibi başının üzerinde döndürmeye başladı. Sersemleyen hayvan ağzını açmış, rastlayacağı ilk kişiyi ısırmaya hazırlanmıştı. Birden, ağzında bir şey belirdi. Gri renkte bir şeydi bu. Stephan bir süre daha yılanı çevirdi ve kumsala bıraktı.

Hayvan iyice sersemlemiş, hareketsiz yatıyordu. Stephan eğilip yılanın ağzındaki şeyi çekince bunun yirmi santim uzunluğunda bir balık olduğu görüldü. Sonra yılanı yakaladı ve denize fırlattı. — Yılanın yuttuğu bu balık nedir? Topladığı ilgiden son derece memnun olan 6 Stephan, “Tarzan” rolüne devam etti. — Bu yılan balıktan başka şey yemez. Suda çok hızlı hareket eder ve yediği tek balık türü de köpekbalıklarından çok daha vahşi olan muranalardır. Yani, gördüğünüz şu balık. — Peki ama bu küçücük balık nasıl bu kadar vahşi olabilir? Stephan Susann’ı elinden tutup sahile götürdü. —Etobur türü bir balıktır bu. Dişleri jilet gibidir. Yaralandılar mı, insana bile saldırırlar. — Oh! Çok korkunç! Susann gerçekten çok korkmuştu. Biraz ötede duran balığa bakarak Stephan’a sokuldu. Sonra, merakını yenemeyerek balığın yanına diz çöktü. Hayvanın ince beyaz dişleri vardı, incelemesini bitirdikten sonra tam kalkmak üzereyken tuhaf bir şey dikkatini çekti.

Balık sanki normalin üzerinde bir şey yutmuş gibi deforme olmuştu. — Stephan, şuna baksana! Genç adam Susann’ın yanına geldi. — Karnında tuhaf bir şey var bunun. — Normaldir. Bunlar kimi zaman kendi boylarına yaklaşan balıkları bile yutarlar. Eğilip balığı avucuna aldı ve çakıyla karnını boydan boya yardı. Ortaya yayılan pis kokuyla Susann geri çekildi. Genç adam parmağını hayvanın karnına daldırıp altı, yedi santim uzunluğunda kanlı bir cisim çıkardı. Balığı bırakıp elindekini deniz suyunda yıkamaya gitti. Cisim temizlenip de ne olduğu ortaya çıktığında, Stephan: 7 — Vay canına! demekten kendini alamadı. Stephan’ın beti benzi atmıştı. Meraklanan Susann genç adamın omzundan eğilerek baktı ve bir anda onun da ağzı açık kaldı. Çürümeye yüz tutmuş olmasına ve morumsu rengine rağmen, bunun bir insan parmağı olduğu hemen anlaşılıyordu. Parmağın üzerinde, şişmiş etlere gömülü bir alyans vardı. — Aman Tanrım! Susann korkuyla bir çığlık atarak geri geri çekildi.

Stephan elindeki korkunç şeyi kumların üstüne bıraktı ve alnında biriken terleri sildi. Susann’ın çığlığını duyan diğer turistler koşarak genç adamın çevresini sardılar. * ** Heyecandan o yakıcı sıcağı kimse duymaz olmuştu. Parmak, Amerikalıların biri tarafından verilen bir mendilin üzerine konmuştu. — Ne yapacağız bunu? diye sordu Susann korku içinde. Herkes içinden aynı soruyu soruyordu kendi kendine. Tropikal bir ülkede bulunmuş bir parmak ne yapılırdı? Stephan kaşlarını çatmış, soruna bir çözüm getirmeye çalışıyordu. Parmağı mendile sarıp yanına alabilirdi. Ama ne maksatla ve kime vermek için? Denize atacak olsa, Amerikalılar onu oracıkta linç ederlerdi… Geriye tek bir çözüm kalıyordu: Gömmek… Kendini zorlayarak bu fikri ileri sürdü. Aptalca hareket ettiğinin farkındaydı, ama başka çare bulamamıştı. Istakoz gibi kızarmış iriyarı bir Amerikalı: 8 — Kimin parmağı olabilir bu? diye sordu. Grupta en soğukkanlı görünen oydu Pasifik savaşları sırasında buna benzer çok şeyle karşılaşmıştı. — Hiçbir fikrim yok, dedi Stephan. Son günlerde buralarda boğulan olmadı… Bir tekne kazasından filan söz edildiğini de duymadım. Ayrıca, bunu yutmuş olan balık pek uzaklardan gelecek kadar büyük değildi.

Olsa olsa, en fazla sekiz, on kilometrelik bir yerden gelmiştir… — Belki adam öleli çok zaman oldu, dedi bir kadın. Stephan omuz silkti. — Belki de soğuk bir şakadır bu. îriyarı Amerikalı güldü. — Ne yani? Adam eğlence olsun diye mi parmağını kesip denize attı? Stephan sıkılmaya başlamıştı. — Bu şeyi gömeceğim, dedi. Pins Adaları karakoluna da haber vereceğim. Bunu onlara götürmenin hiçbir yararı yok. Çünkü karakolda buzdolabı bile bulunmaz… Bu mendili alabilir miyim? — Elbette, dedi Amerikalı. Yapılacak tek şey onu gömmek… Yalnız, daha önce o alyansı çıkarmak gerek… — Alyansı çıkarmak mı? — Evet. Onu gömmek doğru olmaz. Stephan ters ters Amerikalıya baktı. Diğeri onun bu işi yapamayacağını anlayınca: — Siz gidip ağaçların altına bir çukur kazın”, o parmağı da bana verin…Ha, bir de bıçak isterim, dedi. 9 Rahatlayan Stephan adamın istediklerini hemen verdi, triyarı Amerikalı parmağı sol avucunun içine aldı ve bıçakla alyansın çevresindeki çürümüş etleri kazımaya başladı, iş, sandığından da zordu. Alyans ete iyice gömülmüş, adeta yapışmıştı.

Beş dakikalık bir uğraştan sonra sonuca yardı. Alyans çıkmıştı. Parmağı mendilin üzerine bırakarak altın halkayı suda yıkamaya gitti. — Siz de bu arada onu gömün! Amerikalının sözü bir ikinci kez tekrar ettirilmedi. Grup parmağı gömüp geri dönerken iriyarı Amerikalı da elindeki alyansı göstererek yaklaşıyordu. — Yüzüğü çıkarmakla iyi etmişim, dedi. Şuna bakın. Stephan yüzüğü alıp içindeki yazıyı okumaya çalıştı. Ne olduğunu söktükten sonra da diğerlerinin duyması için yüksek sesle tekrarladı: “THOMAS VE MARYLİN. 8 TEMMUZ 1956. KANSAS CİTY.” Sonra, kendi kendine konuşur gibi: — Bir Amerikalı ha! diye mırıldandı. Buralarda ne arıyormuş? Bu adamın Yeni Kaledonya’nın bin yüz otuz sekiz mil açıklarında kaybolan CIA ajanı Thomas Rose olduğunu nereden bilecekti? II.BÖLÜM Malko’yu pist başında bekleyen gösterişli Dodge, her yerli kralın rüyalarına girecek türdendi. Bir CIA ajanının böyle bir arabaya sahip olması tuhaf karşılanabilirdi, ama David Radcliff’in savunması hazırdı.

Pagopago’da can sıkıntısından ölen birinin kendini ancak bu tür bir oyuncakla avutması mümkün oluyordu. İşin ilginç yanı, yirmi mil uzunluğundaki adada doğru dürüst yol bile yoktu! David Radcliff elini uzatarak Malko’ya yaklaştı. Tek lüks mevki yolcusu o olduğu için bir başkasıyla karıştırmasına imkân yoktu. — Pagopago’ya hoş geldiniz! Ufak tefek, yuvarlak yüzlü, çilli ve terden cildi parıldayan bir tipti. Malko’yu soğuk hava tertibatlı arabasına sürüklemek için acele ediyordu. Meslektaşının üzerindeki mavi alpaga takıma bakarak: — Bununla burada kavrulursunuz, dedi. Burada ısı yılın üç yüz altmış beş günü 35 derecenin altına düşmez. Malko sersemlemiş bir halde arabaya geçti. Ne denli konforlu olursa olsun, yirmi sekiz saatlik uçak yolculuğu insanı çarpıyordu. Araba hareket ettikten sonra, tek gözü kapalı, etrafı seyretmeye başladı. Yolun bir tarafı deniz, diğer tarafı yemyeşil bir yamaçtı. Honolulu’nun sekiz-yüz yetmiş mil güneyinde bulunan Pagopago, coğrafya atlaslarında “Amerikan Samoası” diye geçer. Adaya hakim sönmüş bir volkanın çevresi göz alabildiğince ormanlarla kaplıdır. Adada ABD’ nin küçük bir deniz üssü bulunur. — Geldik, dedi David Radcliff.

Malko diğer gözünü de açtı. Etrafı hindistancevizi ağaçlarıyla çevrili basık bir binanın önünde durmuşlardı. — Burası Pagopago-İnter, dedi David. Kentin tek oteli. Bagajlarınız biraz sonra gelir. Ben ilgileneceğim. Birden ayılıveren Malko, CIA’nın kendisini buraya ne maksatla göndermiş olabileceğini düşündü. Burası sakin, cennet gibi bir yerdi. Arabadan inip gerindi. Otele girene kadar birkaç adımda ter içinde kaldı. Nem oranı yüzde yüz elliydi. David Radcliff elini sıkarak: — Yarım saat sonra barda buluşuruz, dedi. Sabırsızlıktan Amerikalının içi içini yiyordu. Pagopago’ya pek ender ziyaretçi gelirdi. Avusturyalı ne düşünürse düşünsün, ona anlatacağı çok önemli şeyler vardı.

* ** Malko yanında ceket getirdiğine hiç pişman olmadı. Otelin içi Sibirya’dan farksızdı. Gözlerini karşısındaki Amerikalıya çevirdi. — Burada çok iş oluyor mu, Bay Radcliff? — Genellikle sırtüstü yatarız. Ama, sizi bunun için göndermediler buraya. Aslında, çok tuhaf bir hikâye bu… 12 Cebinden küçük bir kutu çıkarıp Malko’ inin önüne sürdü. — Şuna bir göz atın. Malko viskisinden bir yudum alıp kutuyu açtu İçinde pırıl pırıl bir alyans vardı. — Nedir bu? Beni buraya evlenme teklifinde bulunmak için mi çağırdınız? diye takıldı. Fakat David Radcliff’in bakışları son derece ciddiydi. Çevresine bir göz attıktan sonra sesini alçalttı: — Bu alyans, elimizdeki en gözde ajanlardan Thûmas Rose’a aitti… Kendisi canlı olarak son kez Fiji Adaları’ndan Viti Levu’da görülmüş… — Tatilde miymiş? David Radcliff başını salladı. — İş icabı. ABD’nin gerektiğinde üs olarak kullanabileceği gizli yerler arıyormuş. Belki de bundan hoşlanmayanlar çıktı… Malko gözlerini iri iri açtı. — Fiji Adaları’nda da casus var mı? — Oralar casus yuvasından çok turistik bir cennettir, ingilizlerin yönetiminde bir yer.

Halkını Fijililer ile Hintliler oluşturur. — Hintliler mi? Pasifik’in göbeğinde Hintlilere rastlamak tuhaftı! — Adamlar Hindistan’da açlıktan kıvranınca dünyanın dört bir yanına saldırıyorlar. Bilirsiniz, İngilizler her yerde Hintlileri tercih ederler. – Galiba konudan uzaklaştık, diye uyardı Malko. 13 — Haklısınız. Olay şu: Thomas Rose Fiji’nin başkenti Suva’ya indikten bir hafta sonra ortadan kayboldu. Pfft!. Buhar oldu… Bir akşam Travelodge adlı otelden çıkıyor ve bir daha geri dönmüyor. İngilizler Viti Levu ile Vana Levu adalarını karış karış taramışlar, ama hiçbir iz bulamamışlar… — Adadan gizlice ayrılmış olmalı. David Radcliff başını salladı. — Oralara gitmediğiniz belli oluyor. Dünyanın bir ucu sayılır. PANAM ile UTA’nın haftada bir seferi vardır. En yakın ada, Yeni Kaledonya’dır ve o da bin küsur mil uzaklıktadır… — Özel uçak bulunmaz mı? — Beş altı tane var. Onların da pilotları sorguya çekilmiş.

— Ormanda kaybolmuş olabilir, diye ısrar etti Malko.Ormana girmiştir, orada da bir yılan ya da haydut tarafından öldürülmüştür. İnsanlar hiç beklemedikleri bir anda nelerle karşılaşırlar… — Zaten bu alyansın bulunması da beklenmedik bir şeydi, dedi David. — Nasıl yani? Yüzük nerede bulundu? — Buradan bin yüz otuz sekiz mil uzakta.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir