Gerard De Villiers – 65 Varsova’da Huzur

Viyana karlar altındaydı. Sessizce süzülen iri beyaz taneler, Kohlmarkt Caddesi’nin kaldırım kenarlarına sıkışmış buz parçacıklarını örtüyordu. Koyu ve gri renkli binalar daha bir kasvetli görünüyordu. Bordo renkli Rolls Royce buz üstünde hafifçe kayarak Graben Caddesi’nin köşesine yakın 24 numaranın önünde durdu. Burası vitrini buğulanmış eski püskü bir dükkândı. Üstünde gotik harflerle yazılmış “Antiken Handler” ibaresi okunan bir tabelası vardı. Prens Malko Linge, Elko Krizantem’in kapıyı açmasını beklemeden yere atladı ve dükkâna olan birkaç metrelik mesafeyi koşarak geçti. Gaga biçimli kapı, tokmağını itti. Kapalıydı. Bunun üzerine defalarca vitrin camına vurdu. Bir dakika sonra buğulu camı elinin tersiyle silen Julius Zydowski’nin korkudan ürkmüş çehresi belirdi. Yaşlı antikacı hemen kapıyı araladı. Dazlak kafalı, sansar suratlı, sarımtrak benizli, sipsivri burunlu, fıldır fıldır dönen kestane rengi gözlü, kısa boylu bir adamdı. — Giriniz, Ihre Hoheit* Giriniz, hava çok soğuk, dedi. Kelimeler ağzından zorlukla dökülüyordu.


— Geciktiniz, Ihre Hoheit, diye belirtti * Soylu Altesleri 5 çekinerek. Liezen’den gelmesi, kar yüzünden normal şartlara nazaran iki saat fazla sürmüştü. Gerçekte bir saatlik yoldu. Julius Zydovvski’nin bir telefonu üzerine doğruca Viyana’ya koşmuştu. Yaşlı antikacı Alteslerini ilgilendirebilecek değerde önemli bir parça göstermek istediğini söylemişti. Bu haber üzerine de Malko’ya yalnızca Rolls Royce’una atlamak kalmıştı… Julius Zydowski, CIA Bölge Şefliği’nin “bir dediğini iki etmeyen” muhbirlerinden birisiydi. Polonyalı bir yahudi ve siyasi mülteci olan Julius bazen çok değerli bilgiler aktarırdı. Bu sıkıcı iş gezisini renklendirmeyi düşünen Malko, Grâfin* Thala von Wisberg’i akşam yemeğine davet etmiş ve yabancısı olmadığı kadının parlak teninin sıcaklığından yararlanmayı düşünmüştü. Üstelik, Thala’nın bu işlere uygun gerçerli bir nedeni de vardı: Çocuklarının artık bir yabancı gibi gördükleri kocası zamanını sadece av partilerinde geçiriyordu ve kadın doyumsuzluk içinde kıvranıyordu. Malko, yaşlı antikacıda uzun süre oyalanmamayı diledi içinden. — Gelmeniz büyük bir incelik, Ihre Höheit! Büyük bir nezaket, onca işinizin arasında… . Yaşlı antikacı, XVII. yüzyıl stili ahşap oyma koca bir atın çevresini dolaşırken Malko’ya oldukça ürkek bir bakış fırlattı. Boynu öne çıkık, sırtı kamburlaşmış hareketleri canlı tavrıyla tedirgin edilmiş bir hayvana benziyordu. Biçimi bozulmuş elleri, rengi sararmış ve * Kontes 6 buruşmuş eski bir parşömen kâğıdını andırıyordu.

Tıpkı dükkanındaki eşyalar gibi antikalar dünyasına aitmiş izlenimi uyandırmaktaydı. Dükkânda garip bir koku vardı. Sanki, kir, toz, kömür karıştırılıp havaya savrulmuştu. Julius Zydowski, Malko’ya alışılmıştan daha çekingen ve ürkek göründü. — Pekâlâ, ne haberler var, Herr Zydowski? diye omzunun üstünden sordu Avusturyalı. — Ach! Polonya’dan harika şeyler getirttim. Malko’nun kendisinden hiçbir şey almamasına karşın Julius ona her zaman çok özel bir müşterisiymiş gibi davranıyordu. Bu da merasimin bir başka parçasıydı. Çerçevelerdeki resimler yaşlı antikacının bağlanabileceği tek ailesi gibiydiler. I. Dünya Savaşı’ndan kalma radyo sık sık tükürür gibi çıkardığı sesler arasına biraz da olsa müzik katıyordu. Kömür sobası dükkândaki en eski antika parçaydı. Borularının tıkanıklığı ise felaket derecedeydi… I Kızıl sarı renkli bir kedi, at tepmişe benzeyen bir paçavra üzerine kıvrılmış uyuyordu. Antikacı eğildi ve bir masanın altında orta boy sigaralık büyüklüğünde eski gazete parçalarına sarılmış bir kutu aldı. Büyük bir sevgiyle okşar gibi paketi açtı ve parlak madeni bir yüzey ortaya koydu.

Kapağına yahudilere özgü bazı gravürler işlenmiş, dikdörtgen gümüş bir kutuydu. Julius^ydovvski içindekileri göstermek istercesine kapağı araladı. — Bu nedir? diye merakla sordu Malko. Julius’un gizemli havasından ve içini kaplayan garip neşeden etkilenmişti. Antikacı, madeni kapağı biçimsiz parmak7 larıyla okşadı ve heyecanla sulanan gözlerini Malko’ya çevirdi. — Ein Vunder!* XI. yüzyıldan kalma Tuğralı bir kutu. Dünya üzerinde bir eşi daha yok. Julius Zydowski, Doğu ülkelerinden ve özellikle Polonya’dan getirilen kıymetli eser kaçakçılığının başıydı. Yüzlerce eşsiz eser bu küçük dükkânından transit geçmişlerdi. Aracılardan oluşan bir şebeke ilginç parçalar hakkında bilgi gönderiyordu. Julius’un habercileri piyasadan en güçlü yabancı paraları topluyorlar ve eserleri diplomatik dokunulmazlıklarından yararlanılan diplomatlar vasıtasıyla ülke dışına çıkarıyorlardı. Tabii bu hizmetlerinin karşılığı da stok yapılan dövizlerden ödeniyordu. Eğer Julius’un aracılarından biri ihtiyatsızlık yapmasaydı, CIA’nın bu kaçakçılıktan asla haberi olmayacaktı. Varşova’da yeni görevli diplomat-ajan türünden bir genç, Langley Havaalanı’nda valizinde XVII.

Yüzyıla ait ikonalarla yakalanmıştı. Kimseye sezdirmeden temas kurulduğunda, Julius Zydowski teklifi oldukça anlayışla karşılamıştı… Faal bir muhbir olarak çalışmamasına karşın, kısa süreli suskunluklar ‘ardından CIA’ya gönderdiği bazı bilgiler örgütü yine de hoşnut kılıyordu Bunlar genellikle rüşvetçilerin isim ve adreslerinden ibaret bilgilerdi. Alçakgönüllü CIA da bunların karşılığını Julius’a ödüyordu. — Bu kutu nereden geldi? Antikacının kırışık yüz hatları ruhundan kopan bir heyecanla aydınlandı. – Otuz beş yıldır kayıptı. Daha sonraları 8 Auschwitz’deki fırınlarda yanan din adamları tarafından Krakov’da bir yahudi mahallesinde toprağın derinliklerine gömülmüştü. Bir tesadüf eseri bulundu. Tanrının sayesinde… Tanrı hepimizi kötülüklerden korusun! Kutuyu gelecek yıl Kudüs’teki Büyük Haham’a kendim götüreceğim. Yeri orasıdır. Kutuyu kapadı ve Malko’ya duvarı başıyla gösteren bir işaret yaptı. — Bu da eşsiz ve dünyada değer biçilemeyen bir parçadır. Normal insan boyunda koca bir heykel duvarın karşısına konulmuştu. Canlı renklerle boyanmış ve yuvarlak yüzlü şaşkın bir Rusa benziyordu. Antikacı gözleri parıldayarak yanına yaklaştı. — Bir Nuremberg Bakiresi, diye açıkladı.

XV. yüzyıl sonuna ait. Hep kendi kendime Polonya’nın nasıl böyle bir değerden yoksun kaldığını sormuştum. Bakın. Heykeli severcesine parmaklarıyla okşadı ve tahta abide Malko’nun şaşkın bakışları arasında içini gösterircesine ikiye ayrıldı, içi oyuktu. Her iki kanat menteşeler çevresinde kapı gibi açılıp kapanıyordu, iç yüzeyleri sivri uçlu çelik çivilerle kaplanmıştı. Julius Zydovvski gülümsedi. — Bana öyle geliyor ki o devirde ahlaksız kadınları içine sokup kanatları yavaşça üzerlerine kapatırlarmış. Çarpıcı bir ölüm şekli. O zamanlar Kilise’nin hiç şakası yok muş. Bunlardan şimdi yeryüzünde sadece birkaç tane kaldı. Böyle bir tanesi 500.000 dolardan daha fazla eder. Herhalde Nuremberg Bakiresi’ni geçirmek ; çin acayip irilikte diplomatik bir valiz 9 gerekmişti. Ya da bütün gümrükçüler kördü… Malko kol saatine bir gözattı.

isa’nın çarmıha gerilişinden bu yana gelişen dini sanatın evrelerini dinlememeye karar verdi. Kontes von Wisberg’in kışkırtıcı ve tahrik edici hayali Nuremberg Bakire’sinin heykeli ile çakıştı. — Herr Zydovvski, sanırım çok özel şeylerden söz etmek için beni çağırmıştınız… Antikacı başını kaldırdı. — Ah, evet! Beni tanırsınız, değil mi, Ihre Hoheit? Size hep ilginç şeylerden söz etmişimdir… Bu uyarıyla cesaretlenen Malko: — Hepsi aynı önemde değildi, dedi. Julius Zydowski rahatlayarak gülümsedi. — Kleine Fische, gute Fische*… Ama bugünkü büyük bir balık!. (Alnı gülünç bir biçimde kırıştı). Yalnız bir şey var, lhre Hoheit. Bu gece gelebilir misiniz? — Hiç olmazsa ne olduğu hakkında bir ipucu verin, diye meraklandı Malko. Gecesini boş yere berbat etmek istemiyordu. Julius Zydovvski kısa bir tereddüt geçirdi, sonra masaya yöneldi. — Pekâlâ. Fakat şu an için gerçekten fazla zamanım yok. Tekrar gelmeniz gerekecek. Çekmeceyi açtı, bir gazete çıkardı ve masanın üstüne yaydı.

Malko üzerine eğildi. Bu, Zycie’ Warszawy adlı Varşova’nın en büyük tirajlı günlük gazetesinin geçen haftaki nüshasıydı. Julius Zydovvski üzerine abandı ve ilk sayfayı çevirerek paragrafları okumaya başladı. * Küçük balık iyi balıktır (Yahudi atasözü) 10 Malko merakla antikacıyı inceliyordu. Polonya gazetelerinin okunmasını dinlemek insanı neşelendirmekten ziyade uyuklamaya zorluyordu. — Sizi ilgilendiren nedir? diye sordu Malko. Yaşlı Julius başını kaldırdı. Neşesi bir anda sönmüştü. Birbirlerine paralel iki çizgi gibi duran dudakları büzüldü veıherşeye rağmen kestane rengi gözlerinde soluk bir ışıltı parıldadı… — Sizi de eğlendirecek bir şeyler, Ihre Hoheit, dedi yumuşak bir sesle. Bu gazeteyi özellikle sizin için getirttim. Lehçe biliyor musunuz? Lehçe fazla bilmiyordu ve bu dil tıpkı bir insan aksırmasını hatırlatıyordu Malko’ya. Yeryüzünde yalnız ünsüz harfleri ihtiva eden ender bir dil grubundandı. — Okuduklarınızı anlayabiliyorum, dedi yine de Malko. Yaşlıca sayılabilecek bir adamın fotoğrafı üç sütunu kaplamıştı. Malko fotoğraf altını okudu.

Roman Ziolek, yazar ve mimardı ve Varşova’daki ayaklanmanın lideriydi. Şimdiyse Yurttaşlık Hareketlerini Koruma Cemiyeti başkanı olarak çalışıyordu. “Yazarlar Sendikası’nın Yüz Karası” diye başlık atmıştı Zycie Warszawy. Malko hızla satırları okudu. Roman Ziolek, Polonya Anayasası’nın değişmesini isteyen bir kuruluşun başına getirilmişti. Gomulka’mn ortadan kaldırılmasıyla her altı ayda bir karşıt bir grup oluşturuluyor ve anında SB tarafından ezilerek yokediliyordu. SB bu konuda fazla hassas görünüyordu. Malko Roman Ziolek’in çalışmaları hakkında bilgi sahibiydi. Kamuoyu da onunla yakından ıı ilgileniyordu. Polonya Gizli Polis servisi bile bu adamla uğraşmakta güçlük çekiyordu. Roman Ziolek bir zamanlar Almanlara karşı olan direnişi temsil ediyordu. Onun durumunda olan bir kişinin her zaman bazı şeyleri ya da şahısları yerinden sarsma şansı vardı. Julius Zydowski acı bir gülücükle: — En az altmış yaşında olmalı. Onu ilk tanıdığımda otuzunda bile yoktu, dedi. — Onu tanıyor musunuz? Yaşlı yahudi gülünç bir şekilde sitem etti.

— Tabii! ikimiz de direniş hareketinde beraberdik. — Anlıyorum, dedi Malko. Julius Zydovvski’nin geçmişi hiç de tozpembe değildi. Kuşkusuz tüm yahudiler gibi sarı bir yıldız taşımış ve Naziler’in insanlıkdışı davranışlarına maruz kalmıştı. Almanlar Varşova’da yaşadığı “küçük getto”yu 20 Mayıs 1943’de hallaç pamuğu gibi atmışlar ve Julius kimsenin açıklayamadığı nedenlerden dolayı Varşova’da kalarak ölümden kıl payı kurtulmuştu. Bir anlık boşluktan istifade eden Malko bakışlarını gazeteden ayırdı. — Bu haberde ilginç ve şaşırtıcı olan nedir? Julius Zydowski bu soruyu bekler gibiydi. İçtenlik dolu bir sesle cevapladı: — 1942 yılının bir şubat günüydü. Roman Ziolek tanıdığım bir kişiye isimlerden oluşan bir liste önermişti. Armia Krajowa’daki Polonya direniş örgütünün tüm sorumlularını kaplayan bir liste. — Neden dolayı? diye sordu Malko. ihtiyar antikacının gözbebekleri kısılmıştı. — Gestapo’ya vermek için, dedi kısık bir 12 sesle. Fazla bir şey istemiyordu. Adambaşı 2000 ziloti.

On kilo yağ parası. Malko şüphe dolu dinliyordu. — Ama neden? Roman Ziolek Polonya direnişçilerinin lideri değil miydi? Julius kanaatkar bir ifadeyle sözlerini doğruladı. — Kesinlikle. Ama listesinde “tüm” direnişçilerin adlarını belirtmemişti. Yalnızca AK’dakileri, yani komünist olmayanları. Sanki aşırı itiraflarda bulunmuş gibi bir an durup merakla Malko’nun suratına baktı. Avusturyalı gazetenin sayfalarını parmakları arasında ezerek, endişe dolu bir halde sözlerinin devamını bekliyordu. Julius Zydovvski neyin peşinde olabilirdi? Zydovvski hiçbir neşe göstermeden tekrar gülümsedi. — Bulamadınız değil mi, Ihre Hoheit? Tahmin edemediniz değil mi? Ziolek bir komünistti. Uluslararası Kominform’un yarattığı bir “köstebek” idi. Malko parmağını gazetenin başyazısı üzerine koydu. — Ama şimdi Sovyetlere karşı… Julius Zydovvski merhamet dileyen bakışlarını Malko’ya çevirdi. — Bu tip bir insan kolay kolay değişmez, Ihre Hoheit. Moskova yakınlarında Puşkinko’ daki Parti’nin özel okulu Kominterm’de yetişmiştir.

Antikacı Malko’ya yaklaştı ve güven dolu bir sesle sordu: — Ihre Hoheit, Fareli Köyün Kavalcısı adlı öyküyü hatırlıyor musunuz? Hameln’in fareleri müziğin sularına gömüldüler. Müziği öylesi13 ne seviyorlardı ki, içgüdülerinin sesini asla dinlemediler… Malko’nun şüphelerinden kurtulmadığını sezen yaşlı antikacı, başını ondan yana çevirerek bir parça daha yaklaştı. — Size anlattığım her şeyi doğrulayabilecek bir kişiyi tanık olarak gösterebilirim. Şu anda Varşova’da. Elinde kanıtlar var… Aniden ir kildi. — Artık gitmeniz gerek, Ihre Hoheit. Birini bekliyorum. Genç bir kız, dedi mahcup bir aç gözlülükle… Oldukça iyi tasarlanmıştı. — Öykünüzün sonunu bana ne zaman anlatacaksınız? diye sordu Malko. Yaşlı Julius saygılı bir davranışla, Avusturyalıyı Grabenstrasse’ye açılan küçük bir kapıya doğru iteledi. — Bu gece, Ihre Hoheit, dedi antikacı. Bana telefon edin. Saat sekizden sonra ne zaman isterseniz… Kapıyı açtı ve içeri dolan buz gibi hava akımının etkisiyle kendisini toparlayarak: — Güle güle Soylu Altesleri.dedi. Malko kendisini yaşlı binanın çevresini dolanan geçitte buldu.

Kar yağışı daha da artmıştı, ama insana tatlı bir zevk veriyordu. Üzeri karlarla iyice örtülmüş RoUs Royce’una kavuşmak için yüz metre kadar koşmak zorunda kaldı. Elko arabanın kaloriferini çalışır durumda bırakmıştı. Malko arka koltuğa yerleşti ve beraberinde getirdiği gazeteyi dizleri üzerine koydu• İnsanı meraklandıran bir öyküydü. Ama JuliusZydowski’öm anlatmasını beklerse asla gerçeği öğrenemezdi. — Nereye gidiyoruz Sayın Altesleri? diye sordu Elkö. Malko kol saatine baktı. — Kontes von VVisberg’in evine, Elko. Ben oradayken, siz de eşyalarımı Sacher’e bırakmaya gidersiniz. ** Julius Zydowski beyaz gömleğini çıkardı, elini çıplak kafasında gezdirdi ve saatine bakarak sobasını karıştırmaya seğirtti. Henüz daha birkaç dakikası vardı. Yığınla duran dergiler arasından bir Penthouse çekti ve sayfalarını karıştırıp tahrik edici bir pozisyonda duran bir kadın resmine baktı. Sayfanın kenarı kırışmış ve bükülmüştü. Çünkü bu antikacının neşe kaynağı olan bir resimdi. Egzotik hayallerini frenlemekte oldukça istikrarlıydı, çünkü her şeyine hitap edebilecek açık saçık bir porno dergiyi satın almak ateş pahasıydı.

Penthouse’la yaklaşık iki yıldır idare ediyordu… i ” • Antikacı sobanın yanına sokuldu ve kürkler üzerine diz çökmüş genç kızın resmine bakıp hayallere daldı. Gözlerini kaldırdı. Dükkânın kapısına vu* ruluyordu. Hemen elindeki dergiyi diğer paçavraların arasına sıkıştırdı ve dazlak kafasında elini gezdirerek bir sürü ıvır zıvırın arasından ışıkları yakmadan geçti. Kapının sürgüsünü açtı. Önemli müşterilerine karşı takındığı yılışık sırıtışını yüzüne yaydırarak doğruldu. Ama gülüşü bir anda suratında dondu kaldı. Eşikteki gölgeler Kızıl Elga’ya ait değildi. Karşısında ikiz gibi birbirine benzeyen, tanıma15 dığı iki erkek dikilmekteydi. Şapkaları ve sert yüz hatlarıyla hiçbir duygu ifadesi yansıtmıyorlardı. Gri paltoları ucuzluktan alınmış gibi üzerlerinde sırıtıyordu. Uzun boylusunun kulakları kesikti ve basık alnı geniş kenarlı yeşil şapkasının altında kaybolmuştu. Julius Zydowski yüreğinin ağzına geldiğini hissetti. Yıllardır sürdürdüğü kaçak yaşamı, altıncı hissini tehlikeleri önceden sezecek denli kuvvetlendirmişti. Ama karşı koyacak zamanı olamadı.

Uzun boylu iri yapılı adam bir hamlede kendisini içeri itti. Aynı anda diğeri de dükkâna girip kapıyı kilitlemişti. Julius Zydovvski Karpatlar’dan gelme sandığa ellerini dayayarak kekeledi: — Sayın beyler, sayın beyler… Kulakları kesik adam eğildi ve adi bir gülümseyişle sırıtarak Lehçe: — Varşova’dan haberler getirdik, przekupiony* ,”dedi. Antikacı midesine yumruk yemiş gibikasıldı. — Varşova mı!. Anlayamıyorum, Meine Herren. Dükkân artık kapandı. Yarın gelmeniz gerek. iki adam kısa süren bir sessizlik içinde bakışlarını suratında sabitleştirdiler. Kesik kulaklı olanı gömleğinin yakasına yapıştı ve onu dükkânın arkalarına doğru sürükledi. Julius Zydovvski mobilyaların kenarlarına tutunuyor, kesik kesik çığlıklar atıyor, ümitsiz bir debelenme içinde kurtulmaya çalışıyordu. — Meine Herren, Meine Herren! Saldırganın yumruğu Julius Zydovvski’yi heykelin yanındaki duvara savurdu. İki saldır- * Satılmış hain 16 gan elleri paltolarının ceplerinde, donuk bir ifadeyle antikacıyı seyrediyorlardı. Julius Zydovvski soluk almakta güçlük çekiyordu. Bu olay geçmişte Varşova gettosunda yaşanan feci bir anıyı natırlatmıştı.

Oradakilerin paltoları deridendi ve ayaklarında çizme vardı, ama bakışları aynıydı… Julius’un nabzı dakikada 150’ye yükselmişti. Aptalca bir havaya bürünmeye yeltendi. — Anlayamıyorum, diye tekrarladı. Biraz kibar olsanız… Kulakları kesik adam masaya yaklaşıp ağır bir kutuyu elinden bıraktı. Julius Zydovvski ayak parmaklarının sızısını dindirmek için olduğu yerde zıpladı. Kulakları kesik adam tekrar gömleğinin yakasına yapıştı ve sırtından duvara yasladı. — Enayi rolü oynamayı bırak, dedi Lehçe. İstenileni bize söyle de çekip gidelim. — Fakat istediğiniz nedir? Julius ne istediklerini çok iyi biliyordu, ama onu yıllar önce bilinçaltının derinliklerine gömmüştü. Korkusu gözlerinden pkunuyordu. — Bir isim, dedi adam gevşemesine izin vermeden. Hepsi hepsi. Var şova’da bir adres ve küçük bir isim. Sonra her şey düzelecek. Ve sen de neden bahsettiğimizi biliyorsun.

Julius Zydovvski suskun kaldı. Ayak parmaklarının acısını bile duymuyordu. Kendisini koy vermemeliydi. Bir mucize bekliyordu. — Neden bahsettiğinizi bilmiyorum, diye Lehçe tekrarladı. Sadırgan tek söz etmeden boğazına sarıldı ve duvara sıkıştırdı. Antikacının sırtı Nuremberg Bakiresi’nin heykeline dokununcaya kadar itti. Julius Zydovvski çaresizce kurtulma17 nm yollarını arıyordu. — Dikkat! diye uyardı. Bu parça çok değerlidir. Heykelin kanatları açıktı ve içindeki sivri uçlu çelik parçaları solgun ışıkta garip parıltılar yayıyordu. Kulakları kesik adam antikacıyı gırtlağından yakaladı. — Pekâlâ konuş, przekupiony? Julius Zydowski dilinin ucuna geleni söylemekten son anda vazgeçti ve tükürüğünü yuttu. Korkudan beyni boşalmıştı. Kesik kulaklının emredici sesi dükkânda çınladı: — Heykelin içine gir! Antikacı yerinden kıpırdamadı.

Adam antikacıyı itti. — Sanki tıpatıp senin için yapılmış, diye iğrenç bir sesle sırıttı ikinci adam. Pekâlâ, bize istenileni söylemeyecek misin? Julius sivri uçlu çelik parçalarına baktı ve yutkundu. Blöf yapıyor olmalıydılar. — Hiçbir şey bilmiyorum, diye mırıldandı. Adam kayıtsız bir ifadeyle heykeli sağ kanadından yavaşça kapatmaya başladı. Sivri uçlar Julius’un yüzünü çizip kanattıklarında, antikacı dehşet içinde irkildi. Uçlardan biri şimdiden gözünün altına girip korkunç bir şekilde canını yakmıştı. — Hâlâ inat edecek misin? — MeineHer… Julius’un itirazı acı dolu bir haykırış arasında boğuldu. Adam heykelin sağ kısmına abanmıştı. Elli kadar sivri uç antikacının vücudunu deldi. Parmakları kenetlenen celladı bastırmasına devam ediyordu. Julius’un iniltileri, üzerine kapanan ahşap tabutunun içinde ümitsiz hırıltılara dönüştü. 18 — Hey, dur! diye bağırdı diğeri. Zydowski’yi öldürmek istemiyordu.

En azından şimdi… Birden heykelin içinden boğuk bir mekanizma sesi işitildi, iki adamın kanatları tutmak istemelerine karşın, mekanizma kendiliğinden çalışmış ve kapaklar kilitlenmişti. Julius’un haykırışları tizleşmiş, iniltileri dayanılmaz hale gelmişti. — Aaaahh! Bu, Nuremberg Bakiresi’nin içinden duyulan son çığlıktı. Yüreği ve beyni sivri uçlarla delik deşik olan antikacı can çekişmekteydi, iki adam birbirlerine baktılar. Bitkinleşmişlerdi. Antikacı artık asla konuşamayacaktı. Nuremberg Bakiresi’nin tahta kenarlarından kanlar sızıp döşemeye damlamaktaydı. —Pislik. Kesik kulaklı adam olayın önem ve ciddiyetini hesaplamakla meşguldü. Aniden bir gıcırtı duyuldu ve Nuremberg Bakiresi’nin kapaklan yerinden oynayarak açılmaya başladı. Otomatik mekanizma tekrar çalışmaya başlamıştı… Şapşallaşan adamlar karşılarında kan gölcüğünde yüzen şekilsiz bir et yığını buldular. Ölüyü kızıl bir mumyaya çeviren düzinelerce yaradan kanlar fışkırmaktaydı. Ağzı açıktı, bir gözü çukurundan fırlamış, diğeriyse sabit kalmıştı. Klak!

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir